İnsan, merak eden bir yaratıktır”

Sokrates

Hakikat, kelimesini ağzından düşürmeyen insan var mı şu dünyada? Ne menem bir şeymiş şu hakikat? Bu sorunun cevabını her halde hiçbir zaman bilemeyeceğiz gibi görünüyor. Çünkü bize verilmiş belirli bir tarifi yok. Hem olsa da ne düşünecektik onun hakkında. Kuşkusuz ipe sapa gelmeyen fikirler üretip duracaktık. Çünkü insanız, yerimizde duramıyoruz. Sorgulamadığımız hemen hemen hiçbir şey yok. Sokrates ne diyor, “Sorgulanmamış bir yaşam, yaşanmaya değmez”. Durun bir dakika, o zaman felsefeye mi girdik. E ondan da kaçış yok zaten. Ne yapacağız? Sorgulamaya devam edeceğiz. İnsanız da ondan değil mi?

O kadar hakikat, hakikat deyip duruyoruz. Peki o zaman kimin bu hakikat? Felsefenin ortaya çıktığı meşhur Yunan Antikitesi hakikati ele alırken, görünenler ve görünmeyenler aracılığıyla sorgulamalar ortaya koydu. Velhasıl Sokrates’ten, Platon’a, Aristoteles’e hiç durmayan bir sorgulamalar, dış dünya ile ilişkiliydi. İşte dış dünya dediler, filozoflar. Hadi sorgulayalım. Hava nedir? Su nedir? Atom nedir? Evren nedir? En önemlisi de İnsan nedir? Ve işte oradan başladı, bize bulaşan hakikat diyalektiği. Neden ihtiyaç duyduk hakikati düşünmeye? Çünkü Antik Yunan insanı düz düşünmüyordu. Bir umudu vardı, yaşama dair Nietzsche gibi. Nietzsche, yazgının değdiği yerlere eğilirken, duyguların gerilimlerini dizginleyememiş tek düşünürdür belki de.

Adorno, “Minima Moralia”da, Nietzsche’nin amor fati’deki “yazgını sev” hakikat düsturunu histerik bilincini ortaya seriyor. Umut, Adorno’nun Nietzsche’de gördüğü hakikat çıkmazını işaret ediyor. “Umut, öyleyse hakikat”. Nietzsche’nin, yaşamı olduğu gibi kabul etme felsefesinin, mutlulukla ilişkisinin çıkmazlığa girdiğini, kendi içinde kapalılığa vardığını eleştiriyor, Adorno. Amor fati’nin ütopik içeriminin normal olarak yaşayan bir insanın değil de, hapishanedeki bir insanın yazgısı olabileceğini söyleyen Adorno kendisine göre, mit ve ütopya arasında kalmış Nietzsche’yi kıskacına alıyor. Gerçekli ve mit arasındaki eleştirisi de şöyle oluşuyor:

Yine de, gerçekliği olumsuzladığı için ondan kopmuş olan umut, sonuçta hakikatin görünmek için büründüğü tek biçimdir. Umut olmasaydı, hakikat fikrinin düşünülmesi bile imkansızlaşırdı: varoluşun kötü olduğu gördükten sonra sırf görülmüş olduğu için onu hakikat ilan etmekse en büyük hakikatsizliktir1.

O halde, biz fabrika hataları olan insanlar umuda sahip olmamızla hakikati sorguladığımız anda, hem Adorno’nun hem de Nietzsche’nin arasına düşeriz. Bir yanımız eleştirel bilincin, yardımıyla iyi şeylerin de yıkıcılığını göstermeye çalışan Adornocudur. Diğer yanımız, yazgımızı seven ve onu elimizden bırakmak istemeyen, sonuna kadar esrimeyi arayan, doğru yoldan çıkan, “değer yargıları” alt üst etmek isteyen Nietzschecidir. Yıkılmak için bir bina, görülmek için bir tepe gerekiyorsa, hakikat oyunlarında yeni düşünceler ortaya koymak gerekir. Dolayısıyla, hakikatin ütopya ile bağı hep olacaktır.

Adorno

Fazla dağıtmayalım. Lukacs’a göre, insan günlük bilgisi ile şeyler dünyasında eylemlerini umutla sürekli olarak yeniler. Ampirik gözlem metodu, Lukacs için gündelik estetik bilincin oluşmasında ana evredir. Ama estetik demem, size ilginç gelebilir. Estetik, hakikatle birlikte gelir. Filozoflar yaşamı bir estetik olarak hissettiler, tarih boyunca. Burada en önemli örnek, Nietzsche’dir. Lukacs’a geri dönersek; o bize dedi ki ‘insan biçimcilik’, hiç de öyle yaban atılabilecek bir şey değil. Sizin göremediğiniz şeyler, görüler, var. Neden? Çünkü Antik Yunan’da toplumunun oluşumu insanbiçimciliğe dayanır. Nesnelleşmeye yönelik insan, insani özellikleri olmayan bir şeye gayet ontolojik vasıflar yükledi mi, hakikatin dayanılmaz kıskacına girmiş demektir.

Bizde karşımızdaki bir olaya, bir kişiye, bir görüngüye anlam ve anlam öbekleri yüklüyoruz. Sanat’ta, Felsefe’de bunu yapmıyor muyuz? Dış ve İç dünya ile birlikte yürüyoruz, logosun ardından. Yani duyuların oluştuğu yer sığınağımız oluyor. O halde sorgulamamız şudur: Nasıl özgür düşünceyle hakikati ortaya çıkarabilirim? Burada, insanın aklında bir şekilde var olagelmiş hakikat kavramı, birçok düzlemde anlatılarak yaşadığımız günlere sıçramıştır. Sorun şu ki, Bülent Somay’ın bir programda dediği gibi “hakikat kavramının kendisi mutlakiyetçi,” ama sadece mutlak da değil.

Gene de insanda ve toplumda birçok hakikat ve hakikat rejimi izleri vardır. Bir sürü hakikatler ve bir sürü yollar var. Hakikat ve hakikat rejimleri birçok kez birbiriyle çatışır. Bu yüzden, hakikati aramaya çıktığımız zaman, söylem biçimlerinin içinde savrulduğumuzu hissederiz. Hakikat kavramını devamlı tartışmak kaçınılmaz çünkü umut var, orası kesin. O zaman şimdi hakikatin kimin olduğunu tartışacağız, orası da kesin. Nitekim düşünce tarihinin en vazgeçilmez kavramlarından biri olması onu arzulanan ‘dil’ haline getirmiştir. Antik Çağlar’da, hakikati en çok sorgulayan belki de “filozoflar, köleler, esirler, köylüler, çobanlar”dır. Ulaşılamayan, arzulanan, tefekkür edilen bir hakikat dili/kavramı/düşüncesi ta o zamandan beri çekici gelmiştir. Ama ona ulaştık, her şeyi gördük, her şeyini anladık, değildir meselemiz. Hakikati peşini kovalarken, bir takım unsurların üzerinde durulmaması tehlikesi var çünkü. Zaten insan hep böyle değil midir, -rahatsız, merak eden- oradan oraya savrulan, kaygıyla yaşayan, sırtında bir ton soru taşıyan. İnsan böyleyken, Hakikatın tarihsel olarak varlık durumu homojen değildir, heterojendir, virtüeldir.

Foucault

Aslında, bir düşüncenin ne anlama geldiğini merak etmeye başladığımız zaman, Sokrates’le birlikte hakikatin cezp edici yakasına takılırız. İnsanın kendi varlığını çözmek istemesi, karşısına çıkacak sorulara en başından katlanması anlamına gelir. O halde, tarihin içinde özdeş olmayan hakikat düşünceleri yanımızdadır. Hakikat dinamiklerinin insanı sürekli olarak rahatsız ettiği kesindir. O yüzden insan burada hakikat kıskacından kaçamaz. Ve biri gelir, kendi hakikat rejimini işletmeye çalışır. O zaman ister istemez bir iktidar dili ile karşı karşıya kalınır. Basit anlamda düşündüğümüzde bu karşılaşmayı herkesin bildiği varsayılabilir. Bir sorunumuz da, bu karşılaşma anın meydana geldiği yerdir. Çünkü bu yeri saptayabilirsek o zaman, Hakikat kimin? Diye sorarıbiliriz. Burada ‘Kim’ sorusu belirsizdir. “Kimin” sorusu ise belirsizlikten, çıkış gibi gözükür. Bizle beraber, hakikat sorusu da bir yere çıkmak zorundadır. Eğer doğru bir tespit yapabilirsek, bu yerin özelliğinin çok değişken olduğu fikri ile karşılaşabiliriz. O yüzden burada Michel Foucault’nun, üzerinde durduğu, 1840’da yayınlanan bir Fransız psikiyatr Leuret’in bir hasta üzerindeki tedavi yöntemini baz alacağız. Daha sonra iktidar ve onun biçimlendirici politikalarına okuru düşündürmeye çalışacağız. Hakikat sorununa farklı bakış bir açısı sunmaya çalışacağız.

Foucault, “Hermenötiğin Kökeni” adlı kitabında bir doktorun tedavi yöntemini ele alır. Hasta Bay A’nın bir duş altında sorulara verdiği yanıtlar iktidarın gücünü etkin kılmada kilit özellikler taşır. Hastanın bir duş altında ‘deli’ olduğuna doktor tarafından inandırılması, kişinin ‘deli olmama’ durumu kaşımıza çıkar. Yani hastanın ‘deli olduğunun düşünülmesi’ kendilik adına distopyadır. Ve de, hastanın “Evet, evet! Deliyim!” diye itiraf ettirilmesi dehşet vericidir. Aynı şekilde, Doktor’un hastayı ‘deli’ bulması gibi, hastanın hiç çekinemeden veya kendini süzgeçten geçiremeden kesin yanıtlar vermesi, elbette denetim altına alınmış bir sistemde ya da mekanda olabilir. Ama görülen hastanın hakikatinin kapalı mekandaki durumudur. O zaman birinci yerimiz, kapalıdır. Kapalı yerde, doktor bir hakikati dayatmaz. Bir hakikat rejimini işletir. Bir iktidar tipi olarak, hastanın yaşamını biçimlendirmeye başlar.

Hastanın bir deli olması ya da olmaması önemli değildir. Hastanın, başka bir hakikat rejimini başka biri tarafından tanımasıyla, kimlik biçimlenir. Demek ki, hakikat burada bir hastanede gerçekleşirken, kamusallık yaşanamaz. Böylece sözde gerçeğin kendiliğinden itiraf edilmediği durumda tahakküm biçimi ortaya koyulur. Ve Foucault böylece bize Batı’da insanın bir itiraf hayva­nına dönüştüğünü gösterir bir yerde. Tabi bunun arkası çok çetrefillidir. Hakikat, iktidarın kullandığı en vazgeçilmez olguysa Foucault da, burada bize baskıcı despotların, kurumların hükmünde cereyan eden biçimlendirici politikalarını gösterir. Hakikatin nasıl biçimlendirildiği yadsınamaz şekilde karşımızdadır. ‘Gerçeklik’, ‘iktidar’ ve ‘kendilik tek­niklerinin birleşiminde, itiraf mekanizması çok geniş bir araştırma konusudur. Fakat bir ‘iktidar tipinin yaşamı biçimlendirmesi’ meselesi günümüz toplumuna sorular sunar. Foucault’nun burada anlattığı aslında, kendilerince bir hakikati bulmuş insanların, bunaltıcılığıdır.

Genel anlamda değilse de, özel anlamda günümüz siyasi iktidarının ve onun saikleriyle, ortaya çıkan insan tipleri genellikle belirli bir ideolojik görüşe sahiptir. Foucault’nun anlattığı doktor ve hasta ayrımındaki ilişki şimdiki zamanda devlet ve birey arasında geçer. Doktor’un ve Hasta üzerindeki hakikat rejimini işlettiği gibi, bize de devlet tarafından bir hakikat rejimini işletilir. Foucault’dan alıntılarsam bu bir, “disiplinci düzenek”dir. Normal olan dilin yerine, egemenin dilini öne süren bir düzenek. Bu düzenekte, insanın tasavvurları da biçimlenir. Burada öne sürebileceğimiz soru şudur: Bizim hakikatimiz aslında iktidarın hakikati midir? Hakikatin açık veya kapalı mekanlarda kendini dayatma olarak bireyi etki altına aldığı sonucu, şu an bizim için ne söyler? Aslında kamusal alanın içinde de iktidarın hakikat rejimi işlediği gerçektir. Artık hakikat, ne tam olarak bizim, ne de iktidarındır. Ve fakat iktidar hakikati daha çok elinde tutar.

Bu anlamda hakikat, yürütme biçimi olarak, egemen olan iktidarının elindedir. Böyle devam etmesi ne kadar sürer, kimse bilemez. O zaman kimsenin ve tam olarak kimselerin değildir, hakikat. O zaman bizde düşen yeni bir hakikat dili oluşturmaktır. Tek tek insanlara, yani ‘azınlıktakilerin diyelim’ iktidar ulaşamaz. İktidar kendisi gibi olan, kendisi gibi düşünen, kurallarını tartışmayan ve kabul eden, ‘adalet, politika, hakikat’ gibi konularda kendisi gibi yorum yapan, insanlara ulaşır. Foucault’nun önceden gösterdiği önemli şeylerden biri de budur. Ama iktidar azınlıktaki bireylere ulaşmakta başarılı olamıyor. Biz de bu azınlıkta isek, bir direnme noktasıyızdır. Minör’üzdür. Biz azınlıklar, -ya da fabrika hataları- kendi hakikat dilimizi oluşturmamız gerek. Belki o zaman başta sorduğumuz, “hakikat kimin?” sorusunun cevabına yaklaşabiliriz. Ama kesin bir cevap verebilir miyiz, bilmiyorum. Çünkü bir çok hakikat yolu var!

1 Adorno, “Minima Moralia”, s. 103

Kapak Görseli: Max Klinger

TEILEN
Önceki İçerikAdnan Gerger: Ses ve Suskunluk arasında…
Sonraki İçerikYENİ GELEN’İN EKİM SAYISI RAFLARDA
1986 Yılında Sivas’ta doğdu. 2007 Yılında Mersin Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel bölümünü kazandı. 2010 Yılında Mersin Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim bölümünü kazanarak 2013 yılında mezun oldu.2014 Yılında, Mersin Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Resim Ana Sanat Dalında Yüksek Lisans kazandı. Halen eğitimini sürdürüyor.