Hasan Aksakal, İletişim Yayınları’ndan çıkan Türk Politik Kültüründe Romantizm ve Alfa Yayınları’ndan çıkan Türk Muhafazakârlığı: Terennüm, Tereddüt, Tahakküm adlı kitaplarıyla dikkat çeken bir siyaset bilimci. Türkiye’nin yanı sıra ABD’de ve Almanya’da akademik çalışmalarda bulunmuş olan Hasan Aksakal ile dünyada ve Türkiye’de muhafazakârlığın karakteri, süreklilikleri ve kırılma noktaları üzerine konuştuk.

—————————————————————————————————-
Hocam, davetimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkürler. Müsaadeniz olursa, sohbete en temel soruyla başlayalım: Muhafazakârlık bir ideoloji mi, yoksa bir duyuş-düşünüş ya da bir zihni bir eğilim mi? Muhafazakârlık dediğimiz şey politik ideolojiler dünyasından bakınca tam olarak nedir?

Muhafazakârlığın bir ideoloji mi, bir dünya görüşü mü olduğuna dair tartışma hayli uzun zamandır uluslararası literatürde yer tutuyor. Ancak 1789’da Fransa’daki devrimin ortaya çıkardığı yeni toplumsal ve siyasal düzene verilen olumlu-olumsuz tepkilere bakıldığında, liberalizm, milliyetçilik ve radikalizm gibi, muhafazakârlığın da politik ve sosyal haklar bağlamında bir ideoloji olduğundan bahsedebileceğimiz görülüyor. Katı bir programı olmamakla beraber, en azından Fransa’da Joseph de Maistre ve Chateaubriand, İngiltere’de Edmund Burke ve Samuel Taylor Coleridge, Almanya’da Justus Möser ve Friedrich Gentz gibi isimlerin devrim-karşıtlığı, kısmi Aydınlanma eleştirisi, sanayileşmeye karşı tepkileri, mülkiyet ve insan haklarının doğası konusundaki tartışmalara verdikleri katkı gibi birçok unsur üzerinden muhafazakârlığı okumaya başlayabiliriz. Bu takdirde muhafazakârlığı, diğer politik ideolojilerle beraber, 18. yüzyılın sonlarından, 19. yüzyılın başlarından bu yana var olan bir ideolojik yönelim diye niteleyebiliriz.

Muhafazakârlığın kısaca sağcılık olarak yorumlandığı ülkemizde, özelinde İslamcılıkla beraber yorumlanışını aşan, İslamcılıktan bariz biçimde başka bir şey olduğunu bilerek konuşmalıyız bu durumda… Muhafazakârlığın sol ve liberalizmle ilişkisini de düşünerek, “muhafazakârlık ve diğerleri” arasındaki alışverişe dair neler söylersiniz?

Muhafazakârlık” ya da “tutuculuk” (conserve conservatism), kelime kökeninden de anlayabileceğimiz gibi, “konservecilik” demek. Bu da belli ki bir şeyleri korumak, hıfzetmek, olduğu gibi tutmak fikrinden türemiş. Kelimeyi toplumsal zemine taşıyarak konuşacak olursak; muhafazakârlık belli bir geleneğin içinde kalmak ve onu korumak demekse, elbette ‘sağ siyaset’ saydıklarınızın hepsinde muhafazakâr tonlar daima mevcut. Bununla beraber milliyetçilik de solun, sağın, İslamcılığın içine işler, onlara nüfuz eder. Devrimci unsurlar da pekâlâ İslamcılığa, milliyetçiliğe yol gösterir, onlara dinamizm kazandırır. 19. yüzyıldan 20. yüzyılın üçüncü çeyreğine dek geçen uzun dönemin karmaşık tarihi bize bunu açıkça gösteriyor. Biz son birkaç on yıldır liberalizmle muhafazakârlığın karşılıklı etkileşimine dikkat kesilsek de, aslında tüm bu ideolojiler bir diğeriyle çok yoğun bir etkileşim içinde ve ancak bu şekilde hem sağ hem de sol içinde yeni perspektifler edinilebiliyor. Yani kesişim kümelerinin büyüdüğü, ideolojik melezleşmelerin yoğunlaştığı ve safların sık sık birbirine karıştığı bir dünyadan söz ediyoruz…

Bu durumda, muhafazakârlığı diğer ideolojilerden ayrıştırmak adına, onun siyasi söyleminden başka, bir de toplumsal, ekonomik vs. boyutlarına daha dikkatle bakmak gerek… Mesela sosyal liberalizm gibi, “sosyal muhafazakârlık” diye bir şeyden de söz edilebilir mi? Böyle bir şey varsa nedir?

Yine gerilerden alarak cevaplamaya çalışayım. Modern dünyanın şekillenişinde rasyonalite arayışı, bürokratik merkezileşme temayülü, Aydınlanma felsefesinin etkisi, merkantilizm, sanayileşme ve buna bağlı olarak ortaya çıkan hızlı şehirleşme ve nihayetinde kitlelerin politikleşmesi, yasa koyucuları ve yorumcuları, ortaya çıkan bu yeni düzen hakkında bazı cevaplar aramaya sevk etti. Bugün ideolojilerle özdeşleştirdiğimiz birtakım düşünürler insan doğasına ve doğanın kendisine dair, piyasa, aracı müesseseler ve anayasa fikrine dair, otorite, özgürlük ve düzen anlayışına dair, fiziksel ve metafiziksel dünyalara dair bazen pratik, bazen kozmolojik bir anlayış geliştirmek istediler. Bunlar arasında muhafazakâr düşünce, örneğin devrimci ya da milliyetçi düşünce yumaklarının aksine, çok daha elastik (bu aynı zamanda ‘teorisiz’ diye de okunabilir) görünmüştür. Şüphesiz, muhafazakârlık sistematik ve programatik olmaktan ziyade bir değerler kümesi olarak şekillendi. Geçmişin bugünden daha güzel olduğu vurgusu örneğin; muhafazakârlığın sık sık gerçeklikten kopmasına, altın çağ mitosuna sığınmasına, derin bir melankoliye, çoğunlukla cumhuriyet-karşıtlığını da beraberinde getiren bir monarşizm sevdasına, yer yer de bilim ve teknolojiye şüphe duymasına yol açtı. Ancak itidal yönü bunu dengeledi çoğu zaman. Günü geldiğinde, Nazizm gibi büyük felaketlerin istinat duvarı da olabildi muhafazakârlık. Yani itidalin de ortadan kolayca kalkabildiği haller yok değil… Ancak Max Weber’e atıfla söyleyecek olursak, aklı demir bir kafese hapsetmediği –hatta aklı birinci derecede önemsemediği- için, muhafazakârlar birçok konuda bağlama göre pozisyon aldı. Bugün devrimci muhafazakârlıktan da, milliyetçi muhafazakârlıktan da, liberal muhafazakârlıktan da bahsediyor oluşumuz diğer birçok şeyden ziyade bununla alâkalı… Dolayısıyla yeni kavramsal açılımlar adına, “sosyal muhafazakâr”, “progressive muhafazakâr” diye bir şeylerden de bahsedebiliriz.

Bu durumda muhafazakârlığın başlıca referansı “geçmiş” ve onun bugüne uzanan eli olan “gelenek” olduğu için, yeni fikirlere, keşiflere, büyük değişikliklere sıcak bakmayan bir dünya görüşü olduğunu söylemek ve bilinmeyen yöntemlere karşı, bilinenle yetinmekten yana olduğunu belirtmek iyi bir özet olabilir mi?

Doğru! Yani çoğu zaman için bu doğru… Bilinenin, aşina olunanın sunduğu nispeten korunaklı, konforlu bir dünya var. Ancak merak, şüphe ve hayret pek çoğumuz için büyüleyici olagelmiştir. Şairler, filozoflar, maceraperestler, kâşifler, bilim insanları, peygamberler, azizeler, azizler hep bu bilinmeyene merak duymuş, oraya bakmış ve oradan haberler vermek istemiştir. Üstelik yaşamı iliklerine dek hissettiren, duyguları, düşünceleri harekete geçiren anlar da hep hayretle, merakla, şaşkınlıkla alâkalı. Kışkırtıcı bir fikir, bir şiirin inceliği, ya da yüce, ya da güzel kavramına ilişkin herhangi bir şey… Beklenmedik olan, sıradışı olan, olağanüstü olan, hazırlıksız yakalanılan her şey insan için çok cazip. Rutinler ve korunaklı limanlar, ezberler çok değerli elbet, fakat onlar kadar ezber-bozumları da öyle… Biri gece, biri gündüz gibi, bütünü anlamlı kılan ve iç içe geçerek hayatı güzelleştiren iki şeyden bahsediyoruz burada. Hepsi, her şey iç içe… Fakat bana sorarsanız, ben bu dünyada merak ve hayretten beslenen bir uğraştan daha değerli bir şey tasavvur edemiyorum. Bu yüzden geçmişin bilgece birikimlerini tümden ihmal etmeden, değişimin toplumsal yaşam için şart olduğunu muhafazakârların da bildiğini, ama yeni olana karşı itiraz ve inat etmeyi sevdiklerini düşünüyorum. Bence muhafazakârlık, diğer her şeyden çok bir inatçılık biçimi…

Fakat modern dünyanın değişim hızına inatçılıkla yaklaşan muhafazakârlık türleri arasında mutlaka farklılıklar da ortaya çıkıyor. Mesela Fransız muhafazakârlığıyla İngiliz muhafazakârlığı, Alman muhafazakârlığıyla Amerikan muhafazakârlığı bir olmasa gerek, değil mi?

Aslında muhafazakârlığın temel ilkeleri az çok belli. Bunlar düzen, gelenek, kurumsalcılık, ihtiyat, otoriteye rıza, gönüllü toplumsallık (yani cemaatçilik), pastoral güzelleme, devrime karşı evrim, kente karşı köy, evrensele karşı yerel gibi, değişimin hızından organik toplum anlayışına, bireyin rolünden mülkiyet haklarına varıncaya dek birçok şeyi açıklamakta muhafazakârlığın anahtar sözcükleri… Ancak başta söylediğim devrim-karşıtlığı, rasyonalizmin eleştirisi, sanayi toplumunun reddi gibi belli başlı büyük temalar, edebiyattan politik felsefeye dek pek çok eser ve fikir etrafında bir “Batı Avrupa muhafazakârlığı”ndan bahsetmeyi mümkün kılıyor. Din elbette çok önemli. En azından bireyin rolünü değiştiren büyük bir etkiye sahip; Protestanlığın şekillendirdiği bir toplumda, Katolik bir topluma göre elbette çok daha bireyselleşmeye meyilli bir muhafazakârlık söz konusu olacaktır. Bu da özgürlük anlayışının Katolisizmin belirleyici olduğu bir yere göre bir parça daha esnek hale gelmesi demek. Özgür birey, kamu otoritesine karşı daha talepkâr olacaktır. Kilisenin kimi geleneksel değerleri ve içtihatları biraz daha aşındırılmış bir muhafazakârlık olacaktır bu… Bu farklılıklar, Anglosakson dünyadaki muhafazakârlığın daha yumuşak, daha seküler, daha kozmopolit ve progressive olduğu yönünde birtakım kanaatleri doğuruyor ve bu kanaatler, büyük ölçüde haklı da görünüyor.

Bu sözleriniz cinsel devrim, kürtaj, kilise skandalları, gibi şeyleri hatırlattı. Bir de az önce andığınız Max Weber’i. Sahi, muhafazakârlık devletin de kilisenin de, diyanetin de başlıca belirleyici olamadığı bir dünyada gerçekten ne anlama geliyor?

Diğer bütün çağrışımlarını bir yana bırakırsak, muhafazakârlık, dünyanın değişim ve dönüşüm hızını –durdurmak değilse de– yavaşlatmaya çalışmak demek en çok da… Geçmişi bugünde var kılma ve zamanı bütünsellik içinde kavrama çabası. Tam da bu yüzden “gelenekten geleceğe” demeyi çok sever muhafazakârlar. Hâlbuki bunu derken meçhul bir gelecekten ve muhayyel bir geçmişten bahsettikleri çoğu zaman hatıra gelmez.

Hmm, enteresan! “Meçhul bir gelecek” ve “muhayyel bir geçmiş” ifadenizi biraz daha açabilir misiniz?

Tarihselci ve ütopya-karşıtı (ya da ütopyasız) bir yaklaşımdan söz ediyorum. Muhafazakârlığın gelecekte bir “altın çağ” beklentisi yoktur. “Zamanın sonuna doğru gidilen bir yoldayız ve hiçbirimiz önümüzü göremiyoruz” denir. Bu bir ilerleme değil, bir çöküş, bir ahir zaman yaklaşımıdır… Zaten ilerleme, muhafazakârların gözünde çok problemli bir kavram; bir mit! Muhafazakâr düşünürlere göre, insanlık, medeniyet tarihi boyunca yaşananlara bakılırsa aynı meseller etrafında dönüp duruyor. Geçmişten ders almak ve bugünü, geleceğe bir felaket halinde devretmemek muhafazakârların başlıca çabasıdır.

Değişim, eğer değiştirmek gerekiyorsa, olabildiğince yavaş ve kadife eldivenle yapılmalı. Yıkıp baştan yaparak değil, bozuk olanı devrimle devirerek değil; yamayarak, tamir ve tadil ederek, zamanın her şeyin ilacı olduğuna inanarak… Fakat bazen tadilat fayda etmez, göçmekte olan bir düzen varsa, bazen de sil baştan başlamak gerekir. Muhafazakârlar evi göçene kadar o evden çıkmak istemeyen insanlara benzetilebilir. “İnatçı” deme sebebim de bu.

Geleceği düşünmektense geçmişin güçlü etkisi altında olan; geçmişe sadakatle ilişkili bir şey muhafazakârlık… Türkiye’de de “Kökü mâzide olan âti” demelerine rağmen, muhafazakârların gelecek tasavvuru geçmiş tasavvurunun yanında neredeyse yok denecek kadar zayıftır. “Muhafazakârlar endişelidir ya da korkaklıktır” demiyorum, ama muhafazakârlar fetihçi dinamizme, asabiyeye sahip olmadıkları dönemlerde çoğunlukla gelecekten kaygılanır, uzak gelecektense korkar: Çocuklarının geleceğinden, toplumsal ar-namus-ahlak konularından korkar; distopik bir karşı-düzenden ya da teknolojik felaketlerden büyük endişeler duyup korkar; kıyametten ve öte-dünyadan korkar, vesaire…

Tereddüt” bir diğer anahtar sözcük. Muhafazakârlar yeni olana tereddütle yaklaşır. Az önce şakayla karışık söylediğim o muhafazakârlığa mahsus “inat”la beraber, yeni şeylere karşı heyecandan çok huzursuzluk duyarlar. Sonrasındaysa yeni kabul ettiğinde, onu geleneğin bir parçasıymışçasına eskiterek benimser ve gelenekselleştirerek takdim eder. Yeniliği “yenilik-olmayan” diye sunar ve yeniliğin kendisini yeniden kurarak ıslah eder.

Böylesine tedrici bir değişim isteği, bizi, muhafazakârlığı devrimden çok evrimle ilişkilendirmeye yönlendiriyor. Buna göre; toplumsal yaşam muhafazakâr düşünürlerce organik yaşamla eşitlenir. Kültür ve gelenek kalıtsal görülmeye başlar. Kalıtsallaştırmayla beraber, artık pek çok kültürel öğe ezelden beri o toplumda hep öyleydi zannedilir. Bu durumda felaketlerle ve zaferlerle, ibretlik kıssalarla ve destanlarla, hikmet ve bilgelikle dolu olan sosyal hafıza, mükemmeliyetten uzak olan insan türünün devamını sağlayan başlıca unsur olarak görülür. Hafıza ya da müktesebat adına “ara kurumlar” (yani loncalar, sivil toplum kuruluşları, cemaatler) toplumdaki değişim hızını ve ihtiyaçları en doğru gözleyen yerler olarak kabul görür. Karacaoğlan, Nasreddin Hoca, Yunus Emre diye konuşunca “Volksgeist”ı, yani halkın ruhunu, milli karakteri zahmetsizce kavrayıverir herkes.

Tam bu noktada hem bu “Volksgeist” konusunu işlediğiniz Türk Politik Kültüründe Romantizm’de hem de Terennüm, Tereddüt, Tahakküm: Türk Muhafazakârlığı adlı eserlerinizde yer tutan Türk muhafazakârlığının kökenlerine bakalım biraz da. Bizdeki muhafazakârlığın temelleri nerede ve referans dünyası neye denk düşüyor?

Türkiye’de de muhafazakârlık, modernliğin temel prensiplerinin gündeme gelmesiyle beraber ortaya çıkmaya başlıyor. Öncesinde zaten geleneksel düzen ve onun kuralları var, yani “O mâhiler ki derya içredir deryayı bilmezler” misali. Denizden başka bir yaşam alanı bilmeyen balıklar için ‘deniz’ diye bir şeyi dışsal bir gözle görüp tanımanın imkânsızlığından söz ediyoruz burada. Tahmin edebileceğiniz gibi, geleneksel dünyada hemen her şey zaten gelenekselken, geleneksellik merasimler dışında hiçbir yerde vurgulanmaz, hatta o geleneksellik kendi başına bir şey ifade etmez. Yenilik ve dolayısıyla eskiyi muhafaza etme derdi, Türk Politik Kültüründe Romantizm’de anlatmaya çalıştığım gibi, “teceddüt” (yani yenileşme) ve “temeddün” (yani medenileşme, modernleşme) kavramlarının giderek daha sık zikredilmesiyle ön plana çıkıyor.

Tanzimat ve Kırım Harbiyle beraber “Avrupa’yla karşılaşma anı” kesinlikle en önemli eşik! Burada Avrupa’yla gerçek ve kolektif bir karşılaşma söz konusu. İstanbul’a gelen askerler ve aileleri, yaşam biçimleri, kozmopolit muhitlerin doğuşu, mobilya ve teknolojik yenilikler ve daha ciddi bir dolu şey tecrübe ediliyor. Yaşam biçimiyle, kurumlarıyla, programıyla, devletin kendisini yeniden tanımlamaya çabalarken “devlet aklı”nda yaşanan dönüşümle o dönem çok önemli… Yüz yıldır küçük küçük adımlarla ilerlenen bir “Nizam-ı Cedid” (Yeni Düzen) tesis etme yolunda/arayışında Tanzimat dönemi –ki kabaca 1840’lardan 1870’lere uzanan dönemi kast ediyorum- çok büyük bir adım.

19. yüzyılda yaşanan sekülerleştirici, Batılılaştırıcı, kısmen de olsa şehirlileştirici ve eşitleştirici girişimlere tepkilerin birçoğunu Ahmet Cevdet Paşa gibi ilmiye sınıfından gelen figürlerde görebiliyoruz. Alafrangalaşma eleştirisi, gâvurlaşma korkusu, millet-i hâkime olma hissinin yitimi, padişahın mutlak iktidarına karşı meşrutiyet –ve hatta cumhuriyet- talebinin ortaya çıkışı, kadın hareketinin yavaş yavaş şekillenmesi, hürriyet-müsavat-uhuvvet diyen bir politik repertuarın doğuşu… Bütün bunlar okur-yazar çevrelerde dolaşıma girecek bir edebiyatın ortaya çıkışı, zamanla matbuatın daha geniş kitlelere ulaşması, okulların yaygınlaşması ve çeşitlenmesi… Dönem boyunca sarayın ve Babıâli’nin iradesiyle yapılan modernleşme hamlelerinin içinde büyüyen nesillerden bazıları ise modernleşmenin muarızları olarak ortaya çıkıyor ve bu da bize aşamalı olarak bir Türk muhafazakârlığı hediye ediyor. Tabii bu muhafazakârlık birçok bakımdan çok başarısız: Bugün hâlâ modern Türkiye’nin fikri anlamda kurucu babası olan Nâmık Kemal’in bütün yazılarını derleyip toplamayı ya da Cevdet Paşa’nın tüm metinlerini bugüne taşımayı bile başaramamış, gelenek deyip gururlandığı birçok şeye sahip çıkamayan, hatta itidalden çok uzaklara savrulabilen bir muhafazakârlık anlayışıyla yüz yüzeyiz…

Tanzimatla beraber Batı modernitesi ile karşılaşmanın etkisi nasıl oluyor peki? Yani köklerden bahsettik; gün yüzüne çıkan ilk tepkileri nasıl yorumluyorsunuz?
İlk kırılma Tanzimat, ama onun öncesindeyse yüz elli yıl dile gelen bir “bozulma” edebiyatı var. 17. yüzyıldan itibaren “eskiye özlem” Dersaadet’teki toplumsal-siyasal düşüncenin ayrılmaz bir parçası. “Eskiye birtakım dokunuşlarla yeni bir düzen verelim, onu tanzim edelim” deniyor, “onu ıslah edelim” deniyor. Yeniden yapmak (re-form) yerine tadilat yaparak ona sadık kalmak ilk etapta yeğlenen şey. Yani bir restorasyon çabası var. Geçmişten gelen ve aksasa da varlığını sürdüren o kurulu düzeni yitirme endişesi, zaman içinde belli belirsiz bir vatan yaratıp sonra o vatanını yitirme endişesine dek uzanıyor. İlk ve en güçlü tepki, Batının sanılandan çok daha ileri olduğunun görülmesi ve karşısındaki şaşkınlık. Modernleşme sürecimizin telaşla, plansız, pusulasız yürütülmesinde bu kafa karışıklığının payı büyük.

Bence muhafazakârlık için bu süreçte en büyük travmatik kırılma ise Cumhuriyet devrimleri. Ahmet Çiğdem’in ifadesiyle bu “okazyon”, Müslüman Türk toplumunda sultanın, halifeliğin, tekkelerin, Arap alfabesinin var ettiği toplumsal hafızayı, ne demiştik; kalıtsallaşmış karakteri, yüzlerce yıllık bir ezber dünyasını allak bullak etmiştir. Bu şokun etkisiyle, muhafazakârlık uzunca bir süre politik fikirlerini kültürel alana gömerek, kültürel değişim eleştirileri yaparak, kendisini belli ölçüde gizlemiştir.

Siz bir de Cumhuriyetin erken döneminden farklı olarak yeni bir muhafazakârlık biçiminden bahsediyorsunuz. Nedir Cumhuriyet dönemi muhafazakârlığı ve “yeni” olan?

Aslında dünyanın her yerinde görülen bir dönüşümden bahsediyorum. Bu, klasik muhafazakâr figür ve temalarla, yeni-muhafazakâr figür ve temaların farklılıkları üzerine kurulu bir değerlendirme. 1980’lerde yeni-muhafazakârlığın yeni-liberalizmle eklemlenmesi neticesinde ortaya çıkan ve dinselleştirilmiş bir dil kullanarak âvâmı tavlamayı, manipüle etmeyi başaran bir tarz bu. İçinden geçmekte olduğumuz Öfke Çağının tüm argümanlarını bazen mahir, bazen lümpen bir şekilde kullanan yeni-muhafazakârlık Türkiye’de klasik muhafazakârlığın değer ve söylemlerini İslamcılığın hizmetine sundu ve İslamcılık, liberallerin de bu koalisyona aracılık ettiği kısa bir aralıkta muhafazakârlığı 21. yüzyılda açıkça gördüğümüz üzere yuttu diyorum ben özetle. Bugün muhafazakârlık dediğimizde, edebi ve kültürel anlamda Yahya Kemal’in ya da Peyami Safa’nın muhafazakârlığından bahsetmiyoruz. Hatlar, halatlar koptu. Köprünün altından çok sular aktığı gibi, o eski köprü de yok artık.

Muhafazakârlar bile İslamcılarla muhafazakârları bir çatı altında birleştirmekte bir beis görmüyor. Hâlbuki Nâzım İrem’in “cumhuriyetçi muhafazakârlar” dediği İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Mustafa Şekip Tunç, Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi suretler bambaşka bir dertle meşguldü. Bir yandan toplumun hem çocuk (Rousseau’nun Emile’inin o nesil tarafından gördüğü ilgiyi hatırlayalım) hem yetişkin (yine Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’ne yapılan atıflara bakalım) terbiyesiyle ilgilenirken, bir yandan da zaman mefhumu ve bu yüzden Bergson’un felsefesi üzerine kafa yoruyorlardı. Bunlar aracılığıyla Doğu-Batı meselelerinin uzun uzadıya işlenmesi yoluyla da Batı medeniyetine Türkiye’yi temkinli bir biçimde dâhil etmeye çalışıyordu. Bu klasik muhafazakârlar korosu, 1920-1960 dönemi muhafazakârlığını temsil ediyor. Bu bakımdan Kemalizmin Yeni Türkiye projesiyle genellikle büyük tereddütlerine rağmen belli bir uyum içinde olan o çizgiden bambaşka bir yerdeyiz artık.

Bugün ismine ya da logosuna biraz Osmanlı sosu bulayarak Yahya Kemallerin Aziz İstanbul’unu Dubai’leştirmeye çalışan, geleneksel mahalle kültürünü öldüren ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da sertçe eleştirdiği üzere yaşadığı şehrin ruhunu yok eden bir yeni-kapitalist tavırla karşı karşıyayız. Tarihi, ihya veya restore değil, açıkça bozan eylem ve söyleme de, İslamcı enternasyonalist hareketin Türkiye’de kabul görmesi için mümessilliğini yapan bir (aslında en az birkaç) harekete de herkes kolayca “muhafazakârlık” diyor ve benim itirazlarımdan biri de buna. Türk muhafazakârlığının repertuarındaki her şey Soğuk Savaş sonrasının Türkiye’sinde kademeli olarak “yeni-İslamcılık” tarafından yutuldu ve hikâyenin bu kısmı pek sorgulanmıyor.

İslamcılaşan (ya da melezleşen) yeni-muhafazakârlar siyasi iktidarı uzunca bir süredir ellerinde tutuyor. Peki, kültürel alanda iktidar onlarda mı? Ya da değilse, bunca seneye rağmen hâlâ niye değil?

Dünyanın hiçbir yerinde, hem politik hem ekonomik iktidarı ele geçirmiş olmak, kültürel iktidarı da elde etmek anlamına gelmiyor. Kültür dünyası radikal dönüşümlere, mutlak zafer ve yenilgilere öyle hemen zemin olan bir yer değildir. Orada vekil seçer gibi bir seçim yapılmıyor, kamu ihaleleriyle entelektüel veya sanatçı olunmuyor. Bütün üniversiteler ya da gazete ve televizyonlar birbirine benzeyen suretlerle, fikirlerle, yapımlarla da donatılsa; sanatta, felsefede, sporda on yılların birikimi başka bir şey… Tek Parti döneminde Tercüme Bürosu’nu ve edebiyat klasiklerinin Türkçeye kazandırılmasını bir düşünün. O kadroların ortaya çıkışını, devlet bursuyla yurtdışına gönderilen insanları ve onların yurda dönüşteki çalışma azmini, idealizmini… Harp zamanı Türkiye’ye gelen Çarlık Türklerinin memlekete katkısını hatırlayın; sonra Otuzlarda Almanya’dan gelen Nazi-mağduru akademisyenleri ve onların asistanlığını yapan kadroları da hesaba katın. Bu insanların bir arada, Türkiye’den bakarak, Türkçeyi zenginleştirerek, birlikte bir şey inşa etme becerisini düşünün. Bugün “Beyaz Türk” diye nitelenen hemen her aile, o günlerin geceli gündüzlü çalışan entelektüellerinin, bürokratlarının soyadını taşıyor. Peki restorasyondan tiyatroya, resimden felsefeye Soğuk Savaş sonrası muhafazakârlığından böyle bir şey çıktı mı? Bunu bir düşünelim…

Çok değil, birkaç yıl önce bir “Muhafazakâr Sanat Manifestosu” yazmıştı İskender Pala. Ne oldu mesela o? Sayıları belki bir milyonu bulan şehirli new age muhafazakâra Elif Şafak bir Mevlana romanı okuttu, hatırlarsanız. Sonrasında ortaya çıkan şey, birkaç yeni ney ve hat kursuyla beraber, “Allah De, Gerisini Bırak”tan daha fazlası olmadı, olamadı. Necip Fazıl’ın piyeslerini sahnelemekten daha yeni ne yapıyor muhafazakâr dramaturglar? Kent meydanlarındaki yeni nesil heykelleri, anıtları, cami estetiğini falan hiç konuşmayalım. İlçe belediyelerinin düzenleyeceği bir Necip Fazıl, Cemil Meriç ya da Sezai Karakoç sempozyumunda yeni bir söz söylemeye imkânınız yok. Olmuyor; çünkü buralarda “mahalle baskısı”yla filtrelenmiş düşünceler dile gelebiliyor ancak.

Peki, ben yerli ve milli değil miyim? Türkçe düşünüp yazıyor, Türkçe yayın yapıyorum. Bir yandan dünya tarihinden, sanatından, felsefesinden çeviriler yaptırıp yayınlatarak dışarıdan içeriye bilgi ve kültür taşımaya çalışıyorum, bir yandan da her şeye rağmen dünyaya İstanbul’dan, Türkiye’den bakarak, Türkiye’nin dertleriyle dertlenerek bir eleştiride, öneride bulunmaya çalışıyorum. Yaşadığım bir dolu acı tecrübeye rağmen bu memlekete olan bağlılığım nedeniyle. Bu küreselleşme çağında, bu dönemde hiçbir yere gitmeyip bunlarla uğraşırken, siz söyleyin, bundan daha yerli olunabilir mi?

Öbür yandan, güncel siyasetin sözel sertliğini hesaba kattığımızda, sadece muhafazakârlar için değil, toplumun herhangi bir kesimi için, eleştirel düşünceden, self-kritikten, özgür sanattan, başka kültürlerin de en az bizimki kadar muteber olabileceği fikrinden bahsetmek beyhude hale geliyor… Bu noktada Türk muhafazakârlığının da, onu melezleştiren Türk İslamcılığının da, onlarla yakın komşu durumundaki milliyetçi hareketin de ve elbette ulusalcıların falan da bence bunca yorgunluktan sonra artık sakinleşmesi, hüsranlarını, hınçlarını, öfkelerini bir kenara koyması gerekiyor. 21. yüzyılda kültürel iktidar için hamaset değil, plan-program, “non-conformist” zihinler ve kurumsallık gerek çünkü. Ve bu ülkenin bunu karşılayacak “yerli insan kaynağı” yok değil…

Muhafazakârlık, İslamcılık, dindarlık, milliyetçilik, yerlicilik, 1071’cilik, 1453’çülük, Yeni Osmanlıcılık, Batı karşıtlığı ve Ortadoğuculuk… Sanki bunların hepsinin birbirine karıştığı bir yerdeyiz. Bunları hâlâ ayırmamız gerektiğini düşünüyor musunuz?

Elbette. Aksi nasıl mümkün olabilir ki? Tanıl Bora’nın bu konudaki ayrımını çok isabetli buluyorum. Türk sağının katı, sıvı ve gaz halidir milliyetçilik, muhafazakârlık ve İslamcılık. Dindarlık ise insanların şu yıldızlı göklerle vicdanlarındaki ahlak yasası arasındaki bir şey… Orası mahrem alan. Milliyetçilik de giremez oraya, Kemalizm de, İslamcılık da…

Ben Türkiye’nin hâlâ her şeye rağmen bir Ortadoğu ülkesi olmadığına inananlardanım. En son Beyrut’u gezdiğimde buna bir kez daha iman tazeledim. Ortadoğu’nun huzursuz edici etkilerine çok daha maruz kalınan şu son birkaç yıla bakmayalım. Ortalığa dökülen ve televizyonlara taşınan tarikatçılara, şeyhlere de çok takılmamak lazım. Türkiye tüm Doğulu reflekslerine rağmen hâlâ Avrupa’nın doğusundaki en Batılı devlettir. Asyatik hafızası tazelenmiş görünse de, Türkiye’de toplum da zannedilenden çok daha fazla Batılıdır. Hatta Türklerin, Ortadoğu halklarına ilişkin olarak Batılılardan geri kalmayacak ölçüde Oryantalist önyargıları olan bir toplum olduğunu da hatırlatmak isterim. Öyle ki, Türklerin İslamcıları dahi diğer Müslüman toplumlara hâlâ hafifçe bir burun kıvırır; başkalarıyla kendi pratiklerini kıyaslayarak “Müslümanlık yine –bu “yine” önemli– en güzel bizim ülkemizde yaşanıyor, çok şükür” der çoğu.

Öte yandan, muhafazakâr, milliyetçi ve İslamcı çevrelerin dindar ailelerince yetiştirilen gençlere, gençliğe bakınca Türkiye’nin ne denli dinamik ve akışkan olduğunu görüyoruz. Unutmayalım ki, dindarlıkla nihilizm kapı komşusudur (Bununla ne demek istediğimi Türk Muhafazakârlığı kitabımın son bölümünde anlatmıştım). Açıkçası, ben 2020’li yılların ortalarından itibaren muhafazakâr gündeme dair çok başka şeyler konuşacağımıza eminim.

Son bir soruyla toparlayalım. 2010’ların eşiğinde, İdris Küçükömer’in Türkiye’de sol sağdır, sağ da soldur” tezi tartışılıyordu. 2010’ların sonlarında siz “Türkiye’de sol sağdır, ama sağ da sağdır” diyorsunuz. Peki, neden Türkiye’de sol sağdır veya sol yoktur? Ve neden Türkiye’de her şey sağ ve herkes sağcı?

İdris Küçükömer’in kabaca “Türkiye’de sol sağdır, sağ da soldur” minvalindeki tezi 2007’lerden itibaren coşkuyla adeta kutsanırken söylemeye başladığım şeyi bugün de savunuyorum: Türkiye’de legal zeminde yer tutan sol ‘sağ’dır, sağ da ‘daha sağ’dır ve politik sahnedeki hemen her şey sağcılarla daha sağcıların mücadelesidir. Bugün her yerde vitrinleri, eylemleri, söylemleri sağ popülizm şekillendiriyor. Gerçek bir sosyalist enternasyonal vizyona sahip olan da yok, gerçek bir İslamcı enternasyonal vizyona sahip olan da…

Buna çok da şaşırmamak lâzım. Türkiye modern dünyanın ideolojilerinin klasik metinleriyle, kavramsal düşünceyle, akademik terbiyeyle hâlâ yeni yeni tanışıyor. On yıllardır süregiden bir sansür, yüzyıllar içinde yayımlanmış bir avuç kitap, yüz yıllık mâzisi bile olmayan üniversite ve kütüphane kurma deneyimi, düşüncenin ve sanatın kamusal dilde sürekli itibarsızlaştırılması… Biz böyle bir birikim üzerinde hareket ediyoruz. Yüz yıldır toplumu yöneten partiler değişse de, gerideki bürokratik akıl, polisiye tedbirlerle entelektüel gelişime hep set çekmiş. Buna Hamidiye dönemi de dâhil, CHP ve Demokrat Parti dönemi de… Yurtdışına gitmek zor, yurtdışından bir şey getirmek zor. Bir avuç insandan bahsediyoruz haliyle… Koca Türk modernleşme serüveni on-on beş kişinin birbiriyle dostluğu, düşmanlığı, polemiği demek bir bakıma… Maalesef Küçükömer’in argümanlarının da, Kemal Tahir’in tezlerinin de, mesela Attila İlhan’ın veya Doğan Avcıoğlu’nun tezlerininki gibi, dünyanın geri kalanıyla bağlantısı zayıf. Bunlar 1960-80 döneminin Üçüncü Dünya milliyetçiliği refleksleriyle okuyabileceğimiz oldu-bitti tezleri. Oysa yaşadığımız dünya çok daha karmaşık; bundan elli yıl önce de öyleydi, elli yıl sonra da böyle olacak.

Hocam çok teşekkürler.

Ben teşekkür ederim.