Tabii, öncelikle belirtmem gerekir ki burada güç, gündelik dilimizdeki zor tekeline sahip, güçlü, muktedir manasında. Spinoza’nın kelimeye conatus sözcüğüyle kattığı özgül anlamdan da, Foucault’nun iktidar kelimesine verdiği gri ve oylumlu anlatımdan da bir anlamda farklı. Ya da belki, ikisiyle de bir anlamda kesişiyor, bir arada yeşeriyor. Bu anlamda güç, doğanın asgarisinden ve yapıp ettiklerinden “fazla” bir şeye, belki bir melekeye veya etik, estetik maharete sahip olmak anlamında pozitif, ancak, bunun tersi istikamette gidildiğinde, oldukça negatif, kimi zaman da korkutucu bir anlama bürünen bir kavranışa sahip. Bu kavrayış, artı-değerle ve talep etmekle hep sıkıntı yaşamış, her daim kerameti beşerde aramış Anadolu’ya özgü.

Bu Antik kavrayış, bir geri dönüş yaşıyor Gürsoytrak’ın resimlerinde. Ama bir yanlış anlamayı havada kesmek gerekirse, unutulmuştu ve sahnelere geri döndü, anlamında değil. Zaten gidemez hiçbir yere. Bu muktedirlerin gücü dâhilinde değildir, en azından Gürsoytrak buna inanır, ya da bunun gerçekleşebileceğine kat’a inanmaz, bir anlamda bu bir kıyam olabilir. Bu daha ziyade, gelecekte muzaffer olmuş, ama bir şekilde çoktan geçmişe itilmiş, bir anlamda pozitif, belki daha demokratik ve barışçıl bir geçmişin, gelecekten topal bir biçimde geri bugüne yaptığı yolculuk anlamında bir geri dönüş. Bir yandan da, sakatlanmış bir geleceğin günümüze yaptığı bir “kritik”.

Ancak, resmi çağdaş hayatın eleştirisi olarak görmemiz, resim sanatına atfedilebilecek bir maharet, bindirilebilecek bir yük, bir melekeyse de, entelektüel bir bağlaçsa da, ben sanatı buraya indirgemeyelim derim. Sanatın tek görevi kavramsal bir eleştiri olmamalı.

Sanıyorum, Sayın Gürsoytrak da bu kanaatte ki, sanki Papa Gregor’un 7. yy’da söylediği sözleri, bu sefer tersinden kat ediyor. Gregor resim sanatının caiz olup olmadığı konusunda final olabilecek bir karara imza atmış, plastik sanatların “okuma yazma bilmeyenlerin okuma yazması” olduğunu söyleyerek İncil’deki betimlemelerin köylülerin gözleri önünde canlandırılmasının önünü açmıştır. Bir anlamda, plastik sanatları politikanın ve kilisenin tekeline Pagan huysuzluklarından arındırarak içermenin, bir anlamda bir politika olarak sanatı yüceltmenin, bir adıyla da propaganda sanatının kerhen değil, içerikten olumlandığı ilk metindir bu.

Teolojik bir meselesi olduğunu iddia etmeyeceğim sevgili Gürsoytrak’ın resimlerinin, bir çeşit sol-ilahiyata göz kırptığı anlar olmuş olsa da, Brechtyen değil ama, Antik Yunan’daki anlamıyla bir epik içermek konusunda mütereddittirler. Büyüyle de gerçekçilikle de işi yoktur. O halde, tek meselesi resmi tarihi gözler önüne sermek olan bir resim anlayışını tersinden okumak derken ne anlamamız gerekiyor ki, Hakan Gürsoytrak’ın resimlerindeki midye kabuğunu aralayıp içerisindeki cevhere, eksik inciye, kısacası espasa ulaşalım?

Gürsoytrak, bir dönem yapılan pek çok işin pratik ettiği gibi resmi tarihin bilinçdışıyla ki resim sanatına belki biraz fazla yatay bir şekilde taşındı bu kavram-kategori, “örttüğüyle”, “bastırdığı hakikatle” soyut manada ya da temsil düzeyinde, birkaç lapsus meraklısı iş dışında pek fazla ilgilenmiyor. Onun işlerine bugüne kadar gelen kalıcılıklarını verenin, sadece muazzam kıvraklıktaki bileği olduğunu söylemek ise son derece hatalı olur. Onda, klasikten alınan naif bir zevkin, gusto bir halk adamının, kısacası erdemli bir günahkarın ki dolayısıyla kısmen de çileciliğin, özetle söylersek umudun sadeliği, umut etmenin sadeliğinde kıymetlenen bir erdemlilik var. Ama bu erdem, öyle pek rahipler ve rahipten bozma aydınlar tarafından vaaz edilene benzemiyor, işte tam bu karşılaşmada Gürsoytrak’ın resmi tarihten ne anladığı, ya da hangi sözü çıkarttığına dikkat çekmek gerek. Çünkü Sayın Gürsoytrak, Tanrılar huzurunda suç işliyor.

II. Bir Parrhesia pratiği olarak resim sanatı

Malumunuz, taş kırmadan yontu, boya harcamadan resim, can yakmadan doğruyu söylemek olmaz. Gürsoytrak’ın politikasında/poetikasında, yani sınırları Akademi/Kilise tarafından çizilmiş bu alanda doğruyu söyleme faziletini göstermesine, hangi günahları vesile oluyor?

Burada bahsettiğim doğrunun, basitçe izleyiciye “icraatin içerisinden” bir parrhesia, resim sanatının ayrıcalıklı kürsüsünden verilen, günah çıkartma kabinindeki sırlar olmadığını söylemek gerek. Gürsoytrak’ın fısıltılarının tercümeye değil, kulak verilmeye ihtiyacı var. Bir sapık isteriğin olduğu kadar, dürüstçe kazanılmış ancak günaha yatırılmış kişisel bir kazancın itirafları da olabilir onlar. Bunların pederin, Baba’nın üzerine sustuğu, es verdiği “durumlar, insanlar, olaylar” olduğu, daha sonra roman sanatının konusu olacak “ufak tefek tatsızlıklar” ya da tekstil atölyesindeki “imalat hataları” olduğu söylenebilir. Ama tam da bu yüzdendir ki, tek tek eserlerini alıntılamak yerine, onların toplamda nasıl sapkın ve içimizdeki aciz ruhun samimiyetini taşıdığını tartışmak istiyorum. Gürsoytrak’ın sanattan gizli gizli neler yaptığını tartışmak.

Bir gemiye atlamak ve uzaklara açılmak, atölyedeki kadınları süzmek, gizlice planlanan ama asla uygulanmayacak cinayetler ve intiharlar, hepsi ama hepsi, bir şey için vardır Hakan’ın resimlerinde: sanattan bir an önce kurtulmak. Sanat’tan, onun zevk nidalarından kurtulması gerekir Hakan gibi ressamların. Bu istek tatmin edilebilecek gibi değildir, ettiğini söyleyen de ya ölüdür, ya da yalancı. Aslında, bir başarısızlık nasıl başarılı bir portreye, bir esere dönüşebilir, cevabını arayarak doğruyu söylediği soru bu gibidir.

Bu soruları hepimiz sorarız, ağudan nasıl bal, limondan nasıl limonata yapılır. İyisi, nasıl yapılır. Hakan bunu bilmez. Ama limonatayı da, limonu da bilir. A ve Z noktaları arasında bir ip olduğuna emin, yürümeye başlar, bitiremeden de ya sanatın onu, ya da onun sanatı yok edebileceğini bilir. Belki herkes açısından değil, biri gelir tekrar çarmıha gerer kendisini; ama kendisi açısından. Pasif bir ilke hâkimdir burada ki, pasif kelimesini elektrik-elektronik bölümlerinde anlatıldığı anlamda kullanıyorum. Harran Üniversitesinin ders kitaplarında pasif devrenin tanımı şu:

Enerji kaynağı ya da etkin elektromotor kuvvetleri olmayan, ancak gerilim uygulandığında geçen akımın sonucu olarak, enerji harcayan ya da depolayan elemanlardır.”

Bu anlamda, angaje bir hakikat oyunu (Foucault) yoktur burada, ama gerilim yüklendiğinde, şiddetli bir enerjiye maruz bırakıldığında ama sadece bu zamanlarda ve “depoladığı” enerjiyle sonrasında, ancak ve ancak yine de sadece doğruyu söyleyebilmekle, ki kimi zaman “bilmiyorum” sözcüğünden ibaret bir doğrudur bu, erdemi bu noktada, tembellik ile sözünü sakınmanın harmanında bulan, edilgen bir cesaretin cılız, yoksul, çocuksu gövdesi görünür. Bu anlamda, halk, Gürsoytrak’ın resimlerinde seyirci veya konu mankeni olarak yoktur. Halkın söyleyemeyeceği, dolayısıyla anlayamayacağı, anlamak istemeyebileceği doğrularla ilgilenmez Hakan. Hakan’ın resimlerinde Türkiye veya Anadolu, ne derseniz diyin, halkı, ressam koltuğundadır.

Gizli gizli resim yapan, kenarda köşede bilimle ilgilenen, orada burada kitaplara bakan, karıştıran, sinsi ve iştahlı bir şekilde bir bilim meşgalesinde olan/olamayan, bizizdir, bir yerde burnunu boktan çıkarmaya çalışan bizizdir burada resmi yapan, adına resim yapılan, uğruna resimler çiziktirilen. Kötü birileri vardır, kadro değişir, insanlar değişir, ama bir umut vardır. Belki 100, bilemeden 500 senelik. Sandık sandık, karton karton, bugün de tuval tuval. Umut değişmez. Değişimi getireceği düşünülen umut, hiç değişmez. Bu anlamda, derinden yoksuldur bu resimler. Değişen tek şey, kötünün, ki güçlü olandır o, Spinoza’nın anladığı anlamda değil, o biraz yabancıydı bu resimlere ta ki Gezi oluncaya dek, ama halkın anladığı anlamda, sinsi, kurnaz, papaz ve her halükarda gavur, biraz da kadınsı bir anlamıyla kötünün yancı sayısı, askerleri, mücadele biçimleri ve dövülerek parçalanan kayalıklardır.

Bu anlamda yoksulluğun hakikatini söylemek için lügat parçalamaya, en azından kendini bilen bir yoksul açısından, çok da gerek yoktur. Sahici, temiz, çirkin bir yoksulluk panoramasıdır Hakan’ın resimleri. Yoksulluğun belleği, kendisi ve mücadelesinin bir film şeridi gibi geçtiği, uzunca bir yazlık sinema seansı.

17.5.20