Çadırların önünde bağdaş kurmuş düşünürken sisle kaplı dağları izliyorlardı. Kuru çam dallarının yanarken çıkardığı sesler, etraftaki kuşların cıvıltısı, kaynayan suyun sesi ikisine de huzur veriyordu. Yanan çam dallarının kokusu etrafa yayılırken, ikisi de kim bilir kimi ya da neyi düşünüyordu. Çaydanlıktaki su taşıp ateşi söndürünce Hüseyin yerinden kalkıp çayı demlemeye koyuldu. Kangal hala uyumaktaydı. Sağlam iki ağacın arasına kurulmuş hamak, üstündeki kitapla birlikte, rüzgarın etkisiyle sallanıyordu. Yavaş yavaş aydınlanan havada, soluk bir hilal belli belirsiz asılı duruyordu. Dün gece ateş başında giriştikleri, yarıda kalan tartışma aklına geldi Özgür’ün:

-Ay’a baksana. Ne güzel duruyor. Güneş doğunca kaybolacak olması çok kötü.

-Ne diyorsun sabah sabah?

-Ay’dan bahsediyorum. Güneş doğunca onu nasıl unuttuğumuzdan.

-Ne var bunda? Güneş varken kim ne yapsın Ay’ı?

-Hep Ay Dede deriz ama aslında bir çocuk gibi daha çok. Yani, Ay Bebe demek daha iyi olmaz mı?

-Ay Bebe mi? Sen dün bulduğumuz mantarlardan mı yedin yoksa?

-Kanlıca mantarı onlar. Burası da Ilgaz Dağı, Amsterdam değil.

-Ne saçmalıyorsun öyleyse?

-Ay Bebe… Kant der ki, akıl çocukken dogmatiktir. Ona verilen bilgiyi olduğu gibi alır ve mutlak gerçek olarak algılar. Ay da öyle yapmaz mı?

-Güneş’ten aldığı ışığı bize yansıtır yani. Üzerinde yorum yapmaz, eleştirmez, kafa yormaz.

-Evet aynen öyle. Ve hiçbir zaman büyümeyecek. Biraz büyüse, yani ergenliğe girse, o zaman kuşkucu dönemi başlayacak. Fakat en büyük hali bile bir Dolunay.

-Peki senin en büyük halin ne?

-Sanırım benim de daha fazla büyümem imkânsız.

-Neden imkânsız olsun? Sen büyümek istemediğin için böylesin zaten.

-Büyümek, kabullenmek demektir. İçindeki kuşkuları öldürmek, dünyayı olduğu şekliyle kabul etmek. Ben her şeye rağmen biraz romantiğim bu konuda. Hayalimdeki dünyanın aslında gerçek olabileceğine inanıyorum. Belki de bunu aşamadığım için büyüyemiyorum.

-Bu kadar laf kalabalığına hiç gerek yok aslında. Sen sadece korkak olduğun için büyüyemiyorsun. Faturalar, bir bebeğin altını değiştirmek, ev kirası, Mortgage… Bunlar seni korkutuyor. Düzenli olmaktan, her gün işe gidip gelmekten korkuyorsun.

-Korkuyorum elbette. Kim ister ki böyle bir hayatı?

-Ben istedim. Ve şimdi gayet iyi bir hayatım var.

-Hayatın çok iyi olduğu için benim yanıma, bu ıssız yerlere gelip kafa dinlemek için can atıyorsun!

-Ara sıra uzaklaşmak iyidir.

Sönen ateşin etrafına oturup kahvaltılarını yaptılar. Kahvaltı sırasında birbirleriyle göz teması kurmadan yediklerine odaklandılar ve bir an önce bitirip çaylarının keyfini çıkardılar. Hüseyin hamağa yönelmişti ki, Özgür seslendi:

-Güneş tepeye çıkmadan yola koyulalım. Yoksa ikimiz de yanarız. Burası tatil köyü değil.

Çadırlarını ve çöplerini toplayıp yola koyuldular. Kangal da peşlerinden yürümeye başladı. Dar patikalardan ine çıka en sonunda bir düzlüğe vardılar. İkisi de yorulmuştu. Bir ağacın altına oturup dinlenmeye karar verdiler. Güneş varlığını hissettirmeye başlamıştı. Ay ise hala, ben de buradayım, diyordu. Kısa bir moladan sonra yeniden yola koyuldular.

Yaban çiçeklerinin kokusu, genizlerini yakacak kadar yoğundu. Güneş omuzlarını kavuruyor, ter içinde kalsalar bile yola devam ediyorlardı. Esmer olan ıslık çalıyordu adımlarının ritmine uydurmaya çalışarak. Kısa süre dinledikten sonra diğeri de eşlik etmeye başladı. Önlerinde yürüyen kangal, kuyruğunu dikmiş, etrafı dikkatlice süzerken, sıcaktan bir hayli etkilendiği de dilinden okunuyordu. Özgür, ıslık çalmayı kesti.

-Sen de sıkılıyor musun bazen?

-Neden?

-Ne bileyim. İşten, hayattan…

-İlla ki.

-Ne yapıyorsun peki sıkılınca?

-Tatile çıkıyorum.

-Geçiyor mu sonra?

-Geçiyor.

-Benim her günüm tatil ama yine sıkıldım.

Yeniden ıslık çalmaya başladı. Tarlaların arasındaki yolda ne kadardır yürüdüklerini unutmuşlardı. Köydeki bazı evlerin bacalarından dumanlar yükseliyordu. Bu evlerde, köyün en yaşlı nineleri yaşadığı için, hava ne kadar sıcak olsa da sobalar yanardı. Esmer olan, dumanlara dalmış yürürken, kışın beyaz, yazın kızıl tenli olan Hüseyin sessizliği bozdu.

-Sen değil miydin buraya gelmek isteyen? İstanbul’u bırakıp buraya geldin. Köyünde, yeşiller içinde yaşıyorsun. Neden sıkıldın şimdi?

-Ne bileyim. Sıkıldım işte. Bir şeyler eksik.

-E, ne yapacaksın?

-Eve gidelim de düşünürüz.

Yürümeye devam ettiler. Kangal ara sıra gruptan ayrılıp yolu kontrol ediyor, sonra tekrar gelip iki gencin önünde yürüyordu. Boynunda tasması yoktu. İstese, kaçar giderdi. Bir daha da dönmezdi ama alışmıştı bu köye. Karnı doyuyordu ve yaptığı zor bir iş de yoktu. Üç-beş koyuna sahip çıkmak, geceleri yabancılara havlamak da onun için sıradan şeylerdi.

Sonunda köye ulaştılar. Kangal, arka ayaklarının üzerine kalkıp, köy merkezindeki oluktan kana kana suyunu içti. İki genç, avluya yüklerini bırakıp, oldukları yere uzandılar.

– Şehirdeki işleri mi tercih ederdin?

-Hayır tabi ki. Burada vücudum yorulsa da ruhum dinleniyor. Ayrıca kimseye bağlı da değilim.

-E neden sıkılıyorsun o zaman?

-Aylardır aynı şeyleri yapıyorum. İstanbul’a bir geceliğine de olsa dönüp güzelce dağıtmak geçiyor içimden.

-Seni tutan yok.

-Gidersem geri dönemeyeceğimden korkuyorum. En azından emeğimin karşılığını göreyim. Hasada ne kaldı şurada…

-Hasattan sonra peki?

-Allah kerim.

-Hangi Allah?

İkisi birden gülümsedi. Duyan oldu mu diye etrafa bakındılar. Kimsecikler yoktu.

Sobalı odaya geçtiler. Esmer gencin babaannesi, sobanın kenarında kıvrılmış yatıyordu. Beyaz bir kedi de hemen yanı başındaydı. Yemek hazırlığına koyuldular. Biri çay suyunu sobanın üzerine koyarken diğeri sofrayı kurdu. Her şey hazır olunca babaannesini uyandırmak için omzuna dokunan Özgür, o an bir şeylerin yolunda olmadığını hissetti. Babaannesini omzundan tuttu, sırt üstü yatırdı. Zayıf vücudu Özgür’ün kolları arasında öylece duruyordu. Babaannesinin solmuş tenini gören Özgür, başını çevirdiğinde tarladaki başakları gördü. Yaşlı kadını yatağına yatırıp dışarı çıktı ve köyün imamını aramaya başladı. Bu sırada köydeki insanlar da haberi alıp eve doluşmuştu.

İmamla birlikte eve doğru yürürken bacadan duman yükselmediğini farketti. Eve ulaştıklarında her şey yerli yerindeydi. Babaannesi huzur içinde doğaya dönen Özgür, hasat vaktini düşündü. Çok az kalmıştı…