Ana Sayfa Litera HAGOP MINTZURİ, İSTANBUL ANILARI’NDA BİZE NE SÖYLER?

HAGOP MINTZURİ, İSTANBUL ANILARI’NDA BİZE NE SÖYLER?

HAGOP MINTZURİ, İSTANBUL ANILARI’NDA BİZE NE SÖYLER?

Robert Musil, ırk varsayımının ilerici bir biçimde ulaşılması gereken bir amaç değil de “mistik bir fetiş” olarak ele alınmasının, uluslar arasında nefret, kin ve şiddet dolu bir kapışmayı doğurduğunu, tetiklediğini düşünür: ” Bu kimlik fetişleştirmesinin kurduğu şey, aslında, çok özel bir inanç biçiminden başka bir şey değildir; herhangi bir biçimden etkilenmeyen tözsel ve statik bir şeye inanç.” Musil; Irk, millet idealinin kötüye kullanılması, bu fetişleştirme (ki ona göre bir düşünce hastalığıdır bu.); ulusun, ırkın ya da devletin idealleştirilmesi, bu tözselleştirilmiş topluluk tepkileri, her zaman halkları, hayali farklılıklara hapsetme ve onları birbirine düşürme etkisine sahiptir, diye düşünür. Özellikle bu tekillik fanatizminin eşi görülmemiş bir şiddet patlamasına yol açtığını görme riski nedeniyle Musil, birçok denemesinde bu tehlikeye işaret eder.

İnsanlık tarihi, Musil’in de vurguladığı türde birçok nefret, kin, düşmanlık ve bunun doğurduğu şiddet sayfalarıyla doludur. Ekonomik, yayılmacı, dini, etnik vb. sebeplerin bir kışkırtmaya dönüştüğü, kendi irasyonalitesinden apriori bir meşruiyet devşiren kötücül bir zihniyetin, insanlık idealine musallat olduğu bir negatif-insanlık gerçekliğinden söz ediyoruz. Yakın tarihimizde belleğimizi derin acılarla sızlatan bu tür sayfalara da rastlamak mümkün ne yazık ki. 1915 olaylarının konuşulduğu, anıldığı bir ortamda, bu yazının özel olarak tarihi bir olayı, olguyu konu etmediğini ancak bir Ermeni yazarı ve eserini konu ederken çağrışımlara açık bir temayı içerdiğini de söylemek gerekir. İstanbul Anıları eseri üzerinden konu ettiğimiz yazar, Hagop Mıntzuri, trajik hayatıyla da bu çağrışımı yaratacak öznel bir yaşam öyküsüne sahip.

Asıl adı Hagop Demirciyan olan Mıntzuri, 16 Ekim 1886’da Erzincan’ın Küçük Armıdan Köyü’nde doğar. Öğrenimine köyünün ilkokulunda başlayıp 1897’de İstanbul’a gelir ve ailesinin işlettiği fırında çalışır. İstanbul’da öğrenimine Ortaköy’deki özel Fransız okulunda devam eder, sonra Galata’daki Getronagan Ermeni Okulu’nda iki yıl okuyup mezun olur. Ortaöğrenimini Robert Kolej’de sürdürür ama bitiremez. 1906’da ilk kez bir öyküsü Hars u Gesur (Gelin ve Kaynana) Ermenice Masis dergisinde yayımlar, 1907’de köyüne döner, öğretmenlik yapmaya başlar, 1914’te bademcik ameliyatı olmak için İstanbul’a gelir ancak Birinci Dünya Savaşı başladığı için köyüne geri dönemez, 1915’te Armıdan’dan tehcir edilen dedesi, annesi, karısı ve dört çocuğundan bir daha hiç haber alamaz.

Mıntzuri, Ermeni taşra edebiyatının en önemli ve son kalemlerinden biridir. Nitekim günümüzde, ne yazık ki Ermeni taşra edebiyatı pek kalmadı denebilir. Aras yayıncılıktan Yetvart Tomasyan, o dönem Ermeni taşra edebiyatının gelişmesinde 1915’in de tesiri olduğunu söyler. Bu nedenle, yüzyıl başında diasporaya düşenlerin hatıralarını da besleyen bu edebiyatın, özellikle diasporada çok tuttuğunu da ekler. Ancak taşra edebiyatının genel olarak gerek içeriği ve gerek üslubu yönüyle diaspora Ermeni’lerinin duygu ve beklentilerini tam olarak karşıladığı, içlerindeki öfkeye, acıya tercüman olduğu söylenemez. Bunun türlü sebepleri vardır elbet, ancak sözünü edeceğimiz yazar Hagop Mıntzuri’de bu durum tümüyle kişisel özellikleri ve karakteriyle ilgilidir, demek yanlış olmaz. Gizem Asya Genç, 25.05.2013 tarihli Agos’ta, Hagop Mıntzuri ve Ermeni edebiyatının güncel durumu ve son temsilcileri için şöyle der: ” Batı Ermeni edebiyatının taşra kolu tarihin seyrine yenik düştüğünden midir bilinmez şiirin, öykünün aksine durgundur. Anadolu’ya dair yazılmış taşra öyküleriyle kıyaslandığında ise biteviye, telaşsız ve her daim yadırgayıp küçümseyen zehirli bilinçten uzaktır. Tıpkı köyün, köylünün mizacı gibi… Palulu Gürciyan, Siverekli Rupen Zartaryan, Harputlu Hovhannes Harutyunyan ve Malkaralı Garo, bu durgun edebiyat sahasının nadide temsilcilerindendirler, biriciği ise şüphesiz Hagop Demirciyan, bilinen adıyla Hagop Mıntzuri. “

Hagop Mıntzuri’nin İstanbul Anıları, 1897-1940 yıllarını kapsar. Bu anılar, imparatorluğun son yıllarından cumhuriyetin başlangıcına uzanan, İstanbul’un artık unutulmuş bir dönemine realist gözlemlerle tanıklık etmesi yönüyle çok önemli. Köyü Armıdan’dan İstanbul’a ailesiyle birlikte fırıncılık yapmaya gelen çocuk yaştaki Mıntzuri, Beşiktaş ve Hisar’daki fırınlarının etrafındaki Türk, Ermeni, Makedon, Rum, Arnavut esnafı, Cuma Selamlığı’nda gördüğü padişahları, ekmek vermeye gittiği haremlik-selamlıklı köşkleri, Galata’yı, Pera’yı, Boğaz’ı ve o hattaki semtleriyle Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemindeki günlük yaşamı, samimi, doğal bir dille anlatıyor:

‘’ Fırından çıkan sıcacık ekmekleri dizdiğimiz tezgâhın yanında iki dükkân vardı. Biri süpürgeciydi. İçeride bağlanmaya hazır destelerin önünde Mustafa Ağa ile yeğeni Yusuf, ayaklarını uzatıp oturur, süpürge bağlarlardı… Mustafa Ağa Harput’un Hüseynig köyündendi’’…(23)

Mıntzuri; Padişahın, bayram namazını kılmaya gelişini ve o esnada olup biteni de ağdasız, doğal bir üslupla betimler:

‘’Sultan, kendisinden öncekiler gibi yılda iki kez, iki bayramda da bizim fırının karşısındaki Sinan Paşa Camii’nde bayram namazı kılmaya gelirdi. Onun gelişinden önce, yılın bu iki günü olağanüstü anlar yaşardık. Trafik tam anlamıyla durur, her şey ertelenirdi…Ekmeklerimizi yükleyip semt semt dağıtmak için atlarımızı getiremezdik’’…(30)

O yıllarda şimdi İstanbul’un göbeği sayılan Beşiktaş, Ortaköy ve Kuruçeşme gibi yerlerde, geniş otlaklarda koyun sürülerinin otlatıldığını okumak, bugün için hayal dahi edilemeyecek sahneler gibi görünüyor:

‘’ Bizim Büyük Armıdan’da bir yarım ağamız vardı. Yedi aylık doğduğu için Yarım Ağa derdik… Bu yarım Ağa, çıngırak sesleriyle koyunlarını, Beşiktaş’ın tepelerine çıkarır, Balmumcu taraflarında otlatmaya götürürdü’’…(31)

Mıntzuri anılarında, Padişah’ın o kritik süreçte nasıl can korkusuyla, güvensizlik içinde ülkeyi yönetmeye çalıştığını da şu cümlelerle anlatır:

‘’ Hasan Paşa, sultanın güvendiği tek kişi, Yıldız’ın gece koruyucusu, görevini yapmış olarak abanozdan kalın arabasıyla kendi adıyla anılan karakoluna döndü… Sultan’ın, beyaz takkeli, mor poturlu, subayları da, askerleri tek kelime Türkçe bilmeyen Arnavut muhafız alayı bizim çarşının üst kısmını, Sultan’ın, kırmızı şalvarlı, yeşil sarıklı subayları ve askerleri bir kelime Türkçe bilmeyen Arap muhafız alayı da caddeyi doldurdu…(32)

Mıntzuri, anılarında, ailesinin ki bu süreç hemen 1915 olayları öncesidir, İstanbul’un ekmek ihtiyacının çoğunu karşıladığını anlatır. Fakat ne yazık ki bu durum ailesinin de sürgün edilmesiyle sona erer:

‘’ İstanbul’u doyururduk. Günde iki bin ekmek çıkarırdık. Bunun bin dokuz yüzü veresiye giderdi… Parayı ay başında veya iki haftada bir verirlerdi…’’(37)

Ermeni taşra edebiyatının son ve önemli temsilcilerinden biri olan Hagop Mıntzuri, 1886-1978 yılları arasında yaşamış. Erzincan’a bağlı yetmiş hanelik bir köy olan Armıdan’da doğmuş, hayatının bir kısmı köyde, bir kısmı da İstanbul’da geçmiş. Yaşadığı dönemde okuma yazma bilen çok az insandan biriymiş. Bir süre Erzincan’da bir okula bir süre de İstanbul’da Fransız kolejine gitmiş, Türkçe, Ermenice ve Fransızca öğrenmiş. Ermenice anadili imiş zaten. Çok dilli, çok duyarlıklı, geniş bir hoşgörüye sahip Mıntzuri, edebiyata bakışını da şu cümlelerle anlatır: ‘’Ben kanımı kaynatan yazarlardan hoşlanırım, söyledikleri beklediklerim olan yazarlardan. İster şiir, öykü, roman, ister eleştiri, deneme veya düşün eseri olsun, hangi paralelden olursa olsun. İçinde benim istediğim alkolü taşıyan her eser sarhoş eder beni.’’ Anlatıda samimiyete, tutkuya, derin bir inanca ve okuruyla organik bir ilişkiye, onun nabzını yakalamaya inanan yazar, farklı türlerde eserler yazsa da anı türünde yazdıkları, diğer eserlerinden daha etkili olmuş görünüyor.

Bu anıların yazarı, bir Anadolu insanı, İstanbul gurbetçisi. Kolay kolay yüklenilemeyecek, kaldırılamayacak büyük acıların ezgin yüreği. Hüznünü, trajedisini kalbine ve tarihin derin hafızasına gömmüş. Yüz yıla yaklaşan ömrünün ilk çeyreğinde yaşadıklarını özlemle anarak İstanbul’daki yalnızlığında avuntu bulmuş. Yazdıklarıyla da gündeme gelmekten çekinmiş. Bir azınlık yazarı olarak kalmakla yetinmiş. Bir çocuk, sıradan bir insan ve 1915’ten tesadüfen sağ çıkmış bir Ermeni yazar olarak Hagop Mıntzuri, Abdülhamit dönemi Osmanlısının son yıllarına tanıklık etmiş, İstanbul’un günlük yaşantısını belgesel nesnelliğinde kesitlerle kaleme almış. Çocukluğunda Beşiktaş, Ortaköy, Rumelihisarı ve Üsküdar’dadır ekseriyetle. İşi gereği Saray’ın, paşaların, askerlerin, soyluların ailelerine ve yaşantılarına tanıklık ettiği gibi; Türk, Ermeni, Rum, Arnavut, Yahudi, Hırvat, Kürt, Çerkes, Habeş insanların sıradan hayatına da şahitlik etmiş.

Çocukluk yıllarını kapsayan bu dönemde bütün bu insanların birbirlerini hiç ötekileştirmeden iç içe yaşamaları Mıntzuri’nin üslubuna da yansımış ve müslim, gayrimüslim veya herhangi bir etnisite vurgusu yapmadan anılarını zamanın adil, nesnel bir tanığı olarak kaleme almış. Öyle ki ailesini kaybettiği tehcir vakasını bile adeta hiç renk vermeden anlatmış. Yazar kendi trajedisini de sakin ve sade bir üslupla verir: ‘’ 1915 yılı Nisan ayında İstanbul’daki Anadolu Ermenilerinin tehciri başladı. Ben zaten askerdim. Mayıs ayında memleketten mektup gelmedi. İki kez cevaplı telgraf çekildi, cevap gelmedi. Üçüncüsünde, ‘’ Burada değiller, semt-i meçhule yollandılar’’ diye cevap geldi. Dedem Melkon seksen sekiz yaşındaydı, annem Nanik elli beş; çocuklarım Nurhan altı, Maranik dört, Anahit iki, Haço dokuz aylık, karım Voğıda yirmi dokuz yaşında. Bunlar nasıl yürüdüler? (205)…Bu arada oralı birinden haber alır ve adam der ki:’’ Ermeniler 4 Haziran’da köyden çıkartılmışlar. Evlerinin kapısını kilise kapısı gibi öpmüş ve ayrılmışlar.’’(206)

Mıntzuri; İngilizce, Ermenice, Fransızca ve Türkçeyi gramer yapılarıyla bilecek kadar bu dillere hâkim olduğu halde dili oldukça sade bir konuşma dilidir. Bunu özellikle tercih etmiştir. Belki de anılarının insanı sıcacık bir hüzünle sarışının nedeni budur. Yazar; öznel hayatının trajik boyutuna rağmen ironik bir şekilde, dönem İstanbul’unun türlü milletlerle dolu yaşantısını canlı, akıcı, renkli bir üslupla anlatır. Evlerin harem kısımlarını, kadınların günlük yaşantıda neredeyse gölgeye dönüşmüş varlıklarını, Arnavut, Çerkez, Kürt, Arap, Türk ve diğer milletlerden insanların ne tür giysiler giydiklerini, esnafın gündelik yaşamını, ticari hayatı, geçim kaynaklarını, mimari yapıyı bir belgesel titizliğiyle anlatır. Hatta köpeklerin hayatını dahi anlatır Mıntzuri. Payitahtın hem Avrupa hem Asya yakasında bütün cadde ve sokakların köpeklerce işgal edildiğini, halkın da onları beslemeyi görev edindiğini ancak bütün bu köpeklerin, 1908 Meşrutiyeti’nde Sivri Ada’ya götürülüp orada öldürüldüğünü anlatır.

Türk edebiyatı anlatılırken ilk roman, ilk hikâye, ilk tiyatro örnekleri verilirken doğrudan etnik bir aidiyet üzerinden bir kronoloji dizini yapılır ve ne yazık ki o örneklerden daha önce Ermeni yazarlarca yazılmış örnekler edebiyat tarihimize dâhil edilmez. Oysa bu toprakların kadim bir halkı olan Ermeni yazarların duyarlılığı, düşüncesi, duygusu da en az diğerleri kadar bizim ruh dünyamıza aittir, kolektif kimliğimizin, varlığımızın bir parçasıdır. Nitekim çok az yazar, Mıntzuri’nin dönem Osmanlısını bu denli canlı, samimi, doğal ve hakikatli anlatır. Bu bizim değildir, deme hakkını nasıl kendimizde bulabiliriz? Bu vesileyle Osmanlı imparatorluğunun son döneminde, İstanbul hayatının kısa bir sürecine içten, canlı, sıcak, hiçbir abartıya ve süse kaçmadan olabildiğine sıradan ve sade bir üslupla tanıklık etmek isteyen herkese kitabı okumayı tavsiye ederim…

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl