1

Yüksek hakikat, evet, böyle demek bana öyle geliyor ki Claire Denis’nin High Life başlıklı filmine hakkını verir. Bu başlık “azametli hayat”, üstün hayat, en âlâ hayat olarak anlaşılabilir — burada ise, kesinlikle “güzel hayat” denilen hayat değildir, ama hem bizim galaksimizin çok ötesine bir yere yükseltilmiş hem de her anlamıyla bir hayatta-kalma [sur-vie] yoğunluğuna taşınmış bir hayattır: yeryüzündeki hayattan sonra, o hayattan fazlası ama o hayatın da sonucu olan, hattâ onu ikame eden hayat, kendi anlamıyla ya da sorusuyla alakasında hayatta-kalan hayat.

Öyleyse, hayatın hakikati: bizzat kendisi — ve onu, onun basitçe ölümü olmakla yetinmeksizin (ama ölümle de eş öze sahip olan), kendisinin dışına götüren şey. Hayatın hayattan daha yüksek olan hakikati.

Peki nedir kendini hoş bir rüya kisvesi altında sunar gibi gözüken bir film için bana böyle felsefi mübalağalara sıçrama izni veren? En basitinden, en küçük harfine kadar, senaryo: süreğen, sırım gibi, açık ve katı bir hat boyunca süren iki saatlik bir gösterim. Uzaya fırlatılmış ve bir kara delikle karşılaşan insanların bu kara deliğin enerjisinin onları yok mu edeceğine ya da aksine onlara benzeri görülmemiş bir dirilik ve yepyeni bir dirlik mi vereceğine müşahede etmek gerekecektir. Sonunda bu iki imkânın ötesine geçilir.

Anlaşılacağı üzere, mesele şundan başka bir şey değil: “başka bir hayata” değil ama canlıların hayatından başka türlü olan bir hayata doğru koşma riski ve şansı. İçinde köpeklerin can çekiştiği başka bir uzay gemisiyle karşılaşmanın kendine özgü anlamı budur mesela. İnsana dair olan da, belki de kefeni yırtmaktan başka türlü olan bir hayatta kalmaktan, veya söylenildiği gibi, aşırı yavaş bir şekilde can çekişmekten ibaret olacaktır. Belki de, Derrida’nın hayatın-üstesinden-gelme [sur-vie] adı altında düşünmeye çalıştığının civarında bir şey: hayattan fazlası, hayatı içinden taşarak yaşamak, kendisinden geri dönüşü olmayan şeyi yaşamak — “imkânsızı yaşamak” demenin başka türlüsü.

2

Hayat, basit hayat, ilahiyatçılar ve filozoflar tarafından sıklıkla bir bakım işi, kendinin ve türünün — türün bir lahzası olarak kendinin ve her şeyin bir lahzası veya cephesi olarak türün — bir muhafazası olarak görülmüştür. Toplamda, ilkel benlikle kurulan rabıtayı, yani “kendinde olan”ın veya “kendine doğru olan”ın kendisiyle saf bir içkinlik hâlinde olduğu bir “kendi”nin ebedileşmesi olarak varsayılmasını tasvir edecektir.

Sadece bireysel hayat olarak değil ama türün ve hattâ genel olarak hayatın yaşamı olarak kendini tüketen bir hayat hipotezi (ki filmin başlangıç fırlatışı bu hipotezdir), ya bir entropi kanununa ya da aksine en fazla tam da konuşan hayvanın “kendi”sine olan içkinliği kadar az açığa çıkacak bir kendilik rabıtasının karmaşıklığına tekabül edecektir. Dil, hayatın içinde onun kendisine sonsuz bir mesafe açar — ve filmin en başı bundan müteşekkildir: dilin öğrenilmesi ve bununla gelen mesafe.

Bu mesafe hakikatin mesafesidir. Mesafe daha başta babanın kızına, onun için olan anlamının kendisi için olanınkinden belki daha başka bir değeri olduğunu salık vererek öğrettiği tabu kelimesiyle sahneye giriyor. Bu da, anlam teksesli olamaz demenin ve yasak sadece kendi ihlalini göreve (veya yardıma) çağıran sesle anlamlıdır demenin başka türlüsüdür.

Tüm film bizi yasak ve ihlali, “baba/kız”ın anlamı ve “baba/anne”nin anlamı, aktarılmış hayatın anlamı ve hayati aktarımın (veya yaratımın) anlamı arasında karar verme imkânsızlığına doğru taşıyor. Denilebilir ki tüm film, Spinozacı terimlerle ifade etmek gerekirse, bir natura naturans ve bir natura naturata arasındaki bir salınım, bir kararsızlık, bir bela ya da an-arşi üzerine yaslanıyor.

Hakikat, ikisi arasında bir karar verme üzerine kurulu değil: daha çok, onları beraber tutan, ve dolayısıyla da kusursuz kararsızlıkta tutan, ya da daha iyisi, baba ve kızın nereye doğru sürüklendiklerini aynı anda (tıpkı bizim gibi) hem bildikleri hem de bilmedikleri uzay gemisinin kara deliğe duhulüne eşlik eden esrarın içinde tutan zorunluluk üzerinde bulunuyor. Ve sürüklendikleri yere birbirleriyle konuşarak sürüklenirler: çünkü kızın nihai riski alma — ve de en başta ayarlanan şeyin en sonuna gitme — kararını dile getirdiği sondan önceki diyalog ilk dil dersini yankılandırır.

Film şöyle özetlenebilir: yaşamak, tabu mu? Tamam! Yahut: hayat bizden kaçar, ve bu kaçışıyla tasdik ederiz onu.

3

Hayatın hakikati şudur: hayalî bir yaşam artığı değil, ama hayattan da fazla yaşayan bir hayat; bir hayat ki tüm kendine-doğru-olmaları aşan ve aşarken de bunu imkânsızlığa dek yapan; bir imkânsızlık ki hayatın kökeninin eğer zaten verili olan canlılardaki rabıtada kendini bulamıyorsa ensestsel olmuş olacağını anlatan. Bu ensest — ya da önceden var olan bir “oto”su (veya “kendi”si) olmayan bir tür oto-üreme — hayatın hakikatinin hayatı öncelediğini söylemenin başka türlüsüdür. (Bu aynı zamanda demektir ki her cinselliğe öncül bir cinsiyet vardır.)

Bu hakikat düşüncesi, Claire Denis’nin selamladığı “kozmik yoldaşı” ve bana da kendisinin filmin sadece astrofizik danışmanı olmasının dışında bir anlamda da metafizik habis cini olduğunu düşünmenin keyif verdiği Aurélien Barrau’da açık bir ifadesini bulur. Hakikatin “belirti vermeyen ve ulaşılacak bir hâli yoktur: o, kendisinden geldiğimizdir, istikametten çok kökendir” diye yazan odur (Chaos multiples, Galilée, 2017, p.33).

Claire Denis bilim-kurguya ait belirebilecek gibi olan ne varsa oyununu bozan güç ve dikkatle, bu hakikatin hakikatini gözler önüne seriyor. Bu film bilimsel verilerle kotarılmış bir muhayyilenin içinde tahminlerde bulunmuyor: aksine, uzun ve yavaşça, neredeyse sabit bir yarı-karanlıkta, onda sürekli yakın olan, hassas olan, yavaş ve de kaçıcı olan, gebe ama zor sezilir olan, biraz da ölü bedenlerin bitmek bilmeyen bir kayışla düştükleri bir uzayın ters yüzü olan ne varsa ondan dolayı benim gerçek diye adlandırmaya meyledeceğim şeyin tam kalbine konuk oluyor.

Mühim olan hedefe varmak değil, ama başlangıçtaki enerji — tıpkı gemideki şu karanlık ve nemli besi bahçesi gibi. Muhayyileye dair olan ise, aksine, hayatı ürettirmeyi deneyen (ve zaten en azından hayatta kalmak ve/ya kendisini yok etmek için yaşayan tek çift için bunu başaracak ama kendisini intihara sürükleyecek olan) doktorun sebatkar çabaları ve endişesi olacaktır.

Rastlantı o ki Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlat Ağacı da aynı sene gösterime girdi. Nafile bir su arayışı esnasında kazılmış bir kuyunun kara deliği, hem kör bir inadı hem de imkânsıza doğru bir gerilimi tasvir eder — her ikisi de hayatın-üstesinden-gelme arzusundan payını alır (filmden bir replik: “eğer yaptığın işi seversen, heryerde yaşarsın”). Bu filmde de, kurguyla araya koyulan açık bir mesafe vardır…

Güzel rast gelmiş filmler, ve şans eseri değil, çünkü hakikaten zamanımıza dairler.

Tercüme: Enis Memişoğlu

Cahiers du Cinéma dergisinin Şubat 2019 sayısında bulunan aynı başlıklı yazının tercümesidir.