Yıllar geçti. Evrenin yaşı. Tapınaksız çağlar.

TEKNELERİN pruvalarında bulunan gemi başı süslerinin çoğu, yüzyıllar boyunca adları bilinmeyen ustalar tarafından yapıldı. Bunlar çoğunlukla ahşaptan oyulan kadın figürleriydi. Bir ya da iki göğsü açıkta gösteren bu tür figürler hem ticari gemilerde hem de savaş gemilerinde popülerdi. Denizciler batıl inançları olan insanlardı. Onlara göre gemideki kadınlar şanssızdı ve yarı çıplak kadın bedeninin denizdeki fırtınaları dindirdiğine inanıyorlardı.

CENİN pozisyonunda yatıyorum. Yıllardır böyle yatarım. Yoksa nefes alamam. Yatağın pencereye bakan sol tarafı benim. Sol avucumu sol şakağımın altına, sağ elimi dizlerimin arasına sokar, uyumaya çalışırım. Bazen uyku tutmaz, pencerenin perdesiyle bakışıp oyalanırım. İçimden koyun, kuzu, keçi saymam. Bunun yerine düşünüp dururum. Uykuya dalabilmek ve güzel bir rüya görmek isterim. Geçen gece de böyle oldu. Pencereye dalıp gittim, perdenin kırışıklarını düzelttim, üzerine düşen pırıltılı kenevir yapraklarını ve krizantem çiçeklerini seyrettim, zamanın çenesini gevşettiği bir uzamda gecenin uzayan ve şiddetlenen seslerini dinledim. Bir köpek havladı. Nedenini merak etmedim. Alaya da almadım. Büyük yapıtına “Tanrı’dan dilerim ki,” diye başlayan Lautréamont sayesinde bildiğimi düşündüm: “Sonsuzluğun o tutkusu yatışmaz hasretini çekmektedir onlar, tıpkı senin gibi, benim gibi, tıpkı soluk, zayıf yüzlü öteki insanlar gibi.”[1] Köpek bir kez daha havladı. Aklıma gençliğim geldi. Üniversitede asistanlık yaptığım yıllarda genç bir kadınla tanışmıştım. Yirmili yaşlarının başındaydı. Bense yirmili yaşlarımın sonlarına yaklaşmaktaydım. Yarısı toprak altındaki evimde Benjamin sevgilimle birlikte yaşıyordum. O ise İstanbul’da ailesinin yanında kalıyordu. Yüzünü hiç görmedim; yan yana hiç gelmedik. Sadece internet üzerinden harikulade, tadına doyulmaz sohbetler yaptık. O zamanlar, şimdi adını anımsayamadığım bir sohbet programı vardı, sanırım logosu bir çiçekti. O gencecik çiçek beni çok etkiledi. Benjamin’den, Frankfurt Okulu’ndan, her şeyden haberdardı. Ama beni derinden etkileyen bir özelliği vardı. Maldoror’un Şarkıları’nı Fransızca aslından okumuştu. Bilirsiniz, şarkılar yalan söylemez. Anlaşılmak falan da istemezler. Ama o bu korkunç şarkıları anlamıştı. Melankolik kişiliklerin ortak özelliği. Yitirmek. Cesaret. Bedel ödeme isteği. Buna bir de pırıltılı bir zekâyı ekleyin. Haliniz duman. O günden sonra hayatının nasıl karardığını anlatmıştı bana, kederli sesiyle. Şiire bulaşan iflah olmuyor, demişti. Sonra birden ortadan kayboldu. Birkaç hafta konuşamadık. Tekrar ekran başına döndüğünde anlattıkları beni hüngür hüngür ağlattı. Ofisin kapısını kilitledim. Akademinin de böyle lüksleri var. Gerçekten tanışmadığım, yüzünü görmediğim bir insan için doyasıya ağladım. Sesi yetmişti! Ona kızdım. Kalkıştığı eylemi anlamsız bulduğumu söyledim. Acıdan ve ölümden beslenme dedim. Her şey yaşanması gerektiği gibi yaşanır dedim. İzin ver acının dinmesine dedim. Sabahın olmasına, sisin dağılmasına, izin ver. Boğazlama kendini dedim. Bu tür şeyler. Benjamin üzerine yazdığım en sıkı yazıyı ona, onun hatırasına adadım. “Bağırıyor gemim: Ah, yatak! Yağmur olup yalvardım bütün kış. Üç kez düştüm eski savaşlarda. Bilekler kırıldı, halatlar koptu. Bilmezdim çamurun bu kadar güçlü olduğunu. Benden aç.” Onun imgesi silinir silinmez Hypnos ile Nyks geldiler. Birlikte. Biri bir gözkapağımı, diğeri diğer gözümün pınarını usulca öptü. Ve ben kayıp adama rastlayacağımı ve uykumda jazz dinleyeceğimi sanıp sevindim. Ama rüyamda yontulmuştum.

