Yazılarından tanıdım ilkin onu; tam da artık hiç kalmadı dediğim, sağlam tespitler içeren, vurucu, protest sinema yazıları yazıyordu. Sonradan öğrendim ki, sinema yüksek lisansı yapıyormuş aynı zamanda… Haydar Ali Albayrak’tan söz ediyorum; Yeni Gelen dergisinde de öne çıkan üretimleriyle gözümüze çarpan Albayrak’ın geçtiğimiz günlerde bir de sinema üzerine yazılarını derlediği “Türk Sinemasında Yol Ayrımı” adlı kitabı çıktı! Biz de Kadıköy’de bir kıyıda kendisiyle buluştuk ve kitabı üzerine derin bir sohbete giriştik…

Başlarken şunu sormak istiyorum: Kitabının omurgasını oluşturan “yol ayrımı” ifadesini okuyucularımız için birkaç cümle ile açar mısın? Sizce Yavuz Turgul’un filmi “Yol Ayrımı” neden bu önemi teşkil ediyor?

Yol Ayrımı” ifadesi elbette iddialı ve tartışmaya açık. Umarım kitabın adını görenler “yazarın herhalde bir navigasyon cihazı var” türünden yorumlar yapmamıştır! Kitapta Türk Sinemasının yakın dönemde takip ettiği yola dair belli kesitler ele alınıyor ve seyre, yolculuğa dair kişisel notlar düşülüyor. Turgul’un filmi kitaba adını verdi diyebilir miyiz o da ayrı bir tartışma… Esin verdi diyebiliriz, kışkırttı diyebiliriz ama kitap adını yalnızca bu filmden almadı. Bununla birlikte Yol Ayrımı filmi önemli bir filmdir. Yavuz Turgul saygın bir yönetmen ve birkaç kuşaktır üretimin içinde, az ama öz film çekiyor. Bu sektöre 70’lerde girdiğini hesaba katarsak sinemamızın neredeyse yarısında adı bulunan, senaryo yazan, ses getirmiş filmler çeviren bir yönetmenden bahsediyoruz. Sembolik bir değer taşıyor Turgul. Önsözde aşağı yukarı şunu yazmıştım: bugün Yavuz Turgul sineması bile iflas etti. Turgul’un sembolik değer taşıdığı düşüncesinden hareketle sinemamızın geldiği noktayı pekiştirmekti niyetim. Turgul’un diğer bir önemi de filmlerini seyirciye ulaştırmayı başarmış bir yönetmen olması. Eşkiya’nın gişedeki başarısını biliyoruz. Turgul sinema seyircisinden hiçbir zaman kopmadı. İki binlerde çektiği filmler de izlenip konuşuldu. Muhsin Bey’de, Gölge Oyunu’nda anlatısını nasıl kurduysa Eşkiya’da, Av Mevsimi’nde de o anlatıma sadık kaldı. Bir bakıma tutarlılığını korudu. Yol Ayrımı ise bana göre Turgul’un yeni sinemaya artık ayak uyduramadığını gösterdi. Amiyane bir benzetme olacak belki ama teşbihte hata olmaz’a sığınayım. “Serdar Ortaç’ı yoran hayat bize neler yapmaz” diye bir popüler ifade var. Turgul’a uyarlayarak söyleyeyim: Yavuz Turgul’a köfilm çektiren bir düzlemde sinemamız ne hallere düşmüştür? Biraz da bunu tartışmak istedim.

Türkiye’de günden güne genişleyen sinema kitaplığı hakkında ne düşünüyorsun? Kitabın bu yazın içinde nereye düşüyor?

Bu “günden güne genişlemeye” dair söz söylemeden önce sinema kitaplığının kıstaslarını belirlemek lazım. Neye sinema yazını gözüyle bakacağız? Dijital platformlar sinema gibi eğlence unsurları hakkında yazmaya hayli müsait yapılarıyla örneğin daha hızlı tepkileşim olanağıyla matbu yayın anlayışını kuşkusuz geri planda bıraktı. Sinema yazını da bir bakıma akademik araştırmalar sahasına terk edildi. Terk edildi diyorum çünkü bir biçimiyle, eğrisi doğrusuyla sinema yazan herkes kitap bastırmıyor. Sosyal medyanın gündelik hayata ipotek koyması sonucu, bugün bir kimlik edinmek isteyen herkes film eleştirmeni oldu ancak kaçı bunu yazılı bir esere dönüştürme gayretinde? Kaçı böyle bir ihtiyaç duyuyor, böyle bir hırsa kapılıyor? Beğenilerin ve eleştirilerin içe kapandığı bir dünya var internette, tepkileşimi yoğun fakat tartışma kültürü zayıf bir dünya… Öte yandan akademik temelde yazılan kitaplarsa sinemaya fazla anlam yüklüyorlar dahası yüklemek zorundalar çünkü işin içine araştırma denen meşgale girince bir disiplin ve birikim şart oluyor. Belki şu sorundan bahsedilebilir: film izleyicisi sinema yazınını takip etmiyor. Film izleyicisi derken salt ticari filmlerin alıcılarını da kastetmiyorum festival seyircisi de bu üretimden uzak. Öyleyse sinema yazınının dilinde bir eksiklik var diyebiliriz. Sinema yazını okura ulaşmak için mi günden güne genişliyor yoksa akademik çalışmalar bir köşede basılı dursun ve araştırmacılar atıf yapacakları zaman başvursun diye mi? Yanlış anlaşılmasın akademik yayınların hakkını teslim etmekten yanayım fakat bu yayınların okuru cezbetmediği, film seyircisini okura dönüştüremeyişi de ortada… Türk Sinemasında Yol Ayrımı’nı yazarken “bakın ben araştırıyorum, iyi de alıntı yapıyorum”u kanıtlamak kaygısıyla yazmadım. Kendi görüşlerimi açıklamak istedim. Sorunu tamamlayayım. Benim kitap nereye düşüyor? Bir derleme kitap… Çeşitli filmler hakkında yazılmış yazıların kısmen de olsa kategorize edilerek yayınlandığı bir kitap yani bahsettiğin o genişleyen sinema yazınına dahil etmeyebiliriz. Hiç gücenmem.

Benim ilgim daha çok yerli sinema üzerine. Tez konusunu da 12 Eylül filmleri hakkında belirledim. 86’da çekilen Sen Türkülerini Söyle filmi var. Bu film bir furya başlatıyor, birkaç yıl içinde bir düzine film çekiliyor.

Türkiye’de bunca sinema yazarı olarak adlandırılmış kişiler olmasına rağmen bunların yazına katkısı çok sınırlı. Daha çok senin gibi dışarıdan isimlerden üretim gelmesini neye bağlıyorsun?

Dışarıdan” çok doğru bir ifade… Dışarıdan yazdım. Hiçbir baskı ve tesir altında kalmadan, kimseye yaranma kaygısı gütmeden, ben bilirimci edalara bürünmeden yazdım. Yine bir ihtimal dışarıdan olduğum için kitaplaştırmak istemişimdir. Tenceremi sinema yazarak kaynatmadım, önceliğim sinema yazmak değildi. Bu derlemeyi yapmadan evvel hazırladığım öykü ve şiir dosyaları var. Diyebilirim ki benim asıl motivasyonum yazmak. Peki içeriden yazanlar neden daha az kitap bastırıyor? Bahsetmeye çalıştım. Kitap üretiminin azalması basılı medya geleneğinin gerilemesinden bağımsız düşünülemez. Mesele okura ulaşmaksa dijital platformlar hem zahmetsiz hem verimli bir seçenek vaat ediyor. Gazetelerde film eleştirilerine eskisi gibi rastlayabiliyor muyuz? Rastlayamıyoruz. Peki kimlerin kitap yazmasını bekliyoruz? Sinema eleştirmenlerinin. Sinema eleştirmenleri gazetelerden dahi uzaklaşmışken neden kitap yazsınlar? Hele de kitap yazmak bu yeni dünyada gereksiz bir uğraş olarak görülürken. Ama şunu da söylemek istiyorum: Sinema yazarlığı özelinde söylersek sinema üzerine yazan kişi aktüel malzemesi gereği belli bir düzeyde popülist olmak durumunda… Bugün yaygın iletişim biçimi neyse ona ayak uydurmak durumunda… “İçeriden” yazanların kitap dosyaları üretmeyişlerini yadırgamıyorum. Dergi, gazete, hafta sonu eki, sosyal medya fark etmiyor, hangi mecra revaçtaysa oraya yazılıyor. Eni konu kitap yazmak da bir araç. Deneyim ve düşünce iletişiminin mutlak öğesi değil.

Ben de sinema yazını içinden geldiğim için sinema kitaplarının çok satmadığını iyi biliyorum. Özellikle akademik bir dil ile yazılan kitaplar satmıyor, satsa bile okunmuyor, okunsa bile anlaşılamıyor maalesef…

Akademik kitaplar sinema seyircisine ulaşmıyor ki okunabilsin. O kitaplar çok dar bir okur kitlesinin beğenisine ve ilgisine sunuluyor. Üniversite öğrencileri okursa ne ala! Açıkçası çoğu akademisyenin merak edip bir diğer akademisyenin veya bir akademisyen adayının kitabını okuduğunu sanmıyorum. Günümüzde tüm sosyal bilimlerin de genel bir sorunu sayabileceğimiz ciddi bir sorun var. Kitaplar bilgiye ulaşmak yerine onu kullanmak maksadıyla işlevselleştirildi. Kitaplardan alıntılar yapılacak ama bu alıntı yapma eylemi o kitapların okunmasını dahi sağlamayacak! Böyle tuhaf bir çıkmaza girdik aslında. Bu çıkmazın bir neticesi de bilgiyi kullanan ama onu özümsemeyen, o bilgiye hiç ulaşmamış akademisyen adaylarının yetişmesi…

Kitabın dünden bugüne sinemamıza geniş bir perspektiften yaklaşıyor. İddia edildiği gibi sinemamız bugün ucuz komediler ve sözde sanat filmleriyle süregelen bir depolitizasyon süreci ile karşı karşıya mı sizce?

Bu da hayli büyük bir iddia. Yazdığım kitapta Türk Sinemasının ancak ve ancak çok küçük bir kısmına dair değerlendirmeler yer alıyor. Geniş bir perspektif yerine dağınık bakışların toparlanma çabası diyebiliriz. Depolitizasyon ise ciddi bir mesele… Maalesef sinemamızın genel karakteri böyle… Sinemamız toplumsal özünden uzaklaştı. 80’lerden itibaren uzaklaştı ve yeni dilini toplumdan kopuk geliştirdi. Festival filmlerinin, sanat filmlerinin bireysel dertlerden ziyade bireyci bir düzlemde yaratılmış dertlere odaklanışını bu kopukluğa bağlamak mümkün. Ne ekildiyse o biçiliyor. Mesela 80’lerde Kemal Sunal’ın başrol oynadığı filmlerde bireysel dertlere de vurgu yapılıyordu ancak bu dertler gerçek dertlerdi, insan eliyle yaratılıp pazarlanan dertler değildi.

Örneğin barınma sorunu bir yönüyle bireysel bir sorun iken o filmlerde bu sorunun toplumsal boyutunu görebiliyoruz. Günümüzde bireyci dertler var. İçe kapanmış, iletişimi bozulmuş insanların sadece onları ilgilendiren dertleri var. Festival sineması, sanat sineması da işte bu dertlerden besleniyor. İlişkisi sorunlu eşler, hayata tutunamamış orta sınıf entelektüeller, kimsenin haberdar olmadığı varoluşsal acılar… Bu kalıpları çıkarsak sanat filmi kategorisi çöküp gidecek! Bugün ucuz komedi filmlerine ilginin nedeniyse halen daha toplumsal bir taraf taşımaları. Toplumsal deyince yalnız ilericiliği anlayamayız ki? Recep İvedik toplumsal değil mi? Toplumun bir karikatürünü çizmiyor mu? Veya Şafak Sezer’in canlandırdığı karakterler toplumda yaşamıyor mu? Komedi her zaman eleştirel olur yahut olmalıdır demek abes kaçar ama her zaman toplumsal olandan beslenir diyebiliriz. Bir de bu basit bir matematik!

Seyirci toplumun dışında bir organizma değil. Sanat filmleri bu hesabı tutturamıyor. “Seyirci istiyorsa doğrudur, o olmalıdır” görüşünü savunmuyorum fakat seyirciye ulaşmak da bir filmin amacına hizmet edebilmeli. Ego doyurmak için film çekiyorsan neden bilet satamıyorum dememelisin çünkü yola zaten seyircisiz bir sinema sloganıyla çıkmışsın. Beyazperdeyi kendine ayna eylemişsin ve başarını görmek istiyorsun, kendinle iftihar etmek istiyorsun orada. Beyazperde kimsenin tekeline girmemiş bugüne kadar. Ne yönetmenler geldi geçti! Dünya kimin etrafında döndü ki beyazperde bir yönetmenin egosuna tahsis edilsin!

Yüksek lisansın da sinema üzerine… Ne hakkında tez yazıyorsun? Tezi de kitaplaştırmak düşünüyor musun?

Benim ilgim daha çok yerli sinema üzerine. Tez konusunu da 12 Eylül filmleri hakkında belirledim. 86’da çekilen Sen Türkülerini Söyle filmi var. Bu film bir furya başlatıyor, birkaç yıl içinde bir düzine film çekiliyor. Bu filmlerde baş karakterlerin neyi tartıştığını yazmak istiyorum. Darbe bu karakterlerde neye karşılık geliyor? Bu karakterler kendilerini nasıl hissediyor? Suçluluk, yorgunluk, yenilmişlik duyguları hakim… Askeri bir darbe toplumu ezip geçmiş neden ezilenler suçluluk duyuyor? Hırsızın hiç mi kabahati yok!

Tezi kitaplaştırma meselesine gelirsek yazdığım metni kendi eleştirdiğim çizginin dışına çıkarmayı başarabilirsem elbette bastırırım. Açıkçası okunması güç bir kitap yazma taraftarı değilim. O kitapları eleştirip aynı telden çalarsam çelişkiye düşerim.

TEILEN
Önceki İçerikFragmanın Diyalektiği
Sonraki İçerikVb. Yayın Dünyasına “Merhaba” Dedi
Manisa’nın Akhisar ilçesinde doğdu. Üniversiteye kadar bu şehirde yaşadı, kitaplar okudu, filmler izledi ve zeytin ağaçları dikti. 3 üniversite terk etti. Rock tedrisatını tamamlamak için plakçılarda çalıştı. BirGün, Evrensel, Aydınlık gibi günlük-ulusal gazetelerde 7 yılı aşkın bir süre sinema yazıları yazdı. Birçok sinema dergisinde eleştirileri yayınlandı. Ortak yazarlı kitaplara katkıda bulundu. Sinema üzerine çeşitli atölyeler yaptı. Film festivallerinde paneller, konuşmalar düzenledi. Dünyayı gezdi. Yayınevlerinde danışmanlık-editörlük yaptıktan kısa bir süre sonra film yapım sektörüne atıldı. Şu anda Global Filmcilik başta olmak üzere çeşitli film şirketleri için proje danışmanlığı görevini yürütmektedir. Film ve kitap çalışmalarına son hızla devam eden yazar, ayrıca Ulysses Zeytinyağı adlı gıda şirketinin kurucusu ve yöneticisidir.