Ana Sayfa Kritik İçsel ve Dıșsal Kıyametler Ișığında bir “Tarihin Sonu” Okuması

İçsel ve Dıșsal Kıyametler Ișığında bir “Tarihin Sonu” Okuması

İçsel ve Dıșsal Kıyametler Ișığında bir “Tarihin Sonu” Okuması

Kuzu yedinci mührü açtığında, gökte yarım saat kadar bir sessizlik oldu. Vahiy: Bölüm 8, Bent 1-2

 

Fukuyama, olaysızlığı zamanımızın belirleyici özelliği olarak okudu.

 

Fikir, İkinci Dünya Savaşı’nın enkazından ortaya çıkmış ve 1950’lerde entelektüel yaşamın tonunu belirlemişti. 1945’ler, varoluşta anlam bulma görevinin tamamen bireysel bir yük haline geldiği, bir bıkkınlık ve eylemsizlik çağının başlangıcına, başka bir deyişle medeniyetin sıfır noktasına (Nullpunkt) karşılık gelen yıllardı.

 

Savaş sonrası yıllar aynı zamanda bir endişe ve korku dönemiydi. Hiroşima ve Auswchitz, tarihe anlam yansıtan büyük inanç sistemlerinin çöküşünü haber verirken, insan varoluşunun sınırlılığına ve sonluluğuna dayanan bir liberalizmi geride bırakarak, sınırları aşmayı vaat eden yeni bir dünya düzenine işaret ediyordu.

 

1945’ten bu yana, refah devletinin zaferi ve müteakip çöküşü, dekolonizasyon, Berlin Duvarı’nın yıkılışı, Küba krizi, Ayın fethi gibi derin kırılmalara karşılık gelen ve sözde Fukuyama’nın tespitlerini boşa çıkaran epey olay meydana geldi. Ancak bu eleştiriler, onun, Tarihin Sonu ile ne demek istediğini büyük ölçüde gözden kaçırıyor.

 

Zaten Tarihin Sonu artık, Dışişleri’nin dosyalarını dolduracak olaylar olmayacağı anlamına gelmiyor. Sadece, ne kadar dramatik olurlarsa olsunlar bu tür olayların, toplumsal yaşamın temellerini temelden değiştirmeyeceğine dikkat çekilmek isteniyor.

 

Dışişleri’nin dosyalarını ilgilendiren olaylara odaklanmak, Tarihin sonunun kültürel bir fenomen olduğu gerçeğini de gözden kaçırıyor.

 

İnsan hayatında tabii ki bir şeyler olmaya devam etti: yaşlılar öldü, çocuklar doğdular, yalan ve iki yüzlülük duraksamadan egemenliğini sürdürdü, kara vebadan ve aşk acısından ölenler de oldu.

 

Bu makaleyi ilgilendiren kapsam, ‘Bundan sonra hiçbir şey olmadı’nın dünyasına dair öngörülerdir.

 

İdeolojik egemenliğiyle en başarılı biçimine ulaşmış olan liberal demokrasinin medeniyette bir doruk, daha doğrusu bir donma noktasına karşılık geldiği iddia ediliyor. Tarihin Sonu ile, hiçbir şeyin olmayacağıyla mühürlenen uzun bir durgunluk döneminin altı çizilmek isteniyor.

 

Bana kalırsa, liberal demokrasi fetişi, insana yolunu şaşırtan kafkaesk Şato’nun imlediği gözetleme toplumunu çağrıştırıyor.

 

Liberal demokrasideki otoriter sapma, Şatoyu fethetmek için yola çıkan Josef K’nın giderek onun, Şato’nun atmosferinde nasıl biçimlendirildiğini ortaya koyuyor.

 

Bu yeni şekil vermenin araçlarından biri olan yabancılaşma, nihilist çukura adım adım yaklaşan bireyi iktidarın periferisinde tutarak, daha işlevsel hale geldi.

 

Tarihin Sonu nosyonu, özneyi siyasi ve dini eskatolojilerden önce kaparak, onu, tarihsel olayların içine yerleştirilen “durgun anlatıya” dahil etti. Çünkü İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, tarih, aniden her olayın diğerlerinden aşılmaz bir boşlukla ayrılmış olduğu, molto staccato gibi kırılgan bir müzik notası haline gelmişti.

 

Ben bunu, Marksizm tarafından tamamen soğrulan’ eskatolojik umutların’ tükenmesinin bir işareti olarak da okuyorum.

 

Nasıl ki Şato, zihinsel mekanla fiziksel mekânın iç içe geçmiş bir tuzak olarak iyi çalışabileceğini gösterdiyse, özne de, tarih ile tarih dışı arasında oluşan ara mekanda nihilist bir sınavla karşı karşıya kaldı.

 

Başka bir deyişle özne, dini inancın çöküşünü mühürleyen seküler bir kavşakta, insan varoluşunun doğrultusuna ilişkin bir anlam ve amaç krizinin tam ortasında, varoluşsal sınavlara maruz bırakıldı.

 

Kendini Burada ve Şimdinin ötesini düşünmek veya aşmak için hiçbir istek duymamak şeklinde ifade eden bu “ölümcül durgunluk kavşağı”, ütopyanın, sanatın ve felsefenin de varlık nedenlerini yitirmesine neden oluyor. Çünkü bireye, “kendi maddi ihtiyaçlarını karşılamak dışında, çok az plastik ve estetik bir uğraşa ihtiyacın var” algısı yedirildi.

 

Tarihin sonu, bir kehanet ya da bir felaket tellallığından ziyade, ütopya kaybı ve ideolojik tükeniş çağına yakışan, eskinin yeniden baskısı bir tefekkür, daha önceki bir çağa geri sarılan siyah beyaz bir filmin renkli yeniden sürümünün karakteristiklerini içinde taşıyor.

 

Fikir, kökleri Berlin Duvarı’nın yıkılmasından çok önceye uzanan bir Dünyanın Sonu Deneyimi (Weltuntergangserlebnis) olarak anlaşıldığında, kolektif özlemlerin dili ile gerçeklik arasında epistemolojik bir kopuşa da işaret ediyor. Ve bu haliyle, özneye ulaşmak istediği bir dünyaya erişim sağlamak bir yana, dünyayı onun ulaşamayacağı uzak bir yere koyuyor.

 

Bir kez, modern liberalizm son tarihsel ufuk olarak tanımlandığında, onun istikbali felaket dolu bir boşluktan başka bir şey olarak tasavvur etme yetersizliği, metastaz yaptı. Ve “Weltuntergangserlebnis”, kendisini insan varlığının son ufku olarak sunup modernitenin bir kültürü haline geldi.

 

Oysa Dünyanın Sonu Deneyimi, bireysel zihnin ıstırabından çok daha fazlasını içinde barındırıyor.

 

Tarihin Sonu, o zamanların filozoflarının “günlük ekmeği” niteliğinde bir mevzu olarak epey tartışılageldi.

 

On dokuzuncu ve yirminci yüzyılın başlarındaki liberaller hâlâ insanlığın kaderini önemli ölçüde iyileştirme olasılığına inanırken, Soğuk Savaş’tan sonra gelenler bu tür beklentileri, totaliterliğe giden yolu açan çocukça bir hata olarak görmeye başladılar.

 

Mesela Alexandre Kojeve bu uğursuz ön görülerle uzlaşan savlar ileri sürmeye başladı. Kojeve kendine özgü Hegel okumasına dayanarak, liberal anayasacılığın ilkelerinin insanlık tarihinin rasyonel doruk noktasını temsil ettiğini ileri sürdü.

 

Ona göre tüm insanlık, bugün uluslararası anayasal düzen dediğimiz evrensel ve homojen liberal bir devletin içine tedricen çekilecek, biraz sıkıcı ve monoton olsa da, her şey daha güzel olacaktı.

 

Liberal uluslararası düzenin ortaya çıkmasıyla insanlığın hedefine ulaştığını iddia eden Kojeve, pek çoğunun, modernitenin temel dayanaklarının kaybı olarak deneyimlediği şeye, olumlu bir dönüş yapmış oluyordu.

 

Kojeve’in liberal enternasyonalizm coşkusu, daha önce Stalin’in Sovyetler Birliği’ni ve daha sonra Vichy Fransa’sını insanlık tarihinin olası en mükemmel sonu olarak gören kültürel bir evrimi ve ona dair yıkıcı bir iyimserliği andırıyordu.

 

Çünkü evrensel liberal devlet de, eşitsiz ve adaletsiz olması pahasına, paylaşılacak zenginliği sözüm ona sürekli genişleterek, sınırsız sömürünün dar sınırları içinde ortaya çıkan siyasi çatışmaları “Noel Baba hayırseverliği” içine absorbe eden ve kaynakları sanki hiç tükenmeyen bir doğa fikrine dayanıyor.

 

Kojeve’ninki, savaştan sonraki Avrupa entegrasyonunda son imparatorluğun embriyonik taslağını gören birinin yanılsamalı ve abartılı coşkusuydu.

 

Oysaki dünyadaki gelişmeler liberalizmi, kıyametin gölgesinde gerçekleşen bir yaşamın mükemmel ideolojik ifadesi haline getirdi. Giderek totaliterleşen evrimi içinde, tüm olumlu temennilerini geri çağıran liberalizm, şimdilerde bir hasar tespiti yapmaya odaklanmış görünüyor.

 

Liberalizmin zaferinin büyük ölçüde Pirus zaferi olacağı muhakkaktır. Ancak güvenilirliğini pekiştirmek için, son mevzi olarak kıyameti savuşturduğunu sürekli özneye hatırlatıyor. Nasıl mı? Benden sonra Nuh tufanı ilkesiyle!

 

Kıyamet mitleri her zaman emperyal ideolojilerle ve imparatorlukların çöküşüyle yakından ilişkili oldu.

 

Tüm selefleri gibi, bugünün imparatorluğu da (Küresel kapitalist modernitenin dünya federalizmi) sürekli, “uçurumun kenarındayız” algısı yaratarak azalan meşruiyetini yeniden kazanmaya çalışıyor. Etiğini, gerginliği tırmandırarak, “uçurumun kenarından seni ancak ben kurtarabilirim” arasındaki gri alanda inşa ediyor.

 

Önce kitle imha silahlarını keşfedip sonra etkisiz hale getiriyor. Vahşi tarımı ve tüketimi özendirip iklim değişikliğiyle mücadele ediyor. Borsa manipülasyonlarını teşvik edip mali çöküntüleri engelliyor. Taliban’a yol verip Capitol’ün kapılarının dışında toplanan boynuzlu barbarlara karşı nöbet tutuyor. Dünya düzenine karşı Maniheist kavgası olmayan hiçbir savaşı tanımıyor. Zira farklı bir gelecek perspektifinin yokluğunda, kaosa karşı çizgiyi korumak, siyasi vizyonun yerini almış oldu.

 

Hristiyan ilahiyatının bir parçası olarak eskatoloji, sadece dünyanın sonuna dair ahiret öngörüleri üretmekle kalmamış, aynı zamanda metafizik bir kurtuluş reçetesi de sunmuştu.

 

Hıristiyan dogması, inancı, geçmişteki bir olayın içine demirleyerek, gerçekleşmesi zorunlu olan sonu, başka bir deyişle eskatolojik baskıyı, şimdiki zamanın omuzlarından kaldırıp, bir belirsizliğe ertelemeyi başarmıştı. Bu açıdan bakıldığında, eskatolojik durgunluk dediğim şey, düpedüz bir Hıristiyan icadıydı.

 

İlk Hristiyanlar için tarihin sona ermesi, kurtuluş ve sonsuz yaşam olasılığının da yolunu açıyordu. Dünyanın sonu sadece bu dünyanın sonuydu. Az ileride hemen köşeyi dönünce daha iyi bir tane daha vardı. Böylelikle, kehanet tarihin yerini alıyordu.

 

Bu bakımdan Tarihin Sonu, tarihin başlangıcından insanlığın kendi son saatiyle yüzleştiği âna kadar uzanan ve giderek bir eskatolojik bilince dönüşenin düşünsel evrimine karşılık geliyordu.

 

Yaklaşık beş bin yıllık bir zaman dilimi içinde cehennem, ölüm, ölümsüzlük, tufan, kıyamet gibi ana imgelerin birbirine geçişkenliğinin mantığına, anıtlaştırılan ölüm figürlerinin yapısökümüne dikkatle bakıldığında, mitler dünyasında rastlanılan onca kesişmenin, kolektif belleğin oylumunu gösterdikleri fark ediliyor.

 

Hem nedir ki, kıyametin özü? Eski Ahit’te Ateş, Su ve onları yaratan Havaydı. Yeni dünya düzeninde ise Absürt, Hiç, Nihilist Nöbetler, Anlam Yitimi ve tüm bunları yaratan dünyaya Sürgün…Bu açıdan bakıldığında, eskatolojik olanla seküler modernist çağ arasında bir çeşit mitik  devamlılığın olduğu gözleniyor.

 

Anımsıyorum da o zamanlar bir dostumla birlikte limandaki patlama sonrası Beyrut’undaydım.

 

Her renk kabından taşmış, soyuttan somuta, kaostan şekle doğru bir tuvalin içine giriyor. Mevsimin sisleri kalın. Șehrin bulunduğumuz bu yamacı, hacimli kalabalığı, balkondan balkona bağlanan rengarenk çamaşırları, yeşili, sarısı, kiremit rengiyle sisin içine nakşedilmiş bir Dali tablosunu andırıyor. Delice akan yaşam nehrinin iki yakasını birbirine bağlayan köprüler adeta yıkılmış. Aynı yazgı içine hapsedilmiş binlerce insan patlama sonrası Beyrut’unda alt alta, üst üste yaşamaktadır ve hiçbir şey yapmamaktadır. İnsanların yaşantıları, naylondan bir muşamba üzerinde sürüklenen su damlasını andırıyor. ‘Bundansonrahiçbirşeyolmadı’nın dünyasına hoş geldiniz.

 

Ortadoğu insanının her şeye üzülen ama hiçbir şeyle ilgilenmeyen tutumları, Tarihin Sonu nosyonuna bir yüz, adeta bir beden kazandırıyor.

 

Büyük patlamanın gerçekleştiği siloların orada, arduaz rengi donuk bir deniz, yukarıda dalgalanan gri gökyüzünü yansıtıyor. Güneş sisin içinde titreşiyor. Solgun diski, şanını yitirmiş yaşlı bir aktör gibi, sislerin arasından görünmek için yalvarıyor. Bir sarhoş gibi yalpalıyor rüzgâr. Hızı yavaşlıyor birden. Herhangi bir yön ve amaç duygusu, yerini, amaçsız bir sürüklenmeye bırakıyor. Burada zaman durmuş gibi görünüyor; o sanki sadece can sıkıntısı ve dinginlik inşa ediyor.

 

Tehditlerle dolu tekinsiz bir dinginlik bu. Durgunluk bir kıyamet anının çağrışımlarıyla tıka basa dolu. Her şey, havada askıya alınmış ve düğümlenmiş durumda. Her şey, kafamızın üzerinde biteviye sallanan ve sadece ince bir saç telinin tuttuğu keskin bir kılıç gibi, gergin ve güvensiz. Bence, tarihin gerçek sonu işte tam da bu sessizlikti.

Ölümden korkuyor herkes. Yaptıkları her şeyin, ondan uzak durmak için yapıldığına inanıyorlar. Oysa, hangi dinden olduğuna bakmaksızın, Lübnanlılar, aralarında ölüm diye dolaşanın ve bütün acılarının sebebinin, herkesin bir parçası olduğu, rüşvetten nepotizmden, sekter mezhep, kast kabile ilişkilerinden, deontolojik çürümeden, kısacası zulümden başka bir şey olmadığını anlamalarına rağmen, kapılarını çalan ölümü eski bir dostun gelişi gibi karşılayıp onu ağırladılar.

 

 

 

Bu gerçeği anlamamış olamazlar, diye düşünüyorum. Bu, bir günde on kez taksi gören bir insanın taksinin rengini bilmemesi kadar saçma bir şeydir.

 

 

 

Belki çürük sistemin düzenekleri onlara umutsuzca beklemeyi öğretti. Liberal devlet, perde arkasında her şey çözülmek ve dağılmak üzereyken, sakin bir yüzey yanılsaması yaratmayı belki başardı.

 

Fakat eriyen buzulun altında bekleyen bir krallık yok. Yeni bir şafak yok. Eğer güçlerini birleştirip toplumsal agoniden çıkmazlarsa, onları bekleyen olası feci son dışında, ne yelkenlerine dolduracak rüzgarları, ne de dört gözle bekleyecekleri bir ufukları olmayacak; hiçbir şeyleri olmayacak: Exeunt omnes…

 

Antakya da Beyrut gibi, haritada ișaretli, ancak gerçekle asla eşleşmeyen bir adresmișçesine, sadece hayal gücünün ürünü, varla yok arasında bir mekânmıșçasına orada duruyordu.

 

Her iki şehirdeki ihmaller zinciri, fırtınaya yakalanmış vapur kaptanının, limanın hayalî olduğunu bilmesine rağmen, rotasında kalmakta direnmesini andırıyor.

 

Bu kıyamete rağmen hâlâ hayattayız ve hâlâ dayanmaktayız.

 

Dün rüyamda gördüm. Fırtına gerçekti. Sonunda mürettebatının çoğunu kaybetmiș halde limana ulaşıyordu vapur. Fırtınayı böylesine ürkütücü bir tehdit yapan şey, kaptanın erken uyarı işaretlerini dikkate almamasıydı.

 

Benden uzakta olsalar da sevdiklerimle aynı gemide olduğumu görüyorum. Buzdağının etrafından dolanması için muhtemelen kilometrelerce yol gitmesi gereken, güvertesinde bir orkestranın çaldığı gürültülü müzik eşliğinde şamatanın olanca debdebesiyle sürdüğü ve kaptanının, fırtınalar hakkında sadece Kutsal Kitap’a dayalı bir bilgiye sahip olduğu bir okyanus gemisi bu.

 

Hareketsizliğin, hiç bir şey yapmamanın kaçınılmaz sonu mühürleyen bir merhaleye denk geldiği, bir durgunluklar gemisi; ‘bundansonrahiçbirşeyolmadı’nın Titanik’i…

 

Dostum, bir kara tren gibi horlayıp, bir kabile büyücüsü gibi elleriyle havada işaretler yaparken neyse ki uyandım.

 

Atom bombası, uzun zamandır sadece ilahi bir ayrıcalık olan, yıkıcı güçleri insanlığa bahşetti. Fırlatma kodunun mührünü ellerinde bulunduran isimsiz subaylar, mahşerin dört atlısının ve yedinci mührün yerini almış olabilirler, ancak ne kadar dünyevi olursa olsun, Beyrut’taki ve Antakya’daki felaketler, insan eylemine bağımlı dışsal kıyametlerin, insanın kalbinde içsel kıyametlere yol açtığı olaylar olarak anılacaklar.

 

İtiraf etmeliyim ki, Beyrut’u ve Antakya’mı o halde gördüğümde içimde patlayan nükleer bombalar, bana, mahşer atlılarından ve Moğol ordularından daha gerçek kaygı ve korku duyguları yaşattı.

 

Antakya’nın son hali benzeri görülmemiş bir güç mühimmatının içime yığınak yapmasına yol açtı.

Ömer Hayyam’ın dediği gibi, aynı anda hem gösteriyim hem izleyici.

 

Armutlu mahallesinde aksak bir köpek dolaşıyor. O köpek benim. Bu şehre dair tüm düşlerimin aslında sokakta uyuklayan topal bir köpeğin rüyası olduğunu görüyorum; işte aşılmazın sınırı…

 

Bu fırtınalı vakitlerde tanrıdan yüzünü göstermesini ve benle konuşmasını istiyorum. Ama o hâlâ sessiz, orada kimse yokmuş gibi görünüyor. Belki de gerçekten kimsecikler yoktur…

 

Tanrının içimde hâlâ mevcut olmasından çok mutluyum. Dışımda bir tanrıya inanmıyorum çünkü, diyorum kendi kendime

 

Fukuyama’yı yeniden okumak, tarihin sonu, șehrin kıyameti ile kişisel kıyametim arasındaki kültürel yakınlıkları mükemmel bir şekilde yakaladığı için, bende esrarengiz bir dejavü hissi uyandırdı.

 

Çünkü zamanın (ya da tarihin) sonunu karakterize eden şey, Son’un yakınlığı değil, biz [Antakyalılar] o sonu beklerken gerçek anlamda önemli hiçbir şeyin olmadığı gerçeğiydi.

 

Beyrut’taki ve Antakya’daki durgunluk da işte bu bakımdan tam da eskatolojikti.

 

İncilvari başka bir deyişle, başlangıçta yakın olduğu düşünülen Mesih’in dönüşü, kısa sürede uzun bir bekleyiş haline geldi. Üstelik İsa, gelirse, muhtemelen o vaat edilen günden bir gün sonra gecikmeli olarak gelecekti. Sadece bir şeyden eminim, Neo liberalizme meydan okumak hep “çılgın Mesihlerin” işi ola geldi.

 

Bu felaketi, alamlı bir yaşam ve varoluş biçimini destekleyen görünmez bir kültürel iskelenin çöktüğü, kalp ve arzular için artık sağlam bir limanın olmadığı, kısacası, içinde tarihin sona erdiği bir uzam ve lahza kaybı olarak deneyimliyorum.

 

Anlamlı bir yaşam olasılığını sürdüren iskele çöktüğünde, yine de dünyanın bilinmeyen bir iyiyi, yeni bir telos olasılığını içerdiği umuduna tutunmak gerekiyor.

 

Sanayileşmenin ve küresel kapitalizmin yol açtığı altüst oluşlara ve yıkıma baktığımda, Antroposen dediğim şeyin, benden önceki bir dönemde yazılan bir tiyatroda silik bir rol üstlenen, bir alt kast varlığı olduğunu anlıyorum.

 

Antroposen’in yıkıcı içsel ve dışsal felaketleri çok yakın ve gerçek gibi duruyorlar.

 

Burjuva toplumunun krizini dönüştürücü bir vizyondan yoksun bırakan, can sıkıntısının ve olaysızlığın zaferini ilan eden “Varoluşçuluk” da, kültürde böyle bir krizden doğmuştu.

 

Belki, dünyayı anlama, algılama ve onu yorumlama biçimimiz yanlıştır.

 

Öte yandan kültürümüz, hayal gücümüzü harekete geçirmek yerine sanki sistematik olarak onu boğmaya çalışıyor.

 

Kısacası, kültür, krizle baş etmek bir yana, yenileyici olmaktan çıktı ve bunun yerine ezici ve nihai bir hüküm hâline geldi. Her şeyin karşı konulmaz bir şekilde bağlı olduğu fatalist uçurumun ötesinde hiçbir şey görünmüyor. “Büyük Yeni Yıl” olması gereken şeyin, aslında bir “Son Sebt Günü” olduğu anlaşıldı.

 

Oysa ki kültür dediğimiz şey, insan deneyiminin sınırlılığını aşmayı ve mevcut koşulları dönüştürmeyi mümkün kılan kurtarıcı bir unsur içermelidir.

 

İdeolojinin sonu, ütopyanın sonu, imparatorluğun sonu, Soğuk Savaş’ın sonu, komünizmin sonu, șehrin sonu ve nihayetinde tarihin sonu derken, insanın sonuna da yaklaşıldı. Entropik amansızlığın ardından gerçeğin sonu geldi ve şimdi, ansızın, doğanın sonunu bekliyoruz.

 

Tarihin sonu kültürünün sorunu tam olarak bence budur: İnsan çabasının etik olarak tamamlanmış, iyi yaşamın diğer olasılıklarının tükenmiş olduğu inanışı; bekleyecek ve umacak bir şeyimiz kalmadı inancı.

 

Bu durumda, herhangi bir tarihsel faillik (eylemsellik) duygusu da anlamını kaybediyor.

 

Dünyamız, her türlü çabanın önceden engellendiği ve her türlü arzunun akışının kesildiği, varoluşa yabancı ve ona düşmanca konuşlanmış bir boşunalık coğrafyası haline gelmek üzeredir. Özne, kendine yabancılaşmış olