Heidegger’in hiçbir şekilde orijinal olmayan, daha çok masal ve saçma olan kendi “varlık” öğretisine alan açmak içim tüm felsefe tarihini hemen her bakımdan hiçleştirdiğini görürüz.

Neymiş? Varlığa varlık olarak bakıyormuş. Bunu kendisinden önce hiç kimse yapmamış. Kocaman felsefe tarihinde bunu kendisinden önce kimse akıl etmemiş. “Dasein” kavramı da kendisine aitmiş. Kendisinden önce kimse kullanmamış. Sanki Kant, Hegel hiç yaşamamış ve onların eserlerinde Almancada neredeyse günlük dilin bir kavramı olan “Dasein” hiç yokmuş.
Bizde de herkes bu masala inanmış ve kaval çalan terzinin peşinden giden çocuklar gibi Heidegger’in peşinden gider olmuş.

Heidegger bir filozof olarak nereye girdiyse orayı felsefi olarak çoraklaştırmak ve orada hâkim ideolojilere alan açmaktan başka bir işe yaramadı, zaten kendisine biçtiği asıl işlev de budur. Bunun en iyi örneği Fransa’dır. Fransız felsefesi özellikle ikinci dünya savaşından sonra tam anlamıyla bir kısırlaşma yaşamıştır. Biraz bir şey üretenler de bunu kendilerini Heidegger’in etkisinden kurtarıp Hegel’e, Husserl’e ve Marx’a dönerek başarmışlardır. Felsefede çoraklık yaşamamızın nedeni belki de budur. Fransa bize felsefede son elli yılımızın tarihini anlatıyor ve bir bakıma da geleceğimize işaret ediyor.

Varlığa varlık olarak bakmak… Bu, felsefenin ta en başından beri felsefenin gündeminde olan bir sorudur. Konu, mitolojik düşüncede de kendine has bir ifadesini bulmuştur. Felsefe bunu kendisine has (logosa göre) bir yaklaşım geliştirerek yeni bir tanıma ve ifadeye dönüştürmek istemiştir. Varlığa varlık olarak bakmak ne demektir? Aristoteles varlığa varlık olarak bakabilmek için var olanlara var olan bakmak gerektiğini ileri sürer. Onun bu önerisi Thales’ten beri süregelen Arkhe tartışmasını hem özetler hem de bu bağlamda sorulan soruya, yani varlığa varlık olarak bakmanın ne anlama geldiği sorusuna açıklık getirir. Diğer bir deyişle Aristoteles, ‘Arkhe nedir?’ sorusunu ‘varlık nedir?’ sorusuna dönüştürüyor, çünkü varlığa varlık olarak bakmanın, yani Arkhenin ne olduğunu bilmenin önkoşulu var olanlara var olan bakmaktır. Kısacası; Aristoteles’e göre, hiçe hiç olarak bakabilmek için (ki varlığa varlık olarak bakmak, hiçe hiç olarak bakmaktan başka bir anlama gelmemektedir) var olandan, pozitif olandan, oluşmuş olandan hareket etmek gerekir.

Aristoteles’in var olan kavramı varlıkta vücuda gelmiş tüm var olanları kapsar. Alman filozoflar Aristoteles’in var olanlar (ousiai) kavramını kendi dillerinde “Dasein” olarak belirlemişlerdir –ki Aristoteles’in kullandığı “ta onta” (vardır) doğrudan Dasein kavramını çağrıştırır.

Heidegger, Aristoteles geleneğinde oluşturulan, ta felsefenin başlangıcına kadar gerilere giden ve zengin bir şekilde tüm varlıkları kapsayan Dasein kavramını basit bir şekilde insan merkezci bir açıdan insan kavramına indirger. ‘Arkhe nedir?’ sorusunu ‘varlık nedir?’ sorusuna dönüştürür ve böylece felsefe tarihinde oluşmuş olan zengin varlık kavramının içi boşaltılıp hiçe dönüştürülür ve bu hiç ile ilişkilendirilen Dasein verili olarak kabul edilir. Sanki Dasein hiçten açıklanamaz ve gizemli bir şekilde var edilmiştir. Zaten öyküye göre Tanrı’nın kendi suretinden yarattığı yalnızca insandır. Böylece Antik Yunan felsefesinde neredeyse tüm filozofların istisnasız olarak kabul ettiği hiçten var olmama ve vardan hiç olmama ilkesi anlamsız ve saçma bir şekilde tersine çevrilmiş olur; anlamsız ve saçma, çünkü bu tersine çevirme eyleminin felsefeye kattığı herhangi bir pozitif bilgi kazanımı olmadığı gibi, buna hizmet etmek amacıyla kurulu olanı da yıkmayı amaçlamaktadır.

Aristoteles burada, daha sonra varoluşçuların sanki kendilerinin icadıymış gibi sundukları görünüş özden önce gelir ilkesini formüle ediyor. Fakat Aristoteles’in belirlemesi epistemolojik bir önermedir. Ancak görünenden ve önce bilinebilecek olandan epistemolojik sıralamaya göre daha sonra bilinebilir olana, kökene veya temele, yani ontolojik olarak önce gelene doğru ilerlemek gerekir. Buradan hareketle oluşum sürecini aynı zamanda bir epistemolojik süreç olarak kavramak ve kurmak gerekmektedir.

Fakat felsefi bilginin gelişimi Aristoteles’ten sonra da devam etmiştir ve bu gelişim Yeniçağdan önce, ta Helenist dönemde başlamıştır. Bunu en açık bir şekilde Stoacılarda görürüz. Stoacılar evreni basit bir şekilde varlık olarak tanımlamaz. Varlığı aynı zamanda düşünme olarak da tanımlar –ki bu düşünce Parmenides ve Herakleitos’a kadar geriye doğru takip edilebilir. Bu nedenle Descartes’ın “Düşünüyorum, öyleyse varım” önermesini tüm bu düşünce ve tartışma geleneği bağlamına oturtmak gerekir. Descartes ile birlikte “varlık nedir?” sorusu “varlık-bilinç ilişkisi nedir?” sorusuna dönüştürülmüştür. Kant’ın eleştirel işinin tüm ereği varlık-bilinç ilişkisini temellendirmeye vakfedilmiştir.

Marx “Alman İdeolojisi”nde “varlık bilinci belirler” derken, modern felsefenin Descartes ile birlikte yeniden formüle edilen varlık (bilinç) sorusuna yanıt verir: Bilinç varlığı değil, varlık bilinci yaratır. “Alman İdeolojisi” ilk defa 1927 yılında yayınlanmıştır. Heidegger’in “Varlık ve zaman”ı da. Varlık ve zaman Marx’ın yeniden tanımladığı varlık-bilinç ilişkisine Heidegger Thales’ten beri oluşan ve farklı biçimlerde sorulan “varlık nedir?” sorusunu tamamıyla hiçleştirerek, yani değersizleştirerek yanıt vermiştir.

Heidegger modernlerin varlık sorusunu yeniden formüle edişini göz ardı edip, antiklerin Arkhe sorusunu basit bir şekilde varlık sorusuna dönüştürmekle tüm felsefe tarihini kendince hiçleştirip felsefeyi yeniden mitosa götürmek istemektedir. Zira Heidegger’in varlık kavramı, Sokrat öncekilerin Arkhe kavramından farklı olarak aslında olmayan bir hiçtir. Fakat bir hiç olarak bile alsak Arkhe, Heidegger’in varlık kavramından farklı olarak pozitif bir kavramdır. Başka türlü olması da mümkün değildir, çünkü negatif olan, yani hiç ancak bir şeyin veya var olanın hiçi, yani pozitif olanın negatifi olabilir. Düşünceyi mantıklı olarak başka türlü kurmak mümkün değildir.

Heidegger’e olan genel tutku onun bu bağlamda yarattığı mitosçu esrarlı dumandan kaynaklanmaktadır. Onun felsefesinde özgürlük diye algılanan aslında onun yarattığı esrar dolu bir sarhoşluktur. Heideggerci felsefeyle hissedilen aslında bu sarhoşluktur özgürlük diye algılanan.