Ana Sayfa Litera Halil İbrahim Özbay ile Söyleşi

Halil İbrahim Özbay ile Söyleşi

Halil İbrahim Özbay ile Söyleşi

Her Şeyin Söyleşisi adını verdiğim bu dizinin ilk konuğu Yayı Eksik Viyola adlı üçüncü şiir kitabı, birkaç ay önce, Kaos Çocuk Parkı Yayınları’ndan çıkan Halil İbrahim Özbay. Hayat ve edebiyatın iç içe geçtiği bu sözcükler halkasında, sırayla göle atılan taşlardan biri bana; diğeriyse Özbay’a ait. İstedik ki hayat ve edebiyat gölüne bıraktığımız bu taşlardan yayılan halkalar, şiirin bir diğer kıyısında oturan okura da ulaşsın; onların içindeki sularda da titreşimler yaratsın. 

Şiir yolunda üçüncü kitabın olan “Yayı Eksik Viyola “ ve diğer kitapların senin için aynı evin odaları mı; yoksa ayrı ayrı evler mi ya da yan yana veya üst üste evlerden oluşan büyük bir bina mı? Yoksa sorunun içermediği, eksik bıraktığı başka bir şey mi?

Halil İbrahim Özbay: Kesinlikle bambaşka şeyler… Aynı evin odaları olamayacak kadar mimarisi, işçilikleri, renkleri ve sesleri farklı; ayrı evler de olsa aralarındaki mesafe ve zaman bir mahalleye sığamayacak kadar başka atmosferlere, coğrafyalara sahip yapıtlar her biri. Zaten böyle değillerse, neden ayrı ayrı kitap olsunlar ki. Çünkü bir kitaplık şiir yazdım, o halde haydi bir kitap çıkarayım mantığıyla oluşturmadım hiçbirini. Bu kitaplara giremeyen bir o kadar da şiirim ya dergilerde, ya defterlerimde kaldı çünkü. Onları yazan ben olsam da örselenmişliklerim, hayal kırıklıklarım, yaşadığım ülke ve dünyadaki gelişmeler hep aynı kalmadı. Örneğin ilk kitabım Kül Falı, üniversiteyi henüz bitirdiğim yıllarda umut dolu bir gençken yaşadığım büyük travmadan, yobazların yaktığı Sivas’ın küllerinden doğdu. Ve yıllarca defterimde ve yüreğimde gezdi benimle. En nitelikli şiir ödüllerinden olduğuna inandığım Arkadaş Z. Özger’in seçici kuruluna gönderdiğim dosyam, ödülü aldıktan sonra edebiyata çok değerli ilk kitaplar kazandıran Mayıs Yayınları’ndan sevgili Suat Çelebi’nin katkıları sonucu çıktı. Diğer kitaplarımın derdi ve hikâyesi çok daha başka. Kitaplarımın arasında en az dört, sonuncusuyla sekiz yıl gibi uzun bir süre olduğu düşünülürse, söylemek istediğim daha iyi anlaşılır sanırım.

Yıl 1967, İsmet Özel askerdedir, kendisi gibi askerde olan ve hem sürgün hem hapis cezasına çarptırılan Ataol Behramoğlu’ndan bir şiir almıştır.

“Babeuf’u hatırla, Nazım Hikmet’i

Bir umut ateşi gibi parlayan zindanlarda

Hatırla Danko’nun tutuşan kalbini

Karanlıkları yırtmak arzusuyla

Ve faşizme karşı, zulme, zorbalığa

Düşün acılar içinde vuruşan kardeşleri”

A. Behramoğlu ( Yıkılma Sakın )

Aynı şiir adıyla  karşılık verir İsmet Özel:

“Zorlu bir kış geçirdim, seninki gibi neftî

acıktım, bitlendim, bir yerlerim sancıdı

sökmedi ama hoyrat kuralları faşizmin

çünkü kalbim aşktan çatlayıp yarılırdı”

İsmet Özel  ( Yıkılma Sakın )

Yıl 2010, Habertürk’te Balçiçek Pamir’in konuğu olan İsmet Özel, şiirden çok güncel tartışmalar üzerine konuşurken konu Sivas katliamına geliyor. Konuşuyor İsmet Özel:

“Aklıma takılan soru şu: Aziz Nesin gibilerinin kendilerini güvenlikte hissetmeleri için Sırp (veya Grek, Ermeni, Rus veya Amerikan) uçaklarını Sivas semalarında görmeleri mi gerekiyor? Millet olarak İslamî bir kararlılık gösterememenin cezasını çekiyoruz. Başımızda dolanan belayı defetmenin yolu Sivas (veya Kayseri) semalarına Sırp uçaklarını davet etmekten geçmez.”

Sorum şu; sanatın ve edebiyatın estetik ve nitelik değeri onu icra edenlerin etik değerlerini ve vicdanını sorgulatmayacak kadar kutsal mıdır?

Kutsal sözcüğünün sağlamasını, ben şöyle yapıyorum sevgili Bahtiyar: Kime göre kutsal? Adı İsmet olmuş, Ahmet olmuş, fark etmez; yalnızca onların temsil ettiği kesime göre kutsalsa, söz konusu olan o kutsaldan endişe duyarım. Yok eğer, bu sorunun yanıtı, ayrımsız bir şekilde, herkese göre kutsalsa, işte o zaman bu değerleri hayatıma da sanatıma da katarım. Tek kutsalı hükmetmek olan zorba azınlık, bunu unutturmaya çalışsa da yaşama hakkının, insan onurunun, adaletin, paylaşmanın, emeğin kutsal olmadığı en küçük bir kara parçası, herhangi bir toplum düşünülebilir mi? O halde bu değerler, tartışılmaz kutsallardır. Dünyalı olmak, bütün bir yeryüzünü kucaklamak, benim için en şaşmaz ölçüdür. Kutsallık atfedilen şey, dışarda ne kadar çok insan bırakıyorsa, kutsallığından da o kadar yer. Başkalarının üzerinde tahakküm kurmak için bahane ve araç olarak kullanılan ve bütün insanlığı kucaklamak yerine, ötekileştirmeye yol açan histerik fantazyaları bayrak yaparak yaşama hakkını, insan onurunu, adaleti katleden sözde kutsalları, ne kadar büyük şiirler yazarsa yazsın, bir şairin savunuyor olmasını; kutsallık kılıfı giydirilerek hayata ve sanata sokulmaya çalışılan psişik hırsların yarattığı her türden linçi, bilinç diye yutturmaya çalışmasını ve bunları insan hayatının önüne koymasını asla anlamam. Bu anlamda şiir de şair dediğimiz sanatçı da en sıradan insanın yaşama hakkından daha kutsal değildir. Ancak, kalbi ve kıblesi insana dönük şairin ve şiirin bu anlamda –kutsal demesek de- değerli olduğunu söyleyebilirim. Tam da sözünü ettiğin şiirlerinden yola çıkarak şunu ortaya koymak gerek sevgili Bahtiyar, bu şairlerden hangisi, sırtlandığı şiirin yükü altında ezilmeden içinden çıktığı coğrafyanın kokusunu da taşıyarak dünyalılığa yürümüş; hangisi çağının sorumluluğunu kaldıramayarak dünyalı olmaktan vazgeçip yerelliğe düşmüştür?

Kitabının adıyla sorarsak Yayı Eksik Viyola, aynı sesi vermese de değişik araçlarla ses verebilir buradan. Aslolanın enstrüman, onu çalanın araç olduğu düşüncesine varabilir miyiz peki? Şairlerin görülme arzularının hızla arttığı sosyal medya çağında şair neresinde aranmalıdır şiirinin?

İzin verirsen bu soruya yanıt vermeye son söylediğinden başlamak istiyorum. Senin de sosyal medya çağı olarak adlandırdığın şu zamanda, asosyal biri olarak sosyal medyayı kullanmıyorum. İlle de görüleyim hırsı ve kaygısı, odalara çekilmeyi, kuytularda olmayı, arka sıralarda oturmayı seven bir çocukken de eksikti bende. Bundan eksiklik olarak söz ediyorum çünkü hemen herkes sosyal medyayı bir şekilde kullanıyor. Demek ki arıza bende. Uzun zamandır ne facebook, ne instagram ne de twitter kullanıyorum. Bir zamanlar çoğunluğa uydum ve kullandım. Yaşasaydı çok daha iyi işler yapacağına inandığım Erdal Tosun’un en sevdiğim film repliklerinden biri olan “Bir ara çok konuştum, hiç faydasını görmedim, bıraktım.” sözünü ödünç alarak söylersem: Ben de bir ara kullandım, hiç faydasını görmedim, bıraktım. Sosyal medyaya ve ille de orada olmam gerektiği konusunda baskı yapan –ki bunların çoğunluğu şair- arkadaşlarıma ne kadar direnebilirim bilmiyorum. Madem görülmek gibi bir hırsın yok, o halde neden şiir yazıyor ve yayınlıyorsun gibi bir soru akla gelebilir. Öyle ya, Sait Faik’in bir öyküsünde vurguladığı gibi; yazmak da bir hırstan başka nedir ki? Kendi penceremden bakacak olursam şiir, görülmek, kendini göstermek için diğer sanat dallarına göre çok da uygun bir tür değildir. Asla böyle bir amaca hizmet etmez, görülmeye uygun bir ortam yaratmaz. Yıllarını bu sanata harcamış bir şair olarak sen de çok iyi biliyorsun ki şiir, göstermez; sezdirir. Görme yetisi düşük olanlara bir şeyin altını kalın ve kabaca çizmez; tam tersi seyreltir, inceltir, damıtır. Arının iğnesinin ucunda, kanatlarının altında taşıdığı polendir şiirin özü. Onu görebilmek için de arı kadar emek harcamak, kanat çırpmak, çırpınmak, doğaya duyarlı olmak gerekir. Üstelik bu sorumluluk yalnızca şaire ait değildir, okurundur da. Daha zahmetsiz zevkler varken, böyle sorumlulukların altına girmez çoğu insan. Sonuçta bir avuç nitelikli şiir okuruyla baş başa kalırız. Bu da senin söylediğin anlamda ‘görülmek’ için ne kadar yeterlidir, bilemiyorum.

Aslolanın enstrüman, onu çalanın araç olduğu düşüncesine ise şu açıdan bakmayı uygun buluyorum şiirde. Enstürman da onu çalan da şairdir. Ortaya çıkan ses -tabi ki olmuşsa eğer- şiirdir. Son kitabımın adı olan Yayı eksik Viyola’dan hareketle söyleyecek olursam, kursağında kalmış bütün umutlara, hayatın eksik bıraktığı yanlarına rağmen bir şairden, kendini iyi çalması ve kendinden güzel sesler çıkarması beklenir. Peki, o melodinin neresindedir şair? Hem kendisi, hem de yaratıcısı. Bu görüşüme destek niteliğinde Wilhelm Dilthey’in bir sözünü ileri sürebilirim. Edebiyatın bir bilim olduğunu ilk kez dile getiren düşünürlerden olan Dilthey “…bütün şiirlerin alt katmanı yaşanmış ve yaşanan tecrübeler ile onunla ilişkiye giren psişik bileşenlerdir. Harici imajlar ancak böylesi bir ilişki aracılığıyla dolaylı olarak şairin yaratıcılığı için gereç olabilir.” diyerek şiirle, şairi özdeşleştirir

Hiç kuşku yok ki yerellik devinim gösteren her şeyin kalkış noktası daha öteye ileriye gidemeyişi de köklenişidir. Bilineceği üzere insan yerelliğini dünyanın bütün kara parçalarına taşıyabilen tek canlı türü. Yine de bizi bir köke bir ulusa ait kılan tek ve biricik enstrüman dil. Bu kısa değiniyi şu soru ile genişletelim isterim:

Evrensel bir müzik dili olan notaları bir araya getiren müzisyen ve onun enstrümanları, yaptığı müziğe, yerel enstrümanları da ekleyerek yerel bir çağrışım hatta kimlik verebiliyor. Yerel ile evrensel arasında şairin konumlanışı nasıl vücut bulur burada? Asya ve Avrupa aralığında bir köprü ülkede yaşayan şair olarak Doğu – Batı  algısı doğal mıdır; yoksa Batılı bir oryantalistin ( şarkiyatçının) gözünden görkemli demokratik Batı, az gelişmiş ama otantik Doğu mu? Sence bu meselede, sinsi ve acımasız bir manipülasyon söz konusu mu?

Nota elbette evrenseldir ama notaları belirli bir duyuşa göre dizerek ortaya çıkan melodiler evrensel mi, asıl buna bakmak lazım. Pekala arabesk bir şarkıyı da evrensel notalara dökebilirsin. Bu, o şarkıyı evrensel yapmaz. Dünyada bir tek dil olsa bile o dille herkesin anlayacağı bir şiir yazmak da o şiiri evrensel yapmaya yetmez. Müziği oluştururken de şiiri yazarken de evrensel bir duyuş ve bütün yeryüzünü kucaklama niyeti gerekir. Kuşkusuz ki bunu içine doğduğun yerel enstrümanları kullanarak da yapabilirsin. Dediğim gibi araçlardan çok niyet ve amaçtır bir yapıtı evrensel yapan. Dostoyevski, evrenselliği tartışılmaz romanı Suç ve Ceza’da Rusya’nın bir kentinde yaşayan Raskolnikov’u, döneminin ve yaşadığı çevrenin koşullarıyla, renkleriyle anlatsa da yeryüzünün bütün kentlerindeki çaresiz ve yoksul gençleri hissederek evrensel bir duyuşla ve niyetle örer romanını. Neruda’nın şiirleri, Şili’de; Nâzım’ın şiirleri Anadolu’da yaşanan adaletsizliklerden, sömürü düzeninden beslenebilir; ama vardıkları yer bütün yeryüzündeki adaletsizliklerdir. Dizelerini, sıkışan ve arayış içinde olan kadın duyarlığıyla ören İranlı Füruğ’la, ortak izlekleri yapıtlarının merkezine alan İngiliz yazar Virginia Woolf bütün kadınların sesi olarak yalnızca dünyalı değil, akrabadırlar.

O halde yaratılmaya çalışılan Doğu-Batı ya da Asya-Avrupa algısı noktasında verdiğim örneklere dikkat edecek olursan, gelişmişliği ve ilkelliği coğrafyada değil, ortaya konan ürünlerde, algı biçimlerinde, özetle insanlıkta aramak gerektiğini vurgulamaya çalıştığım açıkça görülür. Coğrafî olarak Dostoyevski Asyalı, Neruda Amerikalı, Füruğ Ortadoğulu, Virginia Wolf Avrupalı ve Nâzım Avrupa-Asyalı olabilir; ama taşıdıkları yerel renkleri, dili yalnızca araç yaparak duyuş ve varış noktasında dünyalıdırlar.

Başka bir coğrafyanın kaynaklarını sömürerek kendi sanayini, eğitim sistemini, kentlerini kalkındırmak şeklen gelişmişlik olarak görülebilir. Peki insanlık olarak? Senin de vurguladığın gibi yaratılmaya çalışılan bu algıda sinsi bir manipülasyon sezdiğim için, yalnızca dar bir coğrafya perspektifinden bakmıyorum ben de. Dünyanın, doğanın, sanatın ve hayatın canına okuyan gelişmişlik araçlarına kuşkuyla yaklaşmak, bunlardan rahatsız olmak elbette yazmaya çalıştığım şiirlere de sızıyor ses, imge ve renk olarak.

Kül Falı adlı ilk kitabının açılış şiirinin adı  ‘mahi mah ‘ Elmanın İlk Anlamı adlı ikinci kitabının açılış şiirinin adı ‘ seyyale ‘ ve Yayı Eksik Viyola adlı üçüncü kitabının açılış şiirinin adı ‘ adagio ‘

Dil nedir bütünü içeresinde birkaç alt soru soracağım. Dil saf mıdır, dil ulusal mıdır, dil politik midir; Türk şiiri mi, Türkçe şiir mi; ya da ikisi birden mi?

Sorduğun bu katmanlı soruyu, yine sondan başlayarak yanıtlamak istiyorum sevgili Bahtiyar. Türk şiiri mi, Türkçe şiir mi; hatta daha geniş kapsamıyla Türk edebiyatı mı, Türkçe edebiyat mı gibi bir tartışmayı yararsız görmekten öte, bir dili öne çıkarma kılıfı altında –seni tenzih ederim ki (bak burada Arapça kullanıyorum ) art niyetli buluyorum. Örneğin Fransızca edebiyat mı deniyor dünyada da; bu tartışmayı yapanlar, bir ulusun adını kullanmayalım diye şiirin ya da edebiyatın önüne ille de o edebiyat için yalnızca araç olan dilin adını koymaya kalkıyor? Türk şiiri ya da Türk edebiyatı isim tamlaması, zaten bir milleti işaret etmez. Bu edebiyatı yaratan Ermeni sanatçının da Rum sanatçının da Yahudi sanatçının da Azeri sanatçının da Arap sanatçının da Kürt sanatçının da yapıtlarını içine alır. Dediğim gibi dil, edebiyat için bir araçtır. Bir şiiri ya da bir romanı okurken o dilin tadını duysak da bu sanat türlerinde asıl amaç bir dili kullanarak estetik bir zevk, sarsıcı bir uyanış ya da derin bir farkındalık yaratmaktır. Edebiyatta asıl amaç dil olsaydı, başka dillerde yazılmış hiçbir yapıt çevrilmezdi. Dostoyevski, Neruda, Nâzım, Füruğ yerel kalırdı. Sanatın evrenselliğinden söz edemezdik. Dil saf mıdır sorusuna gelince; rüzgâr saf mıdır sorusuyla karşılayabilirim bu soruyu. Doğada esen rüzgâr, bir ülkenin sınırına gelince kesiliverir mi birden? Coğrafya kaderdir gibi bir klişeyi kullanmak değil burada niyetim. Yaşadığımız bu coğrafyada birçok farklı dilde yaratılmış ne derin kültürler gelip geçti. Ne mutlu bize ki mayamıza ne çok dil, ne çok kültür karıştı da özgün nice renklere sahip olduk, katmanlı bir edebiyat, dili zengin bir şiir, masal, hikâye yarattık. Kitaplarımda sözünü ettiğin şiirlerin adında geçen o sözcüklerin her biri, anadilim kadar yazdığım şiire aittir bu yüzden. O sözcüklerin yerine Türkçe sözcükler kullansaydım, o şiirlerde hissettirmeye çalıştıklarımı asla hissedemeyecekti okur. Nasıl ki her bir bitkinin kendine özgü kokusu var; sözcüklerin de dile gelir gelmez yarattığı bir duygusu, bir çağrışımı var. Ben o kokuyu istiyorsam Fransız menekşesi koklamayacak mıyım; ya da bir duygu yaratmak istiyorsam, o duyguyu en iyi veren dilimin ucundaki, coğrafyamın yanı başındaki bir sözcüğü kullanamayacak mıyım? Ben şairim ve bir dilin kimliğinden, milliyetinden çok, taşıdığı duyguya, çağrışıma, müzikaliteye, anlama hayranım.

Sence şairanelik, şair için bir doğum lekesi midir? Şair yazarken bu doğum lekesinden uzaklaşmalı mı? Piraye’nin Nazım a dediği gibi şair hakikaten insanın içinden dış dünyaya yolculuk yapan bir kahin mi?

Orhan Veli, günlük yaşamda kullanılan dili şiirin merkezine oturtarak Garip akımını başlatırken savaş açtığı ilk şeyin şairanelik olduğunu ileri sürerken “Garîbim/Ne bir güzel var avutacak gönlümü/Bu şehirde/Ne de bir tanıdık çehre/Bir tren sesi duymaya göreyim/İki gözüm/İki çeşme.” dizelerini yazmaktan da alamamıştır kendini. Ona bunu yaptıran itkinin, şiir deyince ilk akla gelen lirizm duygusu olduğunu söyleyebiliriz. Sanki lirik olmayan dizeler şiir olmazmış gibi bir yanlış algıdan söz ediyorum. Elbette bu algının yanlışlığını bilecek kadar usta bir şairdir Orhan Veli; ama duygularımızın zirveye çıktığı anlarda sarıldığımız kalem, o duyguları süzüp, damıtıp, işleyip, matematiğini, ritmini akıl süzgecinden, şiirin diyalektiğinden geçirmediğimiz sürece, usta ya da sıradan bir şair olsun herkese safrası atılmamış dizeler yazdırabiliyor.. Çoğunluk, şairaneliği lirizmle karıştırır. Oysa şairane olmak, lirizmin bir adım ötesidir. Lirizmin dozunun kaçırılmasıdır. Bir reçel yerken bile, gereğinden fazla şeker katılmışsa insanın içini bayar, dokunur. Bu dokunmayı iyi bir şey sanan şiir yazıcılar –şairler demiyorum- okuyanı ne kadar çok etkilediğiyle böbürlenebilir. Ama bu etki uzun sürmez ve arkasından yenen o şeyi bir an önce insanın içinden çıkarma, ondan bir an önce uzaklaşma isteği gelir.