SONA yaklaşıyorum. Çeviride ve her şeyde. Kitabın te en başından beri yaptığım tahminlerin tutmasını düşünüyorum. Sevinsem mi, üzülsem mi? Bilemiyorum. Tutmasa ne olurdu sanki! Daha iyi bile olurdu belki. Bu yazdıklarım silinir miydi? Keşke hemen şimdi silinseler. Bir gün silinecekler elbet, ama ben bunu göremeyeceğim. Çünkü o kadar vaktim kalmadı. Umarım bir Palimpsest’e layık, kalbi titreten tek bir cümle, tek bir dize yazabilmişimdir. Yola çıkarken demedim mi? Dedim. Kendimi meraka bırakacağımı söyledim. Yine de bu çok tuhaf. Son olarak dün gece, en ürpertici eşleşmeye rastladım. Ya da bana öyle geldi. Bayan Unguentine denizciye âşık olduğunda gencecik bir kız çocuğuydu, ona ilk rastladığı anı kırk yıl sonra anımsarken şöyle bir cümle kurdu: “Bu olay, mavna, mekanik orman ve bundan kısa bir süre sonra, asla öğrenemediğim, gizli kalması gereken bir şekilde ilk ve son kez ortadan kaybolduğu an; tüm bunlar başına peş peşe gelmiş olmalı, ama bence doğru zamanda, hatta biraz geç bile, çünkü tam da benim gibi onu da, önce kendi doğru zamanı terk etmiş olmalı. Hiç şüphesiz beni duydu. Git. Durma terk et, çok geç olmadan.” Hoş, hep olduğu gibi yazar yine tuhaf bir kelime seçmişti: “empty”. Ama bence kastı buydu. İnsanın içinin boşalması bu değil de nedir? Bin bir güçlükle yaratılan çift ya da çok kişilik yaşam ritminin bozulması için, içimizdeki zamanın öksürmesi bile yeterlidir. Boşluğun.

 

“ARTIK oluyor,” dedi.

“Nasıl yani?” dedim.

“Devir değişti. Amazon çağına girdik,” dedi.

“Yeni bir Amazon çağı mı yani?” diye sordum. Şaşırmıştım. “Bu nasıl olabilir?”

“Oldu bile,” dedi. “Roller değişti, av avcı, avcı da av oldu,” dedi.

“Kur da mı yapamayacağız artık?” diye sordum merakla. Aklıma ilk o gelmişti.

“Dene de gör,” dedi, “seni anında yaparlar.”

“Ne yaparlar?”

“Yağından sabun, kanından astar boya, kemiklerinden pudra yaparlar,” dedi.

“Kemiklerim dursaydı bari,” dedim. “Kemikliğe koysalardı.”

“Yer yok,” dedi. Doğru, yer yoktu.

“Hayatın tadı tuzu kalmadı yani,” dedim. Sırıtarak.

“O senin yorumun,” dedi. Doğru, benim yorumumdu.

“Saçından da mızrak süsü.” Şükür ki saçım yoktu.

“Zaten seni yapmışlar,” dedi.

Birden işin ciddiyetini kavradım. Ürperdim. Doğru, yapmışlardı. Boşa sırıtıyordum. Geri aldım. İçime kasvet çöktü. Hayatımın kalanı böyle mi geçecekti? Derin bir ah çektim. Sonra.

“Erkekten gemi başı süsü mü olur?” demek geldi aklıma. Dedim. Ama fısıltıyla. Bir şans arandım. Dokunsa ağlayabilirdim.

“Oldu bile,” dedi. “Bak!”

“Ama ben güzel değilim ki,” dedim. “Şuna bak!”

“Ne dedin?”

“Ama ben güzel değilim ki. Şuna bak!” diye bağırdım. Bağırır bağırmaz gözlerimden yaşlar boşandı. Ani bir rahatlama hissettim.

“Kadınlar erkeklerde başka özellikler arar,” dedi.

“Ne gibi?” dedim.

“Sendekiler gibi,” dedi.

Üstelemedim. Gözlerimi indirip kendime baktım, bir özellik arandım. Zavallı ben. Gözyaşlarım yağmur gibi bedenimi ıslatıyordu.

“Gözlerimi siler misin?” dedim. Sildi.

Daha dikkatli baktım. Şimdi görüyordum. Çıplaktım. Şaşkındım. Kim soydu beni?

“Ama cenin pozisyonundayım!” diye üsteledim. Bir yanlışlık arandım. Bir umut. “Böyle gemi başı süsü mü olur?”

“Ooo,” dedi, gevşek gevşek, “en sevdikleri erkek pozu bu!”

“Ahşap mı?” diye sordum.

“Hem de yontulmuş,” dedi.

“Hem de yontulmuş, iyi bari,” diye sessizce hımladım.

Üşüyordum. Açık denizde hafif bir esinti vardı. Keşke bir battaniyem olsaydı. İyi ki cenin pozisyonunda yatıyordum. Kollarımı ve bacaklarımı ayırmış, ağzım açık, göğsümü germiş de olabilirdim. Derken, hesapsız bir dalga yükseldi ve durduğum yere, pruvaya sertçe çarptı. Acı su ağzıma doldu, gözlerimi yaktı. Haaaaaaah! Uyandım. Ter içinde kalmıştım. Bir köpek havladı. Siktir git, dedim. İçimden. Yorganın altındaki kadın bedenini düşündüm. Aybaşı acaba ne zamandı? Takvimimde işaretlemeye karar verdim. “Yıldızların kader değil, görev dağıttığı” gece sona ermek üzere. Birazdan sabah olacak. Acı yüreğime geri dönecek. Tahtına tekrar yerleşecek. Keşke ahşap kalsaydım.

BEN mağaramda oyalanırken tuhaf bir yazı yazma modası çıkmış. Daha yeni haberim oldu. Bir arkadaş vesilesiyle. Diyelim bir kitabınız yayımlandı. Diyelim bir çeviri. Kitabın ya da yazarının ününden faydalanmak isteyen kalem kutuları hemen sizinle iletişime geçiyor, kitap hakkında bir yazı yazacaklarını söyleyip sizi soru yağmuruna tutmaya başlıyor. Tam olarak, artık boyutu tacizi de aşan telefon aramaları gibi. Hiç durmadan, gece gündüz arıyorlar. Bankalar, özel okullar, sigorta şirketleri, dijital televizyon platformları. Ve kalem kutuları. Üstelik tavırlarında ne asalet ne içtenlik var. Akıllarınca kurnazlar. Neredeyse kitabı çevirdiğiniz için sizi suçlu ilan edecekler. Öyle yani. Araştırmadan etmeden, yazının zahmetine katlanmadan, yazının namusuna güvenmeden. Soruların yanıtları zaten yazı yazıyor. Hatta iki yazı yazıyor. Aslında sadece altına imzalarını atacaklar. Kebap iş. Şimdi o köpeğe dediğimi diyeceğim ayıp olacak.

ÇEVİRİMİN başına dönmeliyim. Yazımın başına dönmeliyim. Bir daha bahar gelir mi, yeniden yaz olur mu? İzin ver acının dinmesine. Sabahın olmasına, sisin dağılmasına. İzin ver. Boğazlama kendini. Bak! Nasıl güzel başladı son bölüm: “Yıllar geçti. Evrenin yaşı. Tapınaksız çağlar. Paslanan ince dallar arasından, her yıl cüretkâr termitlerin daha çok kemirdiği kubbe kirişleri arasından, güneş doğdu, battı, tekrar doğdu; her şey pul pul döküldü, her şey soyuldu, her şey toprağa, çamura ve acı suya karışıp kayboldu, son bir hamleyle kendi içinden filizlenecek enerjiye sahip ne varsa, her şey onlarla karışmak ve yeniden biçimlenmek için, şekilsiz bir kozaya dönüşüp ortadan kayboldu.” Zaten okur okumaz içimde ölü dalgaların dinginliğini hissetmiştim. Dün geceydi. Fırsat bu fırsat deyip hemen yattım. Ve bu sabah bir parça huzurla uyandım. Tuhaf ama sakinim. Sanki terk edilmiş gibi. İçimdeki insanlar ve içimdeki zaman. Beni son kez terk etmiş gibi. Neden peki etkisi böyle oldu? Neden bir anda ferahladım? Sanırım son bölümde olduğum için. Çevrilecek son bir bölüm kaldı. Alacağımı aldığım ve vereceğimi verdiğim için. Hesabı kapatma zamanı. Onuncu bölümden önce, bu sabah, bir yazıya daha başladım. Biraz sonra bitecek ve ben çeviriyle baş başa kalacağım. Maceramın kalan bölümünü bir başıma, sessizce yaşamalıyım. Kitabın sonunu merak ediyorum. Hâlâ umut var mı? Hâlâ güzel bir sonla bitme şansı var mı? Bakalım. Göreceğiz. “Benim için yazma diyen kuzeyli bir okurum” var. Senin için yazmıyorum canım. Kendim için yazıyorum ve kurtulmak için. Bir zamanlar beni sevdin diye yazıyorum. Gözlerinin ipeği ve sesindeki kelebek, harflerimi okşasın diye yazıyorum. Doğru. Parçam ve bütünüm. Esin perim. İçimdeki vicdan. “Hiçbir haksızlığın bizi ayırmadığı o günleri özlüyorum.”[2] Özlüyorum.

BANA kızıyorlar. Halkın ferasetine güvenmediğim için. Ne feraseti yahu! O dediğiniz gerçek bir halkın sahip olduğu nitelik. Eskiden belki bizde de vardı ama yitirdik. Değiş tokuş ettik. Ayrıca bu nasıl bir suçlama! Ben siyasetçi miyim? “Yirmi yıldır evliyim ve karım yirmi yıldır mutsuz, bunun benimle bir ilgisi olabilir mi?” diye soran salakların giderek çoğaldığı, cahil ve zevksiz bir güruh var. Fareler ve tavşanlar kıskançlıktan çatlıyor. Hızla ürüyorlar. Ama edebiyat, gül, haşhaş ve bellek elbette onlar için değil. Bu çorak diyardan uçup gideceğim. Bir evlek yer bana yeter. Çiçek ve esrar yetiştireceğim. Rilke’nin gülünü ve Celan’ın haşhaşını. Ben. Sadece doymak istemiştim. Kımıl kımıl. Hayatın yumulu avucunu açmak, sakladığı ne kadar güzellik varsa bakmak. Yüzüne, gözlerinin içine bakmak. Hepsi bu kadar. Daha fazlası değil.

VE yeter. Bu kadar hüzün, bu kadar keder yeter. En kıraç, en verimsiz. Meyvesiz ve kısır yerdeyiz. “Sanırım dönekler geçidindeyiz / Ölülerin kemiklerini yitirdiği”[3] ülkedeyiz. Ne olmuş ki! On bin yıldır böyle değil mi? Hırsızlar ve namussuzlar hiç tükendi mi? Bence “bunların hepsi matematik / hepsi.” Ya da hikâye. Ve benim hikâyelerim mutlu, hiç değilse umutlu bitmeli. Yoksa yazmanın ne anlamı var! Kibirden ve akarlardan arınmışken. Geceye iyi geceler dileme zamanı. Yoksa bu iç dökmenin ne anlamı var! Kurtulmanın ne anlamı var! İyilik ölmez. İyiliğin ipleri kördüğüm olmaz. Saf arzudan dokunduğu için. İyilik. Anlamakla başlar. Nihayet anladım “ve eğer zamanım olsaydı kendimi hatırlatırdım.”[4] Ama var! Hatırladım! Benim hâlâ zamanım var! Ne kadar olduğunu kim bilebilir? Şükür ki var. Biraz var.

ESKİ moda küçük bir tekneydi. Fırtınalı sular aşmış, aşarken delinmiş, yıpranmış, kendini onarmıştı. Düşmüş, ayağa kalkmış, tekrar düşmüş, tekrar kalkmış ve bir gün, nihayet benim kumsalıma varmıştı. Ama karinasını az gıdıklayınca, hâlâ gülümseyebiliyordu. Unutmamıştı. İçinde, denizci Unguentine’nin mavnasındaki ormandan bile daha güzel bir orman taşıyordu. Büyülü, kara bir orman. Biliyorum da söylüyorum, çünkü karşılaştırabiliyorum. Şimdi ben. Yaşlı sahilime sığınan bu gencecik tekneyi kırıp döken, içindeki ormanı ateşe veren ve kaçıp giden. Korkak denizci. Ama istemeden. Hortlak yüzünden. Ah, yangından kaçamayan orman hayvanları! Sonun başlangıcındayım. Her şey bitti, panik sona erdi, yüzümü yıkadım. Ayıldım. Ve bu andan sonra yapmam gerekeni biliyorum. Onu arayacağım, hemen başlayacağım. Sonsuza dek değil elbette, bir süre. Sevdiği denizleri biliyorum nasılsa. Bulursam oraya, hemen etrafına yaparım. Bulamazsam, okyanuslar aşar, kimsenin uğramadığı, göz değmemiş yemyeşil bir ormanla bakışan, sığ suları gümüş balıklarıyla ve altın rengi kumlarla parlayan bir deniz kenarına varır, oraya kurulurum. Etten ve kemikten, şiirden ve tarihten. Bir dalgakıran olurum. Evet. Bir dalgakıran! Beklerim. Beklerken üstüme yağmurlar yağar; zevkten dört köşe bulut kırlangıçları seyrederim. Beklerken deniz kargaları konar; onlarla konuşur, sorular sorarım. Biraz uğraşırsam Martıcayı kısa zamanda sökerim. Beklerken rüzgârlar eser; coğrafyamı hatırlarım. Beklerken kar yağar; genç âşıkların rüyalarına girerim. Boş hayalleri süslerim. Ne güzel! Ne güzel! Biliyorum. Bir gün. Biraz daha yorulduktan, biraz daha sıkıldıktan ve biraz daha sarıldıktan sonra. Karanlığa. Sonsuza kalmadan. O beni mutlaka bulacak. Yurtsuz rüzgârların sezgisiyle, camın saf biçimsizliğiyle, terk edilmiş ama gülümseyerek gelecek, kendisi için ayrılmış minik limanın ortasına demirleyecek. Hoş geldin diyeceğim. İyi ki geldin, iyi ki doğdun, iyi ki varsın. Ve ona. Hiç vakit kaybetmeden. Kekre’yi okuyacağım:

 

“BUGÜN güzel bir gün sen de güzelsin

İçinde yaşanmamış günler biriktiren gün

Bin yıldır yollardasın geçmişin geleceğinde

Aklımı kaçırayım da planların değişsin”

 

Ankara, 22 Şubat 2021

[1] Lautréamont, Maldoror’un Şarkıları, çev: Özdemir İnce (Ankara: Gece Yayınları, 1. Baskı, Nisan 1989), s. 15.

[2] Paolo Maurensig, Yaralı Venüs, çev: Cemal Kaan Emek (Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 1. Baskı, Ocak 2001), s. 137.

[3] T. S. Eliot, Çorak Ülke, çev: Cevat Çapan (İstanbul: İyi Şeyler Yayıncılık, 1. Baskı, Ağustos 1995), s. 13.

[4] John Keats’in hastalandıktan hemen sonra, Şubat 1820’de Fanny Brawne’a yazdığı mektuptan.