sonra o” sandı ki daima onu yazdım.

öldürüldüklerinden, öldürdüklerine tekrar tekrar içime akıtılan bulmacayı yaktım.

yakmadım. yazmadım.

yüklenip taşıdım janus, j a n u s, … lar; havalandırdım bütün gece amâsei – mâ – tomarla ray cızırtısı, serüvenlerin sustuğu lükens komodin, kapris propagandacısı yatak, kapının arkasında ne var’ı…

yargı yok, infaz var.

zavallı adanmışlık: dildeki hay hay böceciği. elinden alınanla eline tutuşturulanı ölçmek için cirmini dolandı, anlam kaçkını çarkçıbaşıcısı zamanın. kanaat icra eden yara kanadından inmiyor. inmeyecek. kendi eyleminde efendilik taslıyor. mümkünün şarkısına zehri yeğliyor pansuman.

– hayatı dışından okşayan elin ilk dokunacağı yer neresi?

daha boğulamadığın sular var, diye, çıkıştı lavabodaki alıngan hay hay.

bekletmek önerdi lavabodakinin bilmediğini güvertede bir başkası, adanmışlık öncesi duraksama.

adanmışlığımı düşünürken kendi adanmışlığının ben’lerini çatlattığı yerin adanmışlığının gürültüsüyle sordu:

– yılan mı?

iltifatı bu soruda zahir. yorumlanır mı nietzsche mi deli, spinoza mı anomi?

soylu anlayışın bedel ödenmiş başlangıcı vardır. en esaslı aforizmayı şeyhmus söyler var midye”, felsefe anlayamaz bunu.

izmir, çoktan, kirpikleriyle girmiştir meyhaneye, bir mavna girmiştir güvertesinde galaksiler, peş peşe dört durak girmiştir: sadıkbey – köprü – karantina – karataş.

cumhuriyetin özetini sorsalar, bu duraklardır, derim.

hay… çukurdan çukura/ köprünün/ derinliğinde/ zarafet çalkalanan/ soluşuyla birlikte giyildi/ yeşil elbise/ tekrar tekrar/ şehrin yakılanları da/…

hay hay, dedi, bir değil iki kadın mahşeri.

iki vakitsiz güz mesafesi, hay hay!

nevrozlu bir jupon, hay…!

ıssız kere ıssızı tırmalayan kedi metafizik bir oyuk/

– oyuk bunaklığı selâmettir bize/

– oyuklarda bulduk biz o”yu/

– düğümleri şifalandırdık o”nun boynuna/

– halatlandırdık suyu o”ya/

– fraktal oyunlar düşlettirdik çıplaklığına/

– daimalarda tavsiyemiz o”/

daimalarda iki kahveler içtikler,

daimalarda iki bisküviler,

daimalarda bandırıldıkça erimeler,

daimalarda irin gibi,

daimalarda bayılırdıklar…

yorum kabul etmeyeni neyle betimlemeli ki tekrarında varmış gibinin daima muamma tadında hatırası hafızanın da fahşasıysa?

felsefe nereden bilsin, eskiden bütün irinler tecrübeli birer tatlıydı.

mitera’nın kalburabastısı gibi, abiga’nın marzipanları gibi, hago’nun kârhane halkası, filibeli’nin şambalisi gibi… malzemesiz, nesnesiz, vitrinsiz…

mümkünler ukalası ilk hay hay kendi tınısında pörsüyüverdi bunu duyunca acı acı;

dünyanın acısına başkaldırırken diğeri müneccim taşlarla doğradı uluyan bacaklarını;

öteki hay hay saksıya indi, bir acı kökten krizantemi uyumak için;

gerçeği bilen hay hay, en çok kendinde afalladı.

zaten o” da bir afallama sonatıydı gecede. çalakalem bir enstrümanla dönüp durdu kendi kendinin ortasında, ortada tutunacak bir şeyi olsun diye.

sahi, ne yapılırdı tutunacak bir şeyle ortada?

boynunda nükseden düğüm bilmiyor mu, gün gelir tekrarlar da boğulur hafızasında istiflenen hatıra ağırlığıyla.

her şeyin boğulduğunu hâlâ/

kendiliğinden sanıyor o”/

bir güverteyi aldığını da.

oysa mavnaların güvertesi olmuyor.

_____

ERKAN KARAKİRAZ’IN YORUMU

Ayşen Deniz Onaral’ın Hay Hay Böceği ismini verdiği öyküsü, bir yandan dolup taşmış, bir şeylerin sınırına gelmiş anlatıcısının bilincini takip ederken diğer yandan anlatıcının söylediklerini, düşündüklerini, eylediklerini, içinde bulunduğu anı ve geçmişini kabullenmesi ve yadsımasıyla ilerliyor. Araya giren ‘öteki’nin sesiyle bu kabullenme ve yadsıma hâli, birbirine dönüşen duygu durumlarının zihin faliyeti içerisinde çoğalıp şiddetini, kametini artırdığı, sürekli tekrarlanan bir açmaza dönüşüyor.

Onaral, hafızanın önemini onu tehlikelere maruz bırakarak gösterme yöntemini izleyip anlatıcısını ve okurunu bilincin ve bilinçaltının yarı aydınlık dehlizlerinde dolaştırıyor. Trajik tonu oldukça yüksekte duran öykünün sıçramalarında, yazarın yaşadığı şehrin aşinası veya yerlisi olan okura tanıdık ve belki de beklenmedik derecede eğlenceli gelebilecek atıflarda bulunması, o kısacık anlarda, ‘son’un içerisinden ‘başlangıç’, zifiri karanlıktan ışık parçacıkları çıkmasına neden oluyor.

Adanmışlıkla donanmış anlatıcı ise habitatında açtığı cephede, öncü düşüncelerle küçük birliklerden oluşan düşünceler arasında sürdürdüğü bilinç akışı çarpışmalarında, hem hikâyesini dillendirdiği yine adanmışlık içerisindeki kişinin cesediyle hem de kendi cesediyle karşılaşıyor. Çarpışmanın sonucu bir boğulmaya denk geliyorsa da gerçek cesetler söz konusu değil elbette.

Şunu sorabiliriz: hafıza hangi çentikte tamamen yitip gider? Ayrıca bu noktada, bedenle birlikte hafıza da yitip gittiğinde kendini açık eden geri dönüşü mümkün olmayan bir kayıptan söz edebiliriz. Kaybı, insanlık ölçeğinde ele alıp düşündüğümüzde görsel, işitsel, bilişsel, enformatik mirasın -tüm kayda geçirilmiş veriye karşın- yüksek oranda zarar göreceğini ön görebiliriz.

Onaral’ın öykücülüğü, Hay Hay Böceği özelinde, bütünün parçalara bölünüp dağıtılarak varlık bulduğu, öykü fikrinin çelişkilerine ve yeni varsayımlarına göz dikildiği bir yapıda karşımıza çıkıyor. Yazar, akıl ve mantığın zorlukla kabul edebileceği bir söylemi, akışı, kurguyu üzerimize boca ediyor ve bu unsurları türlü badirelerden geçirip mantığa bürüyor; yaşamı olduğu gibi kabul ediyor.