Duyguydu, lirizmdi tamam ama; yazdığım ve okuduğum dizelerde, duyarlı bir kalp kadar, aydınlık bir beyin, işlek bir zeka da görmek isterim. Bu anlamda şairin bir kahin olmasından çok, dünün ve bugünün koşullarını çok iyi analiz ederek yarını akıl süzgecinden geçirmiş ve sezgilerini buna göre oluşturmuş bir aydın olmasını beklerim. Zaten şiirimizin geleneğinde, çıkış noktasında vardır bu. Tarihte baksı, şaman, ozan dediğimiz şairler, şiir yazıcısı olmaktan önce birer doktor, astronom, tarihçi, doğa bilimci, aydındırlar. Şairler, hayatı ve hayatın içinde kendini sorgulamaktan, diyalektikten uzaklaştıkça ve yalnızca duygularına sığındıkça, onları okuyan halk tarafından yalnızca ‘ağlayıcı’ konumuna düşürülmüştür. Tarihte Doğu Asya’da, Eski Yunan’da, Roma’da da vardı böyle profesyonel ağlayıcılar ki bunların yas törenlerinde söyledikleri ağıtlar da, şiir olarak geçiyordu.

Kısaca şunu vurgulamak istiyorum. Şiirde lirizme evet; ama zekice lirizme. Tıpkı mizahtaki zekice espri gibi. Yoksa zaten mizah değil, sululuk oluyor. Ki yalnızca şakada değil, hüzünde de sululuk vardır bence. Ve bu da çekilmez bir şeydir.

İlk kitabın Kül Falı hariç diğer iki kitabında daha uzun şiirler var. Oysa şiirlerinde susma ve sessizlikten övgüyle söz ediyorsun bu çok söyleme çelişkisi neden?

Ya da anlatma telaşı içerisindeki şairin şiiri uzun mu olur? Bazen güzel bir dize sık ağaçlar ormanına düşmüş çiçek gibi kaybolur. Şair bu kaybolmayla nasıl baş edecek? Mikro şiir olarak haikular için ne söylersin?

Susmaya ve sessizliğe, emek harcanmış, üzerinde çalışılmış seslerden sonra varılırsa anlamlıdır. Aksi halde susmak ve sessizlik, bir yenilgiye, bir kabul edişe işaret eder. Burada bir çelişki görmüyorum ben. Yoksa neden yazıyoruz değil mi sevgili Bahtiyar. Övgüyle söz ettiğim susma ve sessizlik, üzerinde emek harcanmış sessizliktir. Yani susmayı ve sessizliği hak etmek için dünya kadar ses çıkaracaksın önce. Dünya gibi dönüp duracaksın boşluğun ortasında. İnsan, kendi çıkardığı kuru gürültüyü duymaktan, dünyanın boşluğu yırtarken çıkardığı sesi duymaz ya, işte o susmadan söz ediyorum şiirlerimde ben, o sessizlikten. İlk kitabım Kül Falı’ndaki şu dizeler tam da buna işaret eder: “şiirde anlam/başlığın altındaki boşluğa denk gelir”

Uzun şiirle, uzatılmış şiir birbirinden farklıdır. Nâzım Hikmet’in Saman sarısı; Edip Cansever’in Çağrılmayan Yakup’u uzun şiirdir; ama asla uzatılmış değil. Tini, bu bedene sığıyor demek ki bunların; başka beden dar geliyor. Bazen güzel bir çiçeğin sık ağaçlar ormanına düşmesi meselesine gelince; o çiçeği koparıp bir vazoya koyarak insanların gözüne sokmaktansa, o çiçeği bulmak için doğada, sık ağaçların arasında dolaşıp keşfetmeleri çok daha anlamlıdır diye düşünüyorum. Yani bu bir kaybolma değil, arayıp bulmadır, o çiçeği tam da yurdunda, sık ağaçlar arasında birden bire fark etmenin güzelliğidir.

Mikro şiir ya da haikular için düşüncem de uzun şiirlerle ilgili görüşümle aynı doğrultudadır. Haikuların ruhuna uygun bir beden olduğu içindir 5-7-5 ölçüsüyle yazılan üç dize. Çünkü haikular bir rüzgarın kapıdaki çıngırağı çalmasını, bir yağmur damlasının içi su dolu bir kovaya düşmesini, kabuğunu çatlatıveren bir ağustosböceğinin ağaçta asılı kalmasını anlatmak için var edilmiş şiir türüdür. O yağmur damlasının, çıngırak sesinin, çatlayan kabuğun ömrü kadar sürsün istendiği için, o kadarcıktır. İnsanın ontik-ontolojik var oluşunu, toplumsal trajedilerin ya da modernizmin kaleleri olan kentlerin yuttuğu insanların bireysel sıkışmışlığını anlatmak için değildirler.

Kül Falı adlı ödüllü ilk kitabında bir şair olarak deneysel tutum takınıp kimi şiirlerinde harf kırarak ( a/kıl – d/iz – k/üfür – y/aramızda gibi) ikili anlamlar oluşturmuşsun. Buradan şairlerin döne dolaşa tartıştığı iki mevzu hakkındaki fikrini sorayım. Şiirde deneysellik ve ödül hakkında düşüncelerin nelerdir?

Şiirde, sözcüklerin gövdesinde ve çekirdeğinde mevcut olan kimi ses ve anlamsal zenginlikleri bir arada kullanmayı denemeyle; şiirde deneyselliği birbirinden ayırmak gerek öncelikle. Dediğin gibi ben, sözcükteki çok sesliliği ve çok anlamlılığı işaret eden bu tarz denemeyi yalnızca ilk kitabımda kullandım. Oysa deneysel şiir yazmak bir tavırdır, şiirde kendini konumladığın yerdir. Ben, şiirin bünyesinin bu deneyselciliği ya da görselciliği pek kabul etmediği düşüncesindeyim. Bizde deneyselliği, yeni bir şiir anlayışı diye okura, deyim yerindeyse yutturmaya çalışanlar oldu ama Batı, geçtiğimiz yüzyılın başlarında bu tarzı çoktan deneyip eskitmiş ve pek de yararını görmemişti.

Ödül konusunda gelince, ben ödüllerin şairin omuzlarında bir apolet değil, sorumluluk olduğuna inanıyorum. Hangi ödülü almışsan o ödülün temsil ettiği anlayışı, mirası daha da ileri götürme sorumluluğu taşıyorsun. Seninle paylaşmaktan da onur duyduğum Arkadaş Z. Özger şiir ödülü, bu anlamda, mürekkebim tükeninceye kadar benim için yazmam, çalışmam gereken ev ödevidir. Yoksa bir ödül alıp yazmayı bırakan arkadaşlarımız var maalesef. Ev ödevinden kaçan öğrencilere benzetiyorum onları. Ödül almak, şair olmaya yetmiyor.

Varlığımızın bıraktığı bütün izleri unutarak yola devam etmek hatıraları biriktiren insan için sanırım hafıza kaybı dışında mümkün değil. Sanki geçmişin bütün duyularımızı harekete geçiren büyülü bir güzelliği var Bu minval üzere şiirlerini yazarken hafıza alanlarında seni en çok bekleten duraklar nereler?

Geçmiş dediğimiz hâtıraların toplamı da şimdiki biziz zaten sevgili Bahtiyar. Bir şiirimde “bugün ki kaç dünden yapılmıştır” diye sormuştum. İnsan biriktirir. Yalnızca eşya ve parayı değil, zamanı da. Ve bence asıl zenginliğimiz bu üçüncüsüdür. Hâtıraları çok insanlara bilge denirmiş eskiden. İhtiyar sözcüğü buradan gelir. Hâtırası zengin demektir. Bugün yaşlı anlamında kullandığımız bu güzel sözcüğü de ucuzlatıp yüzeyselleştirdik, güzel birçok anlam gibi. Geçmişi çok severim bu yüzden. Düşünür, sık sık ziyaret ederim hafızamın haritasındaki uzaklığına aldırmaksızın geçmişi. Ayağıma üşenirim de aklıma üşenmem. Yazdığım, yüzümü yıkadığım dizelerin akıp geldiği kaynak tam da burasıdır: Geçmiş. Burada beni en çok oyalayanlarsa ‘bir başka da yaşanabilirdi’ ya da ‘keşke şöyle olsaydı’ dediğim anlardır sanırım. Yayı Eksik Viyola’nın ilk şiirinde geçen “keşke babama ölmeden önce/gözünde düşebileceği bütün çukurların yerini söyleseydim” dizeleri, bu duygunun dile getirilişidir.

 

Ev senin şiirlerinin neredeyse hepsinde önemli bir tema. Tam da burada senin şiirsel çağrışım hanene bir gönderme yapmak istiyorum. Öncelikle evi anlatmaktan gelip yine bir toplu çalışma evi olan fabrika  temasına nasıl gidersin?

Bacası tüten fabrikalar istememiz, aslında evlerimizin bacası tütsün diyedir. Ocakta tenceremizin, çaydanlığımızın buharı tütsün diye. Babam, evini kıt kanaat geçindirmeye çalışan bir memurdu. Ben de öyle. Akrabalarımın çoğu da. Bir devlet dairesi, bir fabrika ya da bir maden ocağı, fark etmez; bütün bunlar evlerinin bacası tütsün diye canla başla emek harcayan insanların –senin de vurguladığın gibi- çalışma evidir. Ben, memur babamda, fabrikada ya da madende işçi olarak çalışan dünyadaki bütün babaların geçim sıkıntısını, ezilmişliğini gördüğüm için Dua ve Düet adlı şiirimde “altında babam/ hayattan üç kürek mutluluk çıkarmak için/ göçük altında kalan dünya yoksulu bir adamdı/ son soluğuna kadar verdiği devletten/karşılığında üç karış kefen alan/ ölüm ki yüreğine sıkışmış maden/ yatağında bir gün sessiz ama şiddetle patladı” dizeleriyle babamı bir maden işçisi olarak kendi yüreğine ve yüreğime gömdüm.

Şiirden Dergisi ( Mart – Nisan / 2013 ) 16. Sayı  ” Şair Kadın ”  Özel sayısı soruşturmasında şunları yazmış şair Emel Güz:

” Şair kadınları şiire iten nedenlerin neler olduğunu ‘şair kadın’lara sormak gerekli. Ben, bana şair kadın denmesinden hiç hoşlanmıyorum. Ben şairim! ‘Şair kadın’, ‘şaire’, ‘kadın şair’ gibi söylemlerin, -o hep kadınların yakındığı- feodaliteyi, ayrışmayı, cinsiyetçi ideolojiyi daha da pekiştirdiğine inanıyorum. Bugün Türk şiirinin ‘şaire’lerden çok daha mühim meseleleri var. Sevgisizlik, saygısızlık, duyarsızlık gibi. Kadınsı duyuşa hizmet etmek konusunda da şunu söyleyebilirim: Şiir, cinsiyetten çok ötede, insani bir duyuşun sonucudur. Şiirin kaynağı şairin cinsiyeti değildir. Algıları, hassasiyetleri, derdidir. Şiir hiçbir şeye hizmet etmez. Bir cinsiyete, bir ideolojiye, bir algıya hizmet etmek için yazılmış şiirler genellikle estetikten yoksun ve kaba şiirlerdir. Şiir, iç hakikatin dış hakikatle olan uyumsuzluğudur. Hakikatin cinsiyeti yoktur. ”

Sigara İçen Kadınlar adlı son kitabı oluştururken bir kadın dostuma bu dosya fikrimi açtım. ” sen oralara hiç gitme erkek işi değil o kitabı kadınlar yazsın ” dedi bana. saçma bir ön soru ama yine de sorayım. Kadınlar kadınca erkekler erkekçe mi yazıyor? Sanatçıların edebiyatçıların cinsiyetlerinin öne çıkarılması hakkında ne düşünürsün?

Hani öyle şairler vardır ya sevgili Bahtiyar, şiiriyle, hayattaki duruşları aynıdır, yazdıklarıyla yaşadıkları asla çelişmez; işte Emel Güz, böyle bir şairdir. Şiirlerini de kendini de çok sevdiğim ve Ankara’ya yolum düştüğünde sohbetini arzuladığım birkaç şair dostumdan biridir. Abdülkadir Budak da öyle. “hayatı şiire dahil” şairlerdendir ve dostluğundan büyük keyif ve feyz aldığım insanlardandır. Öncelikle şunu söyleyeyim ki bir şiir okurken, öncelikle aklıma şairin cinsiyeti gelmez benim. Kadın olsun, erkek olsun edebiyatçıların cinsiyetlerini, yazdıklarının rengi yapmasını; avantaj sağlamak ya da okuru etkilemek için cinsiyetlerinin ayrıcalığını, avantajlarını hatta eksik kalmışlığını kullanmasını kolaycılık olarak görüyorum ben. Emel Güz’ün yaptığı “hakikatin cinsiyeti yoktur.” vurgusunu ararım ben şiirde: Öncelikle şunu düşünürüm: Bu okuduklarımda şair samimi mi; bu okuduklarım hayatın neresine denk geliyor. Yazılanların öznelliği konusunda, yine Emel’in vurguladığı “iç hakikatin dış hakikatle olan uyumsuzluğu” noktasında şiirde, -örneğin romana göre- yazanı daha çok görmek isteriz. Bu anlamda romanda anlatılanlar, yazarın kendisi olmak zorunda değildir toleransı, şiir ve şair için çok daha azdır. Şairin cinsiyeti, -hele de cinsiyet ayrımının zirve yaptığı feodal artığı bir toplumda- ister istemez bir sıkışmışlık, ya da bir güç realitesi olarak beliriyor. Yaşamdaki bu eşitsizliğin en büyük kaynağı ve nedeni unutmayalım ki yine bir erkektir. Dünyadaki yoksulluğun, sömürünün, adaletsizliğin en büyük kaynağı ve nedeni olduğu gibi. Sanki kadınlar da erkekler de bilinçaltının derinliklerinde bu gerçeği bir doğum lekesi gibi taşıyarak, mürekkebi kağıtlara düşürüyor, bunlarla yazıyor. Emel’in “Şiir, cinsiyetten çok ötede, insani bir duyuşun sonucudur.” sözü, şiir için çok güçlü bir realiteyi dile getirmekle birlikte, bu toplumda henüz bir temenni, varılması gereken bir hedef gibi kalıyor maalesef.

Bu sorum, senin şu dizelerinden gelecek:

çünkü bazıları öldükten/ bense seviştikten sonra hayat olduğuna inanmıyorum” (Yayı Eksik Viyola / rüya ustası adlı şiirinden)

dedim ki sevişmek memlekettir kutsal kasıklarımızda/ beni anlamayacaksan bir daha ülkene sokma ” (Yayı Eksik Viyola / uzağa gazel adlı şiirinden)

Şiirlerinin bir çoğunda göz alıcı erotik yansımalar var. Sanatta ve edebiyatta kimi kez sere serpe boy gösteren erotizm sence bir düşlem mi yoksa insanın doğal parçası mı?

Yanlı, yanlış ve maalesef yaygın kanıya göre, erotizm yalnızca, cinsel meta haline getirilen ‘kadın bedeni’ üzerinden içgüdüleri hareket geçirmek olarak değerlendirilir. Oysa bu sığ düşünceden nemalanmaya çalışan ve kadını bile bir tüketim aracı, bir meta olarak gören anlayışın aksine erotizm, çok daha varoluşsal anlamlar içeren ve en önemlisi kutsal ve ideolojik rol biçmeler ve sınırlandırmalarla kendi doğasının çok uzağına düşmüş insanın tamlık’ını keşfetmeye dönük felsefi bir yaklaşımdır. Erotizm bedensel çıplaklıktan öte, varoluşsal çıplaklıktır ki bu da özgürlüğe işaret eder. Sözünü ettiğin dizelerimin dışında, bir şiirimi şu dizelerle başlatmıştım Yayı Eksik Viyola’da: elbiselerimizi çıkarıp hayata biraz da çıplak inanalım/ zaten ten özgürlüğün biricik üniformasıdır/ ve özgürlük anahtar deliğinden/ daha erotiktir sylvia…

Bu dizelerde geçen elbise sözcüğü, bedenimizi örtenlerden çok daha ötesini, aklımızı örtenleri işaret etmektedir ki bize yüzyıllardır kat be kat giydirilen bu elbiselerin altında, kendi bedenimizden de doğamızdan da oldukça uzağa düştük. Anahtar deliği olması şart değil, sürekli gözetlendiğimizi, kontrol edildiğimizi –devlet ve tanrı tarafından- bilinçaltımıza iyice nakşettikleri için soyunmak, günah ve başkaldırıyla eş anlamlı tutulmuştur. İşte benim şiirlerimde sözünü ettiğin erotizmin varmaya çalıştığı, okura sezdirmeye çalıştığı can alıcı nokta, tam da burasıdır sevgili Bahtiyar. Ve en anlayışsız insanın bile okuduğunda, cinselliğin kaba halleri ya da kadın bedeni üzerinden dürtüleri harekete geçirmeyi amaçlayan dizeler olmadığı açıkça görülür. Aslında giydirilen her bir parça kumaşla, amaçlanılan şey, yalnızca bedenlerimizi örtmek değildir; bu davranış çağlar içerisinde, neredeyse günah kaynağı olarak görülen beden üzerinden kendimizden, doğamızdan da uzaklaşmamız gerektiği anlayışını doğurmuştur. Kutsallar ve devletler, bedenimizin sahibi olarak, nasıl ve kimle sevişmemiz; nasıl ve kim için ölmemiz gerektiğini birçok metinde tane tane anlatır. Yani insan kendi bedeninin bile sahibi değildir. Şiirlerimdeki erotizm, bu gerçeğe vurgu yapmak içindir. Bu anlamda erotizme de hayata da kesinlikle egzistansiyalist (varoluşçu) yaklaşıyorum şiirlerimde. İnsanın varoluşunun, bilincinin ilk ülkesi, ilk memleketi kendi bedenidir. Bundan uzaklaşan insan, hiçbir toprağı yurt edinemez. Öncelikle kendi bedeninde sürgünü yaşar. Kendi insan doğası yerine, ona biçilen rolün gereğini yerine getirmeye çabalayarak mutsuz olmak pahasına tanrıların doğasını yaşar ki bu da gerçek anlamda bir varoluş değildir.

Psikanaliz ya da alt bilinç için kitaplarından üç dize:

çirkin bir halkın çadırında çıkmayan ruh lekesi

( Elmanın İlk Anlamı’ ndan,‘ ruhi ya da fiziki: haritada devletsiz bir adadır aşk ’ adlı şiir)

madem evdeydin anne ama neden ben

kendi kapılarımdan her gün çirkin bir çilingirle girdim

(Yayı Eksik Viyola’dan, monodram adlı şiir )

Burada çirkin kelimesini bir alt bilinç için anahtar sözcük olarak düşünürsek bu dizelerdeki şairin analizi nedir?

Her şeyin yüzeyde arandığı ve derinlik için hiç kimsenin zamanının olmadığı, göksel tanrıların görsel-tanrılara indirgendiği ve yalnızca görsel olan güzelliğe tapınıldığı bu çağda, tüm bunlara karşı çıkan bir şairin dizelerinde geçen çirkin sözcüğünün anlamının dışsallıkta değil, içsellikte aranmasının çok daha uygun olduğunu tahmin edersin sanırım sevgili Bahtiyar. Kendi ruhunun farkında olmak ya da onu dinlemek yerine, çoktan ölmüşlerin ruhunu çağırarak bugününü ve geleceğini, geçmişe ipotek vermiş; hayat veren doğadan, ağaçtan, emekten, güneşten, aydınlıktan, sanattan yana olmak varken, ölümün, yok etmenin, ağacı, doğayı katletmenin, karanlığın yanında saf tutmuş kalabalık değildir benim anladığım anlamda halk. Bir şair olmaktan çok bir insan olarak görmek istediğim ve birlikte yaşamaktan mutlu olacağım güzel insanlar, Yaşar Kemal’in dediği gibi o güzel atlara binip gitmesinler, beni terk etmesinler diyedir, ilk şiirdeki çirkin sözcüğüyle derdim.

Diğer dizelerdeki çirkinlik, daha çok kendine, eve ve belki de yaşadığın yere yabancılaşmanın, doğada olanın aksine, kozasında her gün ters giden bir şeylerin etkisiyle, kelebek olmayı umarken böceğe dönmenin –kim bilir- çirkinliğidir. Kafka’ya selam…

İşte, içimdeki o ilk şiiri yeniden bulmak; ola ki bulursam eğer, bir daha yağmur sularıyla akıp gitmesin diye belki bunca yazıp yazıp; gömleğim ıslanırsa başkalarının cebinde de bulunsun diye bunları birçok insanla paylaşma dürtüm.

Ölüm de bir yağmurdan başka nedir ki?

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl