Ana Sayfa Litera HALILARI “OKUMAK”

HALILARI “OKUMAK”

HALILARI “OKUMAK”

Sizleri bilmem ama bana -genelde bayram ziyaretlerinde- sıklıkla olurdu. Yıl boyunca görmediğiniz, dolayısıyla aranızda samimiyet bulunmayan akraba ya da tanıdık ziyaretlerine giderken ayaklarınız ilerlemek istemez, anne baba zoruyla gidersiniz. Ziyaret edilecek eve vardığınızda içerideki kalabalığın sesini duyunca ve kapı önündeki ayakkabıları görünce bacaklarınız geri geri koşmaya can atar, endişe artar. Kapı açılınca zoraki bir selamdan sonra ilk soru her zaman şudur: “Kimler var?”

Bu sadece bayram ziyaretinde olmaz, normal ev gezmesinde de aynı hisler yaşanırdı. İçeriye girip uslu uslu koltuğa -anne ya da babanızın dibine- oturunca, herkesin birbirine -cevabını hiç merak etmez bir tavırda- sorduğu “Nasılsın” sorusunu da cevapladıysanız akşamın geri kalanında sizi bekleyen suskunluk dönemi başlamıştır. İşte tam da bu andan sonrasını sizlere hatırlatmak için bu yazıyı yazıyorum. Misafir olduğunuz evin salonunda suskun suskun otururken başınız daima öne eğiktir. Utanırsınız nedendir bilinmez, belki de bu suni gösteri doğanıza aykırı olduğu içindir utanıp sıkılmanız…

Küçüklüğünde bu sahneyi yaşayan herkes hatırlayacaktır, eğik olan kafanız saatlerce evin halısını gözlemler. Halı uzmanı olmuştur bu kuşaklar.

O zamanların halı desenleri şimdikiler gibi sâde değildi. Halının içinde bir dikdörtgen çerçeve ve bu çerçevenin içinde de türlü sanatsal yorumu içeren desenler vardı. Şaşıyorum, o halının üzerindeki desenleri saatlerce sanat eserine bakar gibi pür dikkat izleyen kuşaklar büyüdüklerinde galerideki bir resme on saniye bile bakınca neden sıkılıyorlar? Belki de küçüklüklerindeki halı travması böyle bir etkiye sebep olmuştur, kim bilir…

Evet, günümüzün halıları daha sâde, içerisinde pek süsleme bulunmayan bir yapıda. Ve en önemli özelliği de eski halılarda halının bütününe hakim olan, desenleri adeta korumaya alan çerçeve yeni halılarda kullanılmıyor. Bu benim uzun süredir dikkatimi çekmekte. Sanat eserlerindeki sâdeleşmeye, yaratıcılığın ve sanatsal içeriğin azalmasına paralel olarak halılarda da bu süreci aynı eksende görüyoruz. Eskinin sanatsal süslemeli, yaratıcı halıları artık yok. Daha sâde halıları kullanıyoruz. Olursa eğer bir köşesinde basit bir süsleme oluyor o kadar. Ancak eski halılarda öyle miydi? Her bir santimetresinde çalışılmış bir yaratıcılık, bir estetik vardı. Sizi, ona saatlerce bakmaya yetecek bir estetik okyanusunun içine sokardı. Şimdi misafirlikler pek kalmadı ama günümüz halıları o zamanlarda kullanılsaydı bizler misafirlikte o kadar zamanı boş halılara bakarak nasıl geçirirdik bilemiyorum, herhalde daha fazla sıkılırdık.

Eski halı – yeni halı meselesinde en önemli konu çerçevedir. Desenli eski halılar mutlaka bir dikdörtgen çerçeve ile çevrelenir, sanki korumaya alınırdı. Yeni halılarda ise artık çerçeve kullanılmıyor. Özgürlük alabildiğine! Ama içi bomboş bir özgürlük… Çerçeve yani sınırlar kalktı ancak yaratıcılık ve sanatsal estetik de yok oldu. Edebiyatımızda ve diğer sanatlarımızda da aşağı yukarı aynı durum hakimdir. Türk şiirini ele alırsak, Divân edebiyatının süslü, sanatsal estetiği aruz ölçüsü çerçevesiyle korunuyordu(eski halılardaki çerçeve gibi). Fakat Nâzım Hikmet gibi bir dehâ geldi ve bu çerçeveyi kaldırarak ‘halıları’ o zamana uyarladı. Fakat dikkat isterim, bunu yaparken halının desenlerine dokunmadı! O desenleri kullanmaya, şiirini -yani halısını- o desenlerle zenginleştirmeye devam etti. Çünkü biliyordu ki o desenler dahil olduğumuz bu kültürün ürünüdür. Nâzım Hikmet’in ardından Attilâ İlhan gibi şairlerimiz de bu doğrultuda halılarını dokumuşlardır. Tam da bu sebeple Garipçilerin dokuduğu günümüz halılarına benzer şiirleri eleştirmiştir bu isimler.

Özgürlük ancak nasıl bir özgürlük? Özgürlükten ne anlıyoruz?

İçi boş bir özgürlük kimseye bir şey katmaz.

 

Bakın Attilâ İlhan ne diyor bu konuda:

Özgürlük meselesi, bir insanın aklına geleni yapması demek değildir. Özgürlük, zaruretlerin anlaşılması demektir. Bu da bir bilinç işidir. Bir insan ne yapıp neyi yapamayacağını bilmek durumundadır. Bir insan, canı isterse Üsküdar’dan denize atlayıp Beşiktaş’a yüzerek geçebilir. Bu bir özgürlük meselesidir gibi görünür. Hele bir deneyin bakalım geçebiliyor musunuz? Geçemezsiniz, hür zannedersiniz kendinizi ama değilsiniz. Neden hür değilsiniz? Çünkü boğazı geçebilmek için suların soğukluk sıcaklık derecesini bilmek lazım, suların akıntılarını bilmek lazım, rüzgarın nasıl eseceğini bilmek lazım, kendi fizik kondisyonunuzu bilmeniz lazımdır. Eğer bunların hiçbirini, yani “zorunlulukları” bilmiyorsanız denize atlarsınız ve kendinizi karşı tarafta değil Hayırsızada’da bulursunuz. Burada işte özgürlüğün ne olduğu çok açık bellidir. Özgürlük “bilmek” demektir. “

Özgürlüğün ne kadar gerekli olduğu ve gerçek özgürlüğün de ancak bilinç ile gerçekleşebileceği konusunda Orhan Hançerlioğlu’nun 1970 basımı “Düşünce Tarihi” isimli kitabında (sf.352,353) yer verdiği Herbert Marcuse’a ait bir alıntı da buraya yakışacaktır:

Diktatörya ve kapitalizme karşı diyalektik teori bir kenara atılmış değildir ancak bir çare de getirememektedir. Öyleyse ne yapmalı? Profesör Marcuse öğütlüyor: ‘Önemli olan kurumları değiştirmek değildir. Önemli olan insanı değiştirmek, görüşlerine yeni bir yön vermek, içgüdülerini yeniden biçimlendirmek, hedeflerini tazelemek ve değer ölçülerini yeni baştan düzenlemektir. Açıkçası, hayal alanında olan gerçeği elde etmek için maddeyi bir kenara bırakıp ruhu işlemek gerekir.’

Ruhu nasıl işlemek gerektiğine gelince… Marcuse’un bunun için de bir öğüdü var. 1967 yılında Berlin Üniversitesi’nin konferans salonunda Alman öğrencilere şöyle sesleniyor: “Özgür sevişmenin tadına varın!”

Eski halıların bendeki etkileri bu kadar da değil. Halı konusunda beni bırakırsanız sabaha kadar konuşurum. Bir çocuk bir halıyla oyun oynayabilir mi? Ben oynadım. İki şekilde kullandım halıları. İlki, annemin kullanmadığı ve rulo şeklinde diklemesine kaldırıp sakladığı halıları ortaya çıkartır ve yine dik olarak karşıma koyardım. Rocky filminin gündem olduğu zamanlardı. Hepimiz Rocky olup o sarı devi indirmenin hayallerini kuruyorduk. Yün eldivenlerimi elime geçirip, fanilamı üzerimden çıkartırdım. “Acı yok!” diyerek o rulo şeklindeki halıya vurmaya başlardım. Önce hafif ayak dansı ardından öldürücü darbeler…

İkinci ve asıl oyunuma geçelim. Eski halıların desen düzeni deyince hepimizin aklında kabaca benzer bir görsel geliyor olmalı: Ortada santra çizgisi gibi bir orta yuvarlak, sol ve sağ kenar ortalarında da kale benzeri desenler…

Evet, eski halı desenlerini futbol sahası olarak kullanırdım ben. O zamanlar Play Station filan yok elbette. Futbol merakım var ve Fenerbahçe’nin başına geçip lig usulü oyun oynamak istiyorum. Nasıl yapabilirdim bunu? Şöyle bir çözüm buldum. Tüm harçlığımı kalem almak için kullandım. Değişik kırtasiyelerden değişik ebat ve çeşitte kalemler aldım. İlk olarak Fenerbahçe’nin kadrosunu kurmalıydım. 11 as takım oyuncusu, 5 yedek oyuncu olmak üzere toplam 16 kişilik gerçek oyuncu isimleriyle Fenerbahçe kadrosunu oluşturdum. Bunu yaparken kalemin şeklinin oyuncunun gerçek hayattaki fiziğiyle uyumlu olmasına özen gösterdim. Mesela Tanju Çolak, kullanılıp yarısı kalmış olan hafif irice, kısa boylu bir kırmızı kurşun kalemdi. Ligdeki tüm takımların oyuncularını oluşturacak kalem stoğum olmadığı için Fenerbahçe haricinde iki tane rakip takım kadrosu kurdum. Maçlarda rakip olarak o iki takımı dönüşümlü olarak kullanıyordum.

Bir de top lazımdı elbette. Bilye çağıydı -İzmir’de meşe derdik ona.- Her maça iki bilye ile çıkardım. Bir tanesi yedek top olarak kenarda beklerdi.

Kaleci olan kalemi kaleye, diğer oyuncuları da mevkilerine göre sahaya dizdikten sonra santra vuruşuyla maç başlar ve sağ elimde Fenerbahçe oyuncusu sol elimde rakip takım oyuncusu olacak şekilde bilyeye vurarak maçımı yapardım. Maçın önemli bir kısmını zihnimde hayal ederdim. O pozisyonun gerçekte nasıl olabileceğini vs. Belki de bilgisayar oyunları ve modern oyuncaklar zihinlerimizdeki bu hayal gücünü yok ediyor diye düşünmeden edemiyorum.

Kaleye şut çektiğim zaman bilye koltuk altlarına kaçıyor ve çoğu zaman da kayboluyordu. Bu soruna bir çare bulmalıydım. Babam sağ olsun, dükkanında benim için çıraları kale şeklinde birbirine çivileyip arkası ve üzerine de tül gererek bana tıpkısının minyatürü olan futbol kaleleri yaptı. Artık gol olan şutlarımdan sonra bilye koltuk altlarına kaçmıyordu. Ancak ya gol olmayan şutlar? Buna da bir çözüm bulmalıyım diye düşünürken ablamın terlikleri gözüme ilişti. Gerçek hayattaki maçlarda kale yanları ve saha kenarında reklam panoları yok muydu? Ben de bu panoları terlikleri kullanarak yapabilirdim. Çok da güzel oldu, evdeki tüm terlikleri halının çerçeve dediğim kısmına yanlamasına dizerdim. Böylelikle bilye hep sahada kalıyordu. İmkansızlıklar beyni nasıl da çalışmaya, üretmeye zorluyor… O zamanlar Play Station olsaydı, açar ve oynardım, beynimi zorlamaz, üretme ihtiyacı hissetmezdim.

Bu oyunumu oynarken salonu oldukça dağıtıyordum. Düşünsenize yerde 22 kalem, terlikler kale direkleri vs. O an kapı çalıp misafir gelecek olduğunda annemden çekinir hemen hızlıca toplardım.

Bu satırları yazarken odamdaki desenli eski halıya basıyor ayaklarım. Sol köşeden başlayan uzun sarmalı gözlerimle takip ediyorum. Önce ağaca benzeyen şekillerin arasından bir nehir gibi geçiyor, sonra bir masanın etrafında kafa kafaya verip konsey oluşturmuş gibi duran dört tane koçun boynuzları olarak beliriyor, konseyden çıkan sarmal kanca şeklini alıp kancanın ucunda da üç çiçek asılı bulunuyor. Kim bilir, belki kancaya asılan o çiçekler Denizler’dir… Halı deyip geçmeyin derim. Bir toplumdaki kültürel değişiklik, ileriye-geriye gidiş, bunların hepsi toplumsal hayatta kullandığımız eşyalarda karşımıza çıkabilir. Yeter ki bakmasını bilelim.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl