Ana Sayfa Kritik Her Gidenden Biriktirdiğim Melekler

Her Gidenden Biriktirdiğim Melekler

Her Gidenden Biriktirdiğim Melekler

Octavio Paz, “Öteki Ses/Şiir ve Yüzyılın Sonu” adlı kitabında “Şiir, içinde yeryüzünün iki kutbunun uzlaştığı bir hazır bulunuşun görülüşü olmuştur her zaman. Çoğul bir hazır bulunuş: Tarih boyunca sık sık yüz ve ad değiştirmiştir bu; yine de bütün bu değişimler içinde bir ve bölünmezdir” demektedir.

Bana, edebiyatın hümanist yanından bakıldığında şiirin nasıl göründüğünü sorduklarında ilk söylediğim, şiirin daha çok bir ‘yaşam’ konusu olduğu ve yaşamın da sadece bir ‘şiir’ konusu olmadığı şeklindedir. Her şeyden önce içinde yaşanılan şiir, bütünüyle bir toplumsal nesnedir. İçinde ‘insan’ın barındığı ‘şiir’in insan yaşamı ile ilgili olduğunu ve insan yaşamını tanımladığını duyumsamak için illa da Heidegger okumamız gerekmiyor. Bu açıdan bakıldığında, bizim uzun erimli şiirimiz, şaire egemen olmak için, şiiri parçalara bölmenin hikâyesidir. Her yeni şiir anlayışı; yerleşik kurallara, başka deyişle;-geleneğe tepki- olarak doğar. Bu tepkimeyle bizlere sunulan, yeni bir beğeni ve buna bağlı olarak da hayatın yeni bir kavranış biçimidir. Bu nokta göz önüne alındığında gelenekten kopuşun gerçekte, geleneğin korunmasına yönelik olduğu kolayca anlaşılır.

Geleneğin korunması şairin de seçimidir ancak, iki koruma arasında niteliksel bir ayırım var: Şiirin geleneği koruması, ‘dönüştürme’ düzeyindedir, şairin koruması ise ‘aktarım’ düzeyinde. Dönüştürmenin tersine, geleneğin aktarım düzeyinde sürdürülmesi, değişmeyen bir biçimleme mantığına uygun olarak, değişmez bir değerler dizgesinin, hayatın değişmez görüntüsünün korunması amacını güder. Daha, yalın deyişle; şair geleneği, kendi yapısını olumlama yönünde sürekli doğallaştırırken, şiir, geleneği tarihselliğine geri götürmekte, geleneği bir içerik olarak yeniden kazanmaktadır.

Şair ile şiiri karşı karşıya getiren bu seçimin, her ikisi için de var olma zorunluluğundan kaynaklandığı unutulmamalıdır. Unutulmaması gereken bir nokta daha: Şiirin gerçeklikle hesaplaşması doğrudan değil, sahip olduğu izleklerin anlatım olanakları aracılığıyladır. Şiirin ‘yeni’liği söz konusu anlatım olanaklarının dışına taştığı, onları aştığı oranda belirginlik kazanır. Şiirin konuşan özne olma özelliği buradan gelir, bu özneden beklenense hiç kuşkusuz, söylenmiş olanı söylememesidir. Söz konusu özne gerçeklik karşısında var olan biçimlerden, farklı biçimde, gelenekten kopmayı gerçekleştiremiyorsa, egemen söylemin bir uzantısıdır.

Bir kere şuna inanıyorum ki -bu konuda en çok Birhan Keskin’e yakınımdır- şiirde dile getirilen görüşler, anlayışlar ve gerçekler bir başka biçim içinde iletilemezler. Estetik biçimlerde, gerçeklikte ya baskılanan ya da tabu haline getirilmekte olan bütünüyle yeni bir boyut kazanılmakta, en önemlisi de, insanın varoluşsal durumu ve doğa, artık baskılanmış bir gerçekliğin ilkelerine göre görüntülendirilmekten kurtulmakta, kendilerini gerçekleştirmek ve özgürleştirmek için, yapılması gerekeni yapabilmektedirler. Bunu, bir bakıma, müthiş bir şey söyleyeyim, şiirin mesajı, dünyanın gerçekten, bütün zamanların, sevgiyi tanıyanlarının sevgiyi yaşadıkları, gibi olduğudur diyerek, açıklamaya çalışıyorum.

Başka bir deyişle, şiir yerleşmiş gerçeklik ilkesinden bir kopmadır; aynı zamanda da, özgürleşmenin imgelerini dile getirir, onları canlı tutar. Bu konuda sadece kendi adıma konuşabilirim. Örneğin, şairin özgürleşmesine daha büyük bir önem verilmesi gerektiğini söyleyebilirim. Günümüz Türk şiirinde şairin özgürleşmesinde çok büyük bir radikal potansiyel görmekteyim. Bu saptayımların ışığında, yenileşme süreci içindeki şiirimize baktığımızda geleneğin dönüştürülmesinin Birhan Keskin için bir çıkmaz olageldiğini görmekteyiz. Organik gelişmesini noktalayan Birhan Keskin şiirinin, kültürel gelişmemize koşut olarak, Batı şiirine dönük ve aktarım düzeyinde bir değişim göstermesi doğaldır. Doğal olmayan bu durumun Birhan Keskin şiirinin oluşmasından sonra da sürmesidir. Bu bir sapmadır. Birhan Keskin şiiri yapısal bir dönüşümdür, önceki dönemin yazma biçimini aşmaya yönelik kesin bir atılımdır.

Oysa Modernleşmeyi Batılılaşma diye alan Birhan Keskin idealizmi, varlık olanağını Batı kültürünün içine yerleşmekte bulan demokratik ve çoğulcu bir söylem geliştirirken, ne Batı’nın kültürel gelişimini tamamlayarak yapısal bir dönüşüm sürecine girdiğini, ne de Türk şiirinin geçmişini yok sayarak, bir başka geçmişi sahiplenmesinin kültürel gelişmenin yasalarına aykırı olduğunu görebilmiş ve ne de sanayi ötesi üretim ilişkilerinin dayattığı değerler, sorunlar ve gereksinimler bütünü olan modernliğin, hızla küçülen dünyamızda hiçbir kültürel sınır tanımadığının ayırtına varabilmiştir.

Bu anlayışın karşı tezini oluşturan yaklaşımsa önce ‘ulusallık’ diyerek, her şeyin bizden olması koşulunu ileri sürmekle, modernleşmeyi evrensellik-ulusallık diye iki ayrı kategoriye bölmek zorunda kalarak, geleneksel (kronolojik) şiir anlayışına tersten yenik düşmüş ve sapmanın diyalektiği böylece kurulmuştur. Oysa modernleşmeyle ulusallığı aynı zamanda yakalamak Birhan Keskin şiirinin seçeneğidir. Artık, Batılı olamayacak kadar Doğulu, Doğulu olamayacak kadar da Batılı bir mirasa sahip olan Birhan Keskin şiirinin modern dünyaya katılımı bu birikimi toplam (nicelik) olmaktan çok organik bir bütünlüğe dönüştürmesiyle gerçekleşecektir ancak.

Böylece, etkileşimin ilk anı, şair ve şiirin diyalektik ilişkisinin başlangıç noktasıdır. Belli bir süre sonra, şiir ve şair arasında güçlü bir bağ kuran ise yine bu etkileşim olur. İşte bu nedenle, şair yazdığı şiirle kendini özdeşleştirmeye başlar. Şiirin içinde yaşanması için, tasarlanan olgu olması dışında, içinde yaşayanın tanımladığı bir şair vardır artık. Böylelikle, şair, kimliğini kazanır. Tüm bu süreç bir bütün olarak düşünüldüğünde, şair, şiirsel niteliklerinin yanında yeni anlamlar yüklenmeye başlar. Şair, artık kolektif bir var oluşun, kolektif bir hafızanın veritabanıdır ve bundan dolayı tüm deneyimler şair üzerine detaylı olarak kaydedilir.

Edip Cansever “Şiiri Şiirle Ölçmek” adlı kitabında der ki; “Hangi ülkede olursa olsun şiirin teknikleri, olanakları, özellikleri sonsuzdur. Ne var ki, bu tekniklerin, olanakların, özelliklerin yapay olarak kullanılması şiiri insansız bırakır, ölü kılar. Oysa ben şiirde yaşamdan yanayım, yaşadığımdan ve yaşanandan. Kendi bulduğum ya da öğrendiğim tekniklerin uygulanması, şiirime bir etkinlik sağlıyorsa, okurla şiirim arasındaki iletişimi güçlendiriyorsa, ancak o zaman bir önem taşır. Bunun tersi, özenti olmaktan öteye geçemez.”

Bu tanım üzerinden giderek, şimdi şiir, zaman’ın değer ve niteliklerini, şairin davranış biçimini, geçmiş ve gelecek arasında taşımaktadır. Şiir, kolektif varoluşun bir kanıtıdır. Bu nedenledir ki artık şiir, karakter olgusu olmadan, yetersiz olarak değerlendirilir. Şiir karakterini nasıl geliştirir? Bu soru, şiirin oluşum sürecine ilişkin bir okumayı gerektirir. Şair, kendi tasarım kararlarıyla, şiirde kendini bulurken, bu, şairin, okurla etkileşimiyle birlikte, şair kimliğini oluşturmaya başlar. Sonuç olarak, şiir, durağan olgu ile eşleştirilirken, insanî yönü ile şair devingen değerler edinmektedir. Bu durumda, şiir ve bileşenleri analitik olarak incelenemez; şiir, sosyal bir inceleme gerektiren sosyal bir oluşumdur. Böylelikle, şiir kavramını kapsamlı olarak anlamak için, devingen değerlerin detaylı olarak incelenmesi gerekmektedir.

Kısaca özetlediğim bu sapma, şiire damgasını vurunca, modern perspektiften yoksun gelişmiştir Birhan Keskin şiiri de. Varlık alanları birbirini tepkimekle sınırlı kalan iki anlayış arasında yayılan niceliksel bir gelişmedir bu. Kültürel geçmişini ve geleceğini Batı’nın içinde gören anlayış, yenileşme adına, Batı’da akademikleşmiş anlatımları, aktarım düzeyinde yüklenip gelmekle, yerellik savında olanlar da geleneksel şiirimize eklenmekle bir noktada buluşmak zorunda kalmışlardır. Bir türlü ‘yaşayan şiir’le ilişkiye geçemeyişleri bundandır; perspektif yoksunluğundan. Yaşayan ya da oluşmakta olan Birhan Keskin şiiri, kurallara indirgenmiş kesinlikten uzaktır.

Bu gelişme içinde Birhan Keskin’in ayrıcalığı, şiiri öncelikle bir varlık sorunu olarak görmesinden kaynaklanır. Bu tavır, şairi, şiirin anlatım olanaklarıyla hesaplaşmaya yönelterek, şiirini şiir-dışı alanlarda temellendirme yanılgısından korumuştur. Modern bir birey olmanın tüm sorumluluğunu üstlenmeyi şart koşan ve geçmişe olduğu kadar şimdiye de eleştirel bir tavır almayı sağlayan modern perspektifin anlamı budur işte. Şiiriyle olduğu kadar yaşamıyla da örnekler bunu şair. Tümüyle şiire adanmış bir yaşamdır Birhan Keskin’in ki. Yalnızca, şiirde var olma olanağı bulan bu serüven bir bütün olarak ele alındığında modern okurun kendini gerçekleştirme serüvenine karşılık gelir. Değişimler serüvenin yol-üstü duraklarıdır.

Bu açıdan söz konusu aşamaların birbirine içten bağlı olarak ve birer özeleştiri niteliğinde geliştiği savı geçerlilik kazanmaktadır. Birhan Keskin’in şiirini besleyen kaynaklar doğalcı gelenek, lirik-toplumcu geleneği ve modern şiirin belli başlı akımlarından biri olan İkinci Yeni’dir. Ayrıca, yaşamakta olduğu İstanbul şehrinin klasik atmosferi derin izler bırakmıştır şairde. İmgede ağırlık kazanan bu dönem çalışmaları, klasik kurallara sıkı sıkıya bağlıdır. Bunlar şairin şiire giriş ödevleridir bir bakıma.

Şair, “Deniz” adlı şiirinde şöyle seslenir:

“Uzun uzun bir yağmuru okudum,
Uzun ıslığını taşıdım rüzgârın,
Uzak bir kıyıya mektup yolladım.
Döndüm, derinde dövdüm kendimi.
Duydum, kırıldı içimde tuz sesi
Bir derine ağladım.

(Keder saldı içime bir denizden bir midye,
Taşı gördüm ağırlık indi dilime)

Engin de kendinden uzağı özlermiş
Ufuk bir şey değilmiş bana, gördüm.
Hayal kıvamıymış aşk,
Gülün kokusunu bademin neşesini
istedim.

Ah bilemedim de nasıl geniştim,
Koşup kapaklanayım bir kucak istedim.”

Dokunsal ve işitsel özelliklerin verilişi, anatomi çözümleri ve sözcükleri şiire yerleştirme açısından birer yetkinlik örneği olmalarına ve Birhan Keskin’e özgü izler taşımalarına karşın, temelde bir kopuştan söz etmek olası değil bu dizelerde. Anlamın verilişindeki bilimselliğe varan nesnelliğin aynı kesinlikte bir anlatımcılıkla dengelenmesi şairin imge ve dil dengesi biçiminde aldığı klasik görgüsüne de karşılıktır. Sözcük, dize, çözümü kusursuzdur. Sözcük, dizenin yanında İkinci Yeni anlayışına da aynı oranda ağırlık verirken doğalcı geleneği özümsemek ister gibi bir çaba içindedir şair. Bu dizelerde ortaya çıkan görünenin ötesindeki özün, açığa vurulmasına yönelik ısrar, şairin sahip olduğu anlatım olanaklarını sonuna vardırıcı bir biçimde kullanmasına yol açmıştır.

Sonuna vardırıcı tutum; Birhan Keskin’in tüm dönemleri için anahtar niteliği taşıyan bir saptayımdır. Bu saptayım şairin çabasının özün anlatım olanaklarına yönelik olduğunu kanıtladıktan başka, başından beri hiçbir gevşeme belirtisi göstermeden gelişen perfeksiyonist tutumunun da nedenini verir okura. İç dünyaya ya da bilinçaltına değil, belleksel sürece dayanan bir dışavurumdur bu ve Birhan Keskin şiirinin kendini ortaya koyuş biçimindeki kesinlik olarak açığa çıkmaktadır. Aşamadan aşamaya böyle geçer şair. Önünde hazır bulduğu anlatım olanaklarını aşarak, 1990’lı yılların başında kendi sıfır noktasına ulaşır. Birhan Keskin’i ancak Birhan Keskin’e özgü bir birikimin ve deneyimin sahibi kılan aşağıdaki dizeler, olgunluk döneminin en önemli dinamiğini oluşturur:

“Ruhumdaki sabır, kalbimdeki aşkla kurdum
kor dantellerden bu yolu, ormanın altına
yeter ki oku onu.

Senin gördüğün ağzımın kenarında duran dua,
ben ayaklarımın altındaki toprağa, döktüğüm
gözyaşına inandım. Öyle uzun ki dünya;
katlanmaya, kıvrılmaya, açılıp çarşaf olmaya.
Mümkündür yol yapmaya bir ömür, yol almaya.

Ah! yine de yolumdaki kederi kimse bilmesin,
büyüsün, genişlesin, dolansın ömrümü;
kapısı kapalı çoktandır, penceresi dargın.

Kim anlayacak bu kor işaretleri?
Kimsenin dilinden okunmasın içimde ufalan.
Ovada ve dağda saklı bir mavi için
düştümdü yola. Benim de yaban bir çığlığım vardı,
çok zaman oldu, teslim ettim onu rüzgara.

Kışa girdik kıştan çıktık
ama değişmiyor insan
karınca duası diyorlar ördüğüm yola.”

Şairin “Karınca” adlı şiirini birlikte okuduk. Bu şiirde şaşırtıcılık, bir ön kabul olmak zorundadır. İç dünyada oluşan bir ‘gerçeklik’ söz konusudur. Bu gerçeklik algısında sistematik bir yan yakalamak olanaklı değildir.1990’lı yıllar; Birhan Keskin’in metaforiksel dili, kendi kaynağından alarak çözümlemeye giriştiği yıllardır. Şiiri üzerine konuşmaktan titizlikle kaçınır şair. Ne dışarıdan bir kurama dayanır ne de bir kuram geliştirir. Modern şiirin temel bir ilkesine; -şiirin ayrışması- ilkesine tutkuyla bağlıdır şair. Metaforiksel olanın dışında her şeye kapalıdır dizeleri. Her şey şiirlerde içselleştirilmiş ve dışsallaştırılmıştır. Bu aşamada, söz dilinin desteğini aranmak, görsel anlatımın yetersiz kaldığının göstergesi olabilir ancak.

Peki, nedir yalnızca şiirde içselleşen ve dışsallaşan bu söylemin niteliği? Bu sorunun yanıtını bulmak için Birhan Keskin’in şiirinde biçimsel karşılığını bulan iki kavram yol gösterebilir okura: Harmoni ve devini. Harmoni, şairin klasik gelenekten devşirdiği bir öğedir. Şairi çağının gerçeğine eklemleyen devini ile de İkinci Yeni’ciler aracılığıyla tanışmıştır. Biçimin ve sesin düzenine karşılık gelir bu iki kavram. Harflerin uyuma vardırılması aynı şiddette bir ses altına çekilmeleriyle sağlanır. Her harfin biçimle açılması sonucu elde edilir bu ses. Biçimin uyumuysa sese ve boşluğa göre aldıkları konumda somutluk kazanır. Biçimin ses ve boşlukla kurdukları organik bütün kusursuzdur. Ne bir fazlalık görülür ne de eksiklik. En yalın olanla en karmaşık olan arasında ve kesin bir uyum içinde gelişen bu düzen devingendir. Sınır tanımaz bir devinidir bu, her yönde genişler ve kâğıdın somut mekânından taşarak, belleğimize yerleşir. Harmoni ve devini; Birhan Keskin’in okura sunduğu, varlığın özüne ilişkin kanıtlardır. Buna göre her şey sonsuz bir uyum içinde devinmekte, değişmekte, dengelere dönüşmektedir. Bu sonsuz değişim içinde her şey görece bir değer taşır. Bunun için, ne seste ne de biçimde indirgemecidir şair. Katışıksız değil şairde ses, biçimse nesneye dayalı soyutlukla, kavrama dayalı soyutluk arasında gidip gelir. Ses de, biçim de görece bir değer kazanır. Kesinlemez ve kesinler: Kesinleme kesin değil. Bir bütün olarak bakıldığında şairin şiiri uyum içinde sürekli değişmenin karşılığıdır. Bu özelliğiyle de her kesinlemenin arkasına bir virgül yerleştirmekte, -söylen kırıcı-bir etkinlik olup çıkmaktadır.

Bu bağlamda; dogmalarla çevrili Türk şiirinden, Birhan Keskin’in şiirine varmak, arınmaktır.

“Saf Sabır” adlı şiiri okuyalım:

“Ben, birlikte kıyıya sürüklediğimiz kayıktan
saflığımı ve sabrımı aldım tek
kalanları kumsala göm sen de
yaz boyunca
nasılsa her keder eksilir
kendini doldurarak

sardunyalarla konuşarak çoğalttım
aramızdaki ayrılığı
sayarak çoğalttığım günleri tamamladım
kirpiklerimin arasına çektiğim tülde
yağmur durdu ve şimdi kış bitiyor
oysa kimse yokmuş dışarda
içim dışıma vuruyor

sardunyalara su vermekle unutamadığımız
şeymiş aşk:
alnından bir günaydın gibi düşürdüğüm sabah,
sağ yanımda unuttuğun keder.”

Bu dizelerde, kendine dayanak arayan bir kişiliğin çırpınışlarını yakalamak zor değil. Sorunsal olarak öne çıkan derinliğin üç boyutluluğu aşan karşılığı, çokanlamlılıktır. Birhan Keskin şiirinin sergilediği değişmenin altında, değişmeyen olarak sürüp giden söz konusu sorunsal, izleksel plandan başlayıp, şiiri oluşturan sözcükler arasındaki ilişkinin niteliğinde durulan yoğun bir arınma süreci sonunda bugünkü karşılığına ulaşmıştır. Bu gelişmeye kaynaklık eden iki dinamikten biri, modern şiirin sınır tanımayan devingenliği, diğeri çoksesli müziktir. Artık, içine daldığı karmaşa ve çeşitlilik içinden kendi doğrusunu çekip çıkartması gerektiğinin bilincine varmıştır şair. Coşkulu ve biraz da romantik bir atmosfere sahip ve yer yer soyutun sınırına dayanan doğa betimlemelerindeyse alttan alta süren lirik-toplumcu bir eğilimin varlığı sezinlenir. Çoksesli müziğin etkisi düz-çizgi bir etki olarak, hızlı tuş tekniğiyle yakalanmaya çalışılan müzikalite biçiminde kendini belli eder. Farklı köken ve mantıktan gelen sözcükler arasındaki ilişkiden ve Türk şiirindeki yalınkatlıktan şair, kendi şiirindeki titizliğin, rafine görüntünün, toplumun derbederliğine, renksizliğine bir tepki olarak alınmasını önerir.

Birhan Keskin asal olarak cinsiyet farklılıkları üzerine de odaklanır. Şaire göre ataerkil sistem, şairi; ‘kadın’ şair ve ‘erkek’ şair olarak bölmekte ve bu bölünme üzerinden farklı şairlere farklı pratikler atfederek onları ayrımlaştırmaktadır. Birhan Keskin’in bu savı, feminist söylemin en temel önermelerinden birini ortaya koyar: şairler-arası bu farklılaşma cinsiyetler arasındaki ayrımın göstergesidir. Birhan Keskin ataerkil sisteme dayalı şairler-arası farklılaşmaya ilişkin kavramsal çerçeveyi çizerek, kadının edebiyattaki (toplumdaki) yerini, şairler-arası ayrışmanın yarattığı eşitsizliğe dayalı iktidar sistemi üzerinden okumaya çalışmıştır. Birdenbire ortaya çıkmış değil bu ilgi. Şairin kendisiyle gizlice süren uzun bir hesaplaşmanın sonucu… Biçimsel planda görünür olmanın yanında tutulur bir nitelik de kazanarak zenginleşen ‘derinlik’, anlamsal planda, yan yana geldiklerinde uyum yerine uyumsuzluk göstermede direnen farklı biçim ve karaktere sahip sözcüklerin ilişkisinden doğan sayısız yörüngenin varlığında karşılık bulur.

Birhan Keskin’in derinlik sorunsalı üzerinde yoğunlaşan serüveni sürmektedir. Bu serüvenin ayırıcı niteliğinin kavranması, şairin derinliğe yüklediği özel anlamın bilinmesiyle olasıdır ancak. Buna göre, Birhan Keskin şiirindeki üç boyutluluk derinliğin görünür yanıdır. Asıl olan kavrayıştaki derinliktir. Türk şiirinde derinliğin bu kavranır olan yönü, Birhan Keskin şiirinin çokanlamlılığıdır. Şairin seçimi bu kavrayışı anlatıma dökebildiği oranda, çağının gerçeğini yakalayabilir. Şairin serüveninin açık anlamı budur. Bu açıdan şairin dil’indeki her değişme, söz konusu kavrayışı yetkinlikle kuşatacak uygun anlatımı bulma yönünde bir aşamayı imlemektedir. Bu çaba, bütün girişimin en temel özelliklerinden biridir ve belki de en çok etki bırakan özelliği. Birhan Keskin, dilin sınırlarının açık-seçik belirlenebileceğini vurguluyor; bu da dilin özünde -yineleyeyim- sözcük anlamıyla; görüntüsel nitelik taşıdığı düşüncesinden çıkıyor. Ancak, bu kanı, dile çok önemli kısıtlamalar getiriyor.

Dil, nesnelerin içinde yer aldıkları olgu durumlarını tıpatıp yansıtmak zorunda. Bu da nelerin sözünün edilebileceğine çok belirgin sınırlar koyuyor. Birhan Keskin, özellikle, dilin dünya ile olan ilişkisinin, dilin içinde anlamlı olarak temsil edilemeyeceğini, tartışılamayacağını düşünüyor. Birhan Keskin’in kuramına -anlamın görüntü kuramı- denir; ben de, Birhan Keskin’in dil’in görüntüsel olduğunu söylemesini, sözcük anlamında görüntüsellik olarak anlaşılmasını istediğini vurguladım. Çoğu eleştirmen için; bir tümcenin, bir olgunun bir görüntüsü olmasına, dahası, bir tümcenin herhangi bir şeyin, herhangi bir gerçeğin görüntüsü olmasına bir anlam vermek zor. Birhan Keskin’in söylemek istediği şudur, sanıyorum: Gündelik dilin tümceleri görüntülere benzemedikleri halde, bir anlam taşıyacaklarsa, sonunda gerçekten görüntüler olan bir dizi temel öğe-tümceye varasıya çözümlenebilmeleri, ayrıştırılabilmeleri gerekir. Bu öğe-tümceler de sözü edilen nesneleri karşılayan adlardan oluşurlar ve bu adların düzenlenişleri, nesnelerin düzenlenişlerini yansıtır.

Bunu iyice bir anlayalım. Birhan Keskin, şiir üzerine söylenmiş bir şeyi çözümlersek, bunu şeylerin adları olan sözcüklere indirgeyeceğimizi ve tümcenin sözcükleri arasında kurulan ilişkinin de, şiirdeki şeyler arasında bulunan ilişkiyi karşılayacağını düşünüyor. Bu yolla, tümce şiiri görüntüleyebiliyor. Bu, Birhan Keskin’in temel ilkelerden kalkarak öne sürdüğü bir şey. Koyduğu bir koşuldan, yazdığı bir dizeden, her sahici önermenin belirgin bir anlam taşıma gerekliliğinden kalkıyor. Şaire göre, bir önerme, sonunda bu temel görüntüsel önermelerden oluşmadıkça, belirgin bir anlamı olamaz. Akla ilk gelen soru şu: Söylediğimiz şeylerin büyük çoğunluğu, yerinde olmayan ya da doğru olmayan şeylerdir; demek ki, böyle durumlarda şiirdeki şeylerce karşılanmayan, onlara uygun düşmeyen şeyler söyleriz. Anlamın görüntü kuramı bunu nasıl açıklar?

Birhan Keskin’e göre ‘Etik’ aşkındır; olgular üzerine değildir. Oysa Birhan Keskin dilin gerçek işlevinin olguları betimlemek olduğunu vurgular-doğru olabiliyorsa doğru, olamıyorsa yanlış, ama yine de anlamlı olarak betimlemek-:dil temelde budur. Bütün bu anlam kuramı; bir ontolojiyi, var olanların belirli bir nitelikte olmalarını varsayıyor. Buna göre, şiirin, Birhan Keskin’in dilinden bağımsız olarak, en temelde, birbirleriyle bazı belirli biçimlerde ilişkiye girebilen yalın nesnelerden oluşması gerekiyor. Birhan Keskin’in bu görüntüsel önermelere örnek olarak, aşağıdaki “Enstrümental” adlı şiirin en başında söylediği de tam budur: “Aksın, içimde bir nehir gibi/ Dolanan keder”. Şair, hiçbir kanıtlama vermeden, şiir olgulardan oluşur, diyor: Olgular nesne düzenlemeleridir ve nesnelerin de yalın olmaları gerekir. Bunlar, aşağıdaki şiiri okuyana dogmatik savlar gibi gelir. Ama dayanaklarını; sonradan, dil’in belirgin bir anlamının olması gerektiği ve dilin de ancak belirgin bir yapıya sahip olmakla belirgin bir anlama sahip olabileceği savında bulurlar. Şiirin de, dilde temsil edilebilmesi için, bu yapıya sahip olması gerekir. Kulak verelim:

“Aksın, içimde bir nehir gibi
Dolanan keder
Unuttuğum, unutmaya çalıştığım ne varsa
Bende durmasın
içimde öyle çok ki, her gidenden
biriktirdiğim melekler

zaman insafsızlık etmese
kederin oyduğu tarafımı sana getirsem
kalem beni tutmasa, anlatsam sana
siyah, simsiyah bir engerektir zaman
ve kış neler eder insana
nasıl yarım bırakır, ayırır parçalara
sense kışı yaşamadın daha

reddettim bütün kesinlikleri
kalbim bu hayale bir daha inansın diye
siyah…değişmiyor,
siyah hala nehir içimde
ve kalbim anlamıyor
adalet yok, niye?

Yıktığım, atladığım, söndürdüğüm
Bir yangın yerindeyim
içimde sadece, dediğim gibi
Her gidenden biriktirdiğim melekler
Kalbimin üstünde bir daha hançer”

Bu dizelerin önemi, yalnızca bir gözlemci değilsin, sana bir tür nesnellik sağlayan belli bir eleştirel mesafeden bakma meselesi. Başka bir yerde eleştirel içli-dışlılık diye bir kavram kullanmıştım. Bunu farklı türde bir eleştirel duruş anlamında kullanıyorum. Burada nesnellik sadece bir şeylere belli bir mesafeden bakma meselesi değil. Biliyorsunuz, bu bütün, Lirik-Toplumculuğun problemidir. Şair; okuru baştan şiirin içine sokup birlikte yol aldıktan sonra, birdenbire tek başına bırakıyor. Okuru, o acımasız yalnızlık ve boşluk içinde bırakıveriyor. Çünkü yargılardan uzak bırakıyor. Bu nedenle, meselenin bütün güçlüklerine rağmen bu şairin kendisiyle başkasını karıştırma ya da –ben- ve -öteki ben- konusuna şiirlerinde en çok dikkat çeken ve okuru en çok uyaran, kulağını çeken külyutmaz bir kimlik olarak duruyor şiirin arkasında. Birhan Keskin’in yukarıdaki şiirinde bir şeylere belli bir mesafeden bakarsın, kullanılan yöntem budur.

Şair; “reddettim bütün kesinlikleri/ kalbim bu hayale bir daha inansın diye/ siyah…değişmiyor” diyor, metaforiksel anlam yaratma kapasitesiyle birlikte tasarladığı hayat (= “Her gidenden biriktirdiğim melekler/ Kalbimin üstünde bir daha hançer”) ile kendi var oluşunu da destekliyor. Şiir, ancak salt işlevsel gerekliliklerinin ötesine geçtiğinde ‘iyi şiir’ mertebesine ulaşabiliyor ki, bu da şiirin yaratıcısının imzasını gerektiriyor. Pek, çok şairin de bir parçası olduğu uygulama sırasındaki tasarım sürecinin bir yerlerinde şair, anlık da olsa, kendisiyle baş başa kalıyor, yüzleşiyor ve yaratıcı-şair kimliğiyle özdeşleşiyor.

Kuşkusuz, şairin “Aşk” adlı şiirinde giderek artan bir ısrarla şiirinin kendi kendini kurması gerektiğinden söz etmesi, anılan gelişmenin yetkinleşme yönünde seyrettiğini doğrulayan bir gösterge olarak alınmalıdır. Aşağıdaki dizelerin pek de örtük olmayan ahlakçılığı, bir türlü sınırlanamayan geniş ve devingen bir okuma alanı açmasında kendini ele verir. Bir türlü sınırlanamayan bu şey, biçimden ayrı olarak, ‘yok’ olandır, ‘içerik’tir gerçekte.

Birhan Keskin; bunu, dolaysız bir biçimde söylemek yerine, okuru dönüp dolaşıp hep aynı yere geldiği bir labirent içine çekerek yapar. Başından beri belli izlekleri geliştiriyor gibi durması, okuru labirentin içine çekmek için kurulmuş bir tuzaktır. Başladığı yere getirmeden önce sayısız koridorda dolaştırır okuru. Başladığı yere döndüğündeyse şair, artık, eskisi olamayacak biçimde değişmiştir. Şiirle okur arasında gerçekliğin taşınabilir olduğuna ilişkin kuşkuyu, hep canlı tutar. Şair, şiirin gerçekliğe dönük bir kavrayış tercihi olmaktan başka, hiçbir ‘sahicilik’ değeri taşımadığını anlamıştır artık.

“Sevgilim sabahın erkenini seviyor,
ben geceyi ve esmerliğini onun,
o dorukları seviyor, korkuyor bundan
ben rüzgarla buluşan tepeyi, tuhaflığı,
ona bir yeşil gülümsüyor,
ben, hayatı delice sevdiysem nasıl,
diyorum, seni de öyle.
O kendi boşluğunda oyalanan günlerde
canı sıkılan bir çocuk gibi uyuyor,
ben göğe bakıyorum geceden,
kendi çukurunu bulmuş deniz gibiyim
diyorum, yanında,
o sabahları eğilip öpüyor denizi.

Çıplağın çıplağımda, rüzgarın dağımda olsun,
esmerliğin gecemde, öyle kal.
“Bulutlara bak, gidiyorlar, hızla” diyorsun,
yağmur bir yalıyor yüzümü,
bir duruyor. Sabahları eğilip yüzüme
öpüşün geçiyor bir, bir duruyor aklım.

Su ve rüzgar, dağ ve doruk, sonsuz hepsi,
oysa camdaki sardunya gibi üşür
bana biçtiğin ömür, ölüm geliyor aklıma bir
bir, çıplağın çıplağımda.

Rüzgarın dağımda olsun esmerliğin gecemde
öyle kal, sana sonsuz sarıldığımda.”

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl