1. Giriş

Bu yazı Martin Heidegger’in Tekniğe İlişkin Soruşturma adlı kitabında modern tekniğe yönelik yaptığı çözümlemeyi, Hannah Arendt’in Geçmişle Gelecek Arasında adlı eserindeki “kitle toplumu” tasnifi ile birlikte okumayı ve bu iki tema arasında birbirini tamamlar nitelikteki devamlılığı göstermeyi amaçlamaktadır. Heidegger, tekniğin ne olduğuna ilişkin bir soruşturma yaparak başladığı metninde, onun hem bir araç olmasının hem de bir poiesis olmasının altını çizer ve her türlü poiesis’in de alethia’da temellendiğini ileri sürer. Yani açığa-çıkmanın imkânı gizini-açmada yatmaktadır. Modern teknikteki gizini açmanın kendine has özelliği ise, onun doğaya hükmeden, doğayı söküp alabilen tarzda bir meydan okuma olarak gerçekleşmesidir. Bu türden bir şiddet karakterine sahip olan modern teknikle birlikte artık insan da “real-olandan el-altında duran” konumuna geçer. Heidegger’in burada modern tekniğin özünü adlandırmak için kullandığı kavram ge-stell’dir. Bununla birlikte insan artık yalnızca tekniğin gerçekleştiricisi konumuna düşmüş ve merkezde bulunan ayrıcalıklı konumundan uzaklaşmış; bir üretim ve tüketim varlığı olmaya indirgenmiştir. Arendt ise “Kültürdeki Bunalım” başlıklı bölümde kitle toplumundan ve kitle kültüründen söz etmektedir. Her şeyi meta olarak gören ve tüketime odaklı bir yaşam biçimi süren “kitle toplumu” gerçekliği, kültürün kitlelere yayılmasına değil bilakis kültürün yok olmasına neden olacaktır. Arendt’deki kitle toplumu anlatımı, Heidegger’in insanı ve dünyayı “hizalandıran” modern teknik tahlilinin sosyolojik bir görünümü olarak okunabilmektedir.

  1. Heidegger ve Modern Teknik

Martin Heidegger ve Hannah Arendt isimleri, hiç şüphesiz birlikte anılmaya aşina isimler. Hem özel yaşamlarında hem de felsefi düşüncelerinde ortaya çıkan bu yakınlık, iki filozofun Tekniğe İlişkin Soruşturma ve Geçmişle Gelecek Arasında adlı eserlerinde sırasıyla yöneldikleri “modern teknik” ve “kitle toplumu” temalarında yatan paralellikte bir kez daha görülebilmektedir. Bu uzantıda, diğerini önceleyen metin Heidegger’in metni olduğu için Arendt’e geçmeden önce Heidegger’in modern teknik analizine değinmeyi tercih ediyoruz.

Heidegger, Tekniğe İlişkin Soruşturma adlı kitabında, kitabın Türkçe çevirisinde kullanılan isminin de kendisini ele verdiği üzere, tekniğe yönelik bir inceleme, araştırma ve sorgulamaya girişir. Ona göre tekniği, teknik-olanı deneyimlemeden önce tekniğin özünü (wesen) bilmek önem arz eder. Burada Heidegger’in “öz” kelimesini “essentia” anlamında kullanmadığı altı çizilmesi gereken bir husustur. Nitekim Heidegger burada tekniğin özünden bahsederken onun değişmez ve kalıcı olan mahiyetinden, ne ise o olduğundan söz ediyor değildir. “Wesen” kelimesiyle Heidegger’in burada vermek istediği anlam bir şeyin zaman içerisindeki gidişatını, dil ve tarih bağlamı içinde ne olduğunu vurgulamaktır. Bu doğrultuda Heidegger için teknik, tekniğin özüyle aynı şey değildir.1

Tekniğin Kökeni

Tekniğin ne olduğunu sorguladığımızda onun iki farklı unsuruyla karşılaşırız: Bir amaç için araç olarak teknik ve insani bir etkinlik olarak teknik. Heidegger tekniğin bu iki farklı yönünü tekniğin araçsal ve antropolojik tanımı olarak adlandırır.2 Tekniğin araçsal tanımı bir yere kadar modern teknik için de geçerliliğini korur ancak modern tekniğin el becerisine dayalı olan teknikten farklı ve yeni bir şey olduğu tezi de bir ölçüde haklı olarak sayılabilir.3 Burada söz konusu farklılığı oluşturan faktörün doğrudan el becerisine dayalı olan tekniğin modern teknikten daha ilkel yollarla işlemesi olduğu açıktır. Buna karşın Heidegger, modern tekniği de amaçlara bağlı bir araç olarak; insanın teknikle bağıntıya girdiği ve ona hâkim olma iradesini gösterdiği bir şey olarak görür ve modern tekniğin de bu mahiyete sahip olduğunu kabul eder. Ancak tekniğin yalnızca bir araç olmadığı gerçeği göz önüne alındığında ona hâkim olma iradesinin de tehlikeye girmesi olasıdır.4 Bu doğrultuda Martin Heidegger’e göre tekniğin araçsal tanımı bize tekniğin özünü göstermemektedir.5 Tekniğin özüne ulaşabilmemizin ya da en azından yaklaşabilmemizin bir yolu ise araçsal-olanın kendisinin ne olduğunu anlayabilmek, amaç ve araç arasındaki ilişkiyi saptayabilmekten geçer.6 Heidegger’in tanımıyla bir araç; kendisiyle bir şeyin etkilendiği ve böylece kendisiyle bir şeye ulaşılan şeydir.7 Kendi eseri olarak bir etkiye sahip olan şey de “neden” diye adlandırıldığına göre şu sonuca ulaşılır: Amaçların güdüldüğü ve araçların kullanıldığı yani araçsallığın söz konusu olduğu her yerde nedensellik hakimdir. Bu noktada Heidegger, Aristoteles’in dört neden öğretisini hatırlatır: Maddi neden, formel neden, ereksel neden ve fail neden. Ona göre tekniğin araçsal niteliği, dört tür nedenselliği göz önünde bulundurduğumuzda kendisinin ne olduğunu açığa çıkarabilir.8 Heidegger’e göre bunlardan yalnızca causa efficiens (fail neden) bir ölçüt olabilecek şekilde nedenselliği tanımlamaktadır.

Martin Heidegger, Aristoteles’i hatırlattıktan sonra yine Antik Yunan’a dönüp Platon’un Symposion diyalogundaki bir ifadeyi alıntılar: “Mevcut olmayan şeyden mevcut-olmaya geçen ve giden her şey için her vesile poiesis‘tir, açığa – çıkarmadır.”9 Böylelikle önemli role sahip bir diğer kavrama gelmiş oluruz. Poiesis (açığa – çıkarma), sadece el becerisine dayalı bir imalatta ya da sadece sanatsal / şiirsel bir tasvirde söz konusu olmaz. Physis, yani bir şeyin kendisinden hareketle ortaya çıkması da bir tür açığa-çıkarmadır.10 Açığa – çıkarma, aynı zamanda nedenselliğin dört tarzını da kendi içerisinde toplamakta ve onları baştan sona yönetmektedir. Açığa-çıkarma derken gizli – olanın bu gizlilikten kurtulduğu, gizli – olmaktan gizli – olmamaya / gizini – açmaya geçişin ifadelendirmesini anlarız. Gizini – açma, Antik Yunan’da özellikle Parmenides ve Platon’un kavramsallaşmasında etkili olduğu aletheia sözcüğünün bir karşılığıdır. Heidegger’e göre gizini – açma, tekniğin özüyle doğrudan ilgilidir.11 Çünkü her türlü açığa – çıkarma, alethia’da/gizini – açmada temellenmektedir. Tekniğin temel karakteristiği olan araçsallık, açığa – çıkarmanın alanına aittir. Böylelikle bir tür araç olarak tasarlanan tekniğin ne olduğunu araştırdığımızda da gizini-açmaya ulaşmış oluruz. Açığa – çıkarma dediğimizde her şeyden önce onun bir üretim faaliyeti olduğunu anlıyorduk. Bu bağlamda üretime dayalı her imal etmenin / açığa – çıkarmanın imkânı da gizini – açmada yatmaktadır.12 Teknik de o halde araç olmasının yanında gizini – açmanın da bir tarzı olarak anlaşılır.

Modern Tekniğin Yansıması: Ge-stell

Tekniğin, gizini – açmanın bir tarzı olduğu sonucuna ulaştığımıza göre modern teknikteki temel problemi ortaya çıkaran, modern tekniğin kendine has gizini – açma şekline gelebiliriz. Elbette modern teknik, Yeniçağın doğa bilimine dayanmasıyla birlikte daha farklı bir işleyişe sahip olmuştur. Yine de bu durum, modern tekniğin de bir gizini – açma tarzı olduğu gerçeğini değiştirmez. Modern tekniğe bütünüyle hâkim olan gizini – açma, doğaya hükmeden, doğayı söküp alabilen tarzda bir meydan okuma olarak gerçekleşir.13 O halde modern teknikteki gizini-açmanın bir tür şiddet / saldırı (stellen) karakterine sahip olduğu sonucuna ulaşırız.14 Şiddet, burada Heidegger tarafından herhangi bir şeyin varlığını ortadan kaldırma anlamında kullanılır. Heidegger’in burada modern tekniği açıklamak için söz ettiği diğer sözcükler bestellen (düzenlemek) ve bestand (el – altında – duran) sözcükleridir. Modern teknikte tüm nesneler, işlenebilir, düzenlenebilir ve ikame edilebilir şeyler olarak “el – altında – duran” halindedirler. Real – olan (das wirkliche) şeyin gizinin – açılması üzerine el – altında – duran olarak dönüşüm yaşamasındaki saldırıyı gerçekleştiren de insandır. İnsan, modern tekniğin ilerlemesiyle gizini-açmanın bir tarzı olarak düzenleme aşamasına katılır ancak gizlilikten – çıkmanın kendisi, insanın doğrudan yapıp etmiş olduğu bir şey olarak gerçekleşmez.15 Yani bir düzenleyici gizini – açma olarak modern teknik salt insan edimi değildir. O halde insanın açığa – çıkartma ve gizini – açma tarzlarından biri olarak rol oynadığı modern teknik, salt insan edimi değilse, söz konusu gizini – açma süreci hangi yolla gerçekleşmektedir? Heidegger, modern teknikle birlikte insanın, kendi gizini – açanı el – altında – duran olarak düzenleyerek gerçekleştirdiği meydan okuyucu talebi Ge-stell (hizalandırma / çerçeveleme) olarak adlandırır.16 Hizalandırma temelde bir çağrıdır, meydan okuyucu bir taleptir, gizini – açacak şekilde “toplayandır”. Hizalandırma (Ge-stell), insanı kendiliğinden açığa – çıkmakta olana hazır oluşu buyurmaya toparlayan bu çağırıcı taleptir. Bu süreç artık insanın doğrudan aracılık etmesiyle gerçeklemediğine göre, insan, artık tekniğin özünün değil yalnızca tekniğin gerçekleştiricisidir. Modern tekniğin özü kendiliğinde olup bitmektedir ve bu da “hizalandırmayla” ortaya çıkar.17 Modern teknikle birlikte insan tekniğin açığa – çıkartma sürecine mahkûm edilmiştir.

Hizalandırma, gizini – açmanın her tarzı gibi bir kaderdir.18 Heidegger için bu kader insan için değiştirilmesi zor olsa dahi mutlak bir varoluş biçimi değildir. Çünkü insan yalnızca kaderin alanına ait olan ve sadece boyun eğmeye zorlanan biri değil, dinleyen ve işiten biri olduğu ölçüde özgürlüğüne kavuşan biri haline gelir.19 O halde kader aynı zamanda insanın özgürlüğünün de bir olanağıdır. Ancak modern tekniğe geri döndüğümüzde onun insan için bir özgürlük alanı yaratmadığını görürüz. Aksine modern teknik dünyayı bir düzenleme nesnesine, insanı da bu nesneyi düzenleyen ve sadece bu düzenlemenin ortaya çıkardığı gücü kullanan bir özneye dönüştürür. Modern teknikle birlikte insana yönelen tehdit, tekniğin potansiyel olarak öldürücü makinelerinden ve aygıtlarından gelmez. Esas tehdit, insanı zaten kendi özü içerisinde etkisi altına almıştır. Hizalandırmanın hükümranlığı, insanı, daha kökensel bir gizini-açmaya girmenin ve böylece daha ilksel bir hakikatin çağrısını deneyimlemenin insan açısından mümkün olmaması ihtimaliyle tehdit eder.20 Modern dünya, bireysel bir özgürlük alanı olarak algılansa da esasında kişinin kendi karakterinden kopup modern çağın talep ettiği karaktere adapte olmuş olmasından dolayı büyük bir yanılsama yaratır. İnsan ve dünya artık birbirinden koparılmıştır. Modernliğin sonunda dünyanın kendisi artık teknik olarak görünmeye başlar. Teknoloji de her şeyin açığa – çıkma yolu olarak, her şeyi kendisi üretmeye başlar. Bununla birlikte dünya ve insan da bu uğurda bir araca dönüşmüş olur. Yani ge-stell ile insan da artık tarihsel olarak sahip olduğu ayrıcalıklı, merkezi konumundan uzaklaşmıştır. İnsana düşen görev de bu bağlamda üretmeye ve tüketmeye indirgenmektedir.

  1. Arendt ve Kitle Toplumu

Hannah Arendt’in Geçmişle Gelecek Arasında adlı kitabı sekiz makaleden oluşur. Bu makalelerden beşinci sırada bulunan “Kültürde Bunalım: Toplumsal ve Siyasi Anlamı” başlığıyla düzenlenen makale, bu çalışmadaki bir diğer odak noktamızı oluşturmaktadır. Arendt, metne kitle toplumunun kültürü olan kitle kültüründen söz ederek başlar. Arendt’in bildirdiğine göre kitle toplumuyla birlikte ortaya çıkan kitle kültürünün yarattığı kriz, entelektüeller arasında git gide büyüyen bir endişe kaynağı oluşturmaktadır.21 Arendt de kültürdeki söz konusu bu krizi sosyal ve politik önemi açısından tartışıp, okuru geçmişle gelecek arasındaki bir boşluktan düşünmeye sevk eder.

Hannah Arendt’in şu sözüne en başta değinmek, metne büyük bir ipucuyla başlamaya olanak sağlayabilir: “Kitle toplumu, kültürel nesnelere el koymaya başladığında kitle kültürü ortaya çıkar. Bu da kültürün kitlelere yayılmasını değil, kitle eğlenecek diye kültürün yok edilmesi anlamına gelecektir”22 Arendt’e göre kültür, dünyayı yaratmamıza yardımcı olur. İnsan tarafından yaratılan bu dünya da ilgimizi çeken, dünyamızı anlamlı ve kalıcı hale getiren; şiirler, resimler ve anıtlar gibi “tüketilemez” şeylerden oluşur. Ancak boş zamana ve eğlence için ayrılacak olan bol bir vakit aralığına ihtiyaç duyan tüketime odaklı kitle toplumunun yükselişi, kalıcı ve tüketilemez olan bu dünyaya yönelik ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Kitle toplumu dendiğinde bunun önce tüketime odaklı bir toplum anlayışı olduğunu anlıyoruz. Her şeyi meta olarak gören ve her şeyi tüketmeye aç olan bu kitlenin ihtiyacı da kültür değil eğlence oluyor. Arendt’e göre eğlence endüstrinin sunduğu mallar kültürel nesneler değildir, bunlar tüketilip bir tarafa atılacak olan tüketim mallarıdır. Toplum için kültürel ürünlerin bir tüketim nesnesine dönüşmesi, kültürün de bir tür eğlenceye dönüşmesine sebep olmuştur. Arendt’e göre kültürde yaşanan bu toplumsal kriz, kitle toplumunun kültürü tekelleştirmeye başlaması ve kitle toplumunu oluşturan insanların da kültürü kendileri için araçsallaştırarak toplumsal statülerini yükseltmeyi amaçlamasıyla başlamıştır.23 Bunu gerçekleştirmenin en etkili yolu ise kültür tarihinden faydalanmak suretiyle söz konusu olur. Kitap, resim, heykel, mimari ve müzik gibi insanlığın geçmişini kapsayıp onlara tanıklık eden kültürel nesneler bir statü edinme aracına dönüşmektedir. Bunları bir sanat eseri ve kültürel nesne haline getiren unsur ise onların uzun ömürlü, kalıcı ve hatta ölümsüz olmalarıdır.24 Bir kitabın pek çok kopyasının basılması, kitabın ya da bir başka kültürel nesnenin çeşitli tüketim mallarında kullanılarak kitlelere erişilebilir kılınması gibi durumlar, söz konusu edilen araçsallaştırmanın örnekleri olarak sunulabilir. Arendt için tüketime odaklı bu kitle toplumu, dünyaya ve kültürel nesnelere nasıl bakılması gerektiğini bilmez. Çünkü onların bütün nesnelere yönelik geliştirdikleri tüketim merkezli tutum, dokunduğu her şeyi mahvetmektedir.25 Arendt, dünyamıza bir süreklilik hissi veren bu kalıcı kültürel nesnelerin dönüştürülüp eğlenceye konu edinilmesiyle onları kaybetme tehlikesine girdiğimizi dile getirir. Kalıcı ve ölümsüz olan kültürel dünyamıza yönelik bu tehdit, kültürdeki krizin toplumsal görünümünü sunmaktadır.

Kültürün Kurucu Unsuru: Muhakeme

Arendt için kültür krizinin politik önemi muhakeme yeteneğinin kaybolmasından kaynaklanır. Nitekim kültür ve kültürün gelişimi yargılamayı da içermektedir. Tüm politik yargılarda neyin doğru olduğuna yönelik ortak bir anlayışa, anlaşmaya ihtiyaç vardır. Politik bir kültüre sahip olmak için dünyanın da ortak bir şekilde görünmesi ve ortak bir duyuya sahip olunması gerekir. Arendt’e göre politik yargılar yalnızca mantıksal nitelikte yargılar değil aynı zamanda estetik yargılardır. Mutlak bir gerçeğe dayanmasalar dahi beğeni yargılarıdır. Muhakeme kaybı, sağduyunun yok olması demektir ve bu durum toplumun sürekliliğine, onun kalıcı yapısına yönelik bir tehdit oluşturur. Bu bağlamda politik kültür, doğru olduğu için değil, toplumun ortak bir gerçeği benimsemesi anlamına gelir ve toplumu bir halk olarak birleştirir. Arendt için politika, gerçeklerle değil uzlaşımsal yargılarla ilgilidir. Politik kültürdeki kriz de gerçeğin; dostluk, ortaklık ve saygının üstünde görülmesiyle gerçekleşir. Bu bağlamda Arendt için kültür ve politika birbirine sımsıkı bağlıdır, çünkü ikisinde de söz konusu olan gerçek ya da hakikat değil, muhakeme ve uzlaşımla dünyanın ortaklık zemini üzerine kurulmasıdır.

Neticelenme

Hannah Arendt’in kültürdeki krize ilişkin güttüğü kaygı dünyanın kalıcılığına, dünyevi olana verdiği değerden kaynaklanır. Ona göre kültür, bütün insanlık tarafından korunmaya değer olduğu düşünülen nitelikte ürünlerle birlikte gerçek anlamını kazanmaktadır. Ancak kitle toplumunun ve çok kültürlü toplum gerçekliğinin yükselişi, bu süreci politik ve toplumsal anlamda zorlaştırır. Nitekim kitle toplumunun gelişimi, kültürün kalıcılığını sürdürmek şöyle dursun, kültürü yok etmeye doğru ilerlemektedir. Arendt’in deyimiyle eğlence endüstrisinin karşısında doymak bilmez bir canavar gibi kesilen kitle toplumu, tüketim sırasında bu endüstrinin ürettiği eşyaları birer birer yok ettiği için durmadan yeni metalar sunulmasına yönelik bir ihtiyaç oluşturur. Arendt’in burada yeni ve büyük bir sorun olarak gördüğü şey ise, boş zamanın artık kişinin kendini mükemmelleştirmek ya da kültürel bir birikim edinmek amacıyla değil de daha çok tüketmek ve daha çok eğlenmek amacıyla geçirmeye başlaması olarak gözükür.

  1. Hizalanan İnsan = Tüketen Kitle

Heidegger’in tekniğin özüne ve mahiyetine yönelik yaptığı soruşturmaya değinmiştik. Heidegger bu soruşturmanın ardından modern teknikle birlikte insanın ve dünyanın bu süreçte nasıl bir dönüşüm yaşadığını açıklamaya çalıştı. Modern teknik, kendine has şiddet karakteriyle birlikte insanı ve hatta dünyayı “hizalandırmış”, Heidegger bu durumu adlandırmak için ge-stell kavramını ileri sürmüştü. Yani ortadan kaldırma anlamında bir şiddet karakterine sahip olan modern teknikle birlikte, insan, bir anlamda kendi kendisini ortadan kaldırarak, sahip olduğu ayrıcalıklı ve merkezi konumundan uzaklaşıyordu. Modern teknik, insanın gündelik hayatının kendisi haline gelerek insana kendi kaderini ve ölümünü unutturan bir süreç olarak işler. Bu nedenle Heidegger için modern insan kendi özünden, ölüm bilincinden uzaklaşmış olan insandır. Hizalanan ve ölüm bilincinden uzaklaşan insan da artık dönüştürdüklerini, açığa-çıkardıklarını kendi hakikatleri ile görmeyi başaramaz, böylelikle de hakikatin kendisinden uzaklaşmaya başlar. Bu bağlamda modern teknik, bir imalat süreci olmasının yanında hakikatin de kendini gizlediği alandır. Bunun beraberinde insanı da nesnelere yalnızca tüketim değerleri açısından bakmaya mahkûm etmiştir.

Tam da modern teknikle “hizalanan” insanın nesnelere yalnızca tüketim değerleri açısından bakmaya mahkûm oldukları noktada Martin Heidegger’den Hannah Arendt’e olan geçişimizi yapmış oluruz. Kitle toplumundan ve onun kültürü olan kitle kültüründen söz eden Arendt, her şeyi meta olarak gören bu kitlenin kültürde yarattığı krize dikkat çekmeye çalışıyordu. Kitle toplumuyla birlikte kültürü hiçe sayan, her şeyi olduğu gibi kültürel nesnelere de tüketim nesnesi gözüyle bakan bir toplum anlayışı ortaya çıkıyor. Öyleyse son kertede şunu diyebiliriz; gerçekleştirdiğimiz ikili okumayla birlikte, Heidegger’in anlatımıyla modern tekniğin hizalandırdığı insan ve dünyanın yaşadığı dönüşümü, Arent’deki değerleri / kültürü yok sayan kitle toplumu profilini ortaya çıkaran bir unsur olarak değerlendirmemiz mümkün görünüyor.

KAYNAKÇA

Heidegger, Martin. Tekniğe İlişkin Soruşturma, İstanbul: Paradigma Yayınları, 1998.

Arendt, Hannah. Geçmişle Gelecek Arasında, İstanbul: İletişim Yayınları, 2012.

1 Martin Heidegger, Tekniğe İlişkin Soruşturma, İstanbul, Paradigma Yayınları, 1998, s.44

2 A.g.e s.45

3 A.g.e s.45

4 A.g.e s.45

5 A.g.e s.46

6 A.g.e s.46

7 A.g.e s.46

8 A.g.e s.47

9 A.g.e s.50

10 A.g.e s.51

11 A.g.e s.52

12 A.g.e s.52

13 A.g.e s.55

14 A.g.e s.58

15 A.g.e s.61

16 A.g.e s.62

17 Hannah Arendt, Geçmişle Gelecek Arasında, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012, s.66

18 A.g.e s.68

19 A.g.e s.68

20 A.g.e s.72

21 A.g.e s.233

22 A.g.e s.245

23 A.g.e s.238

24 A.g.e s.240

25 A.g.e s.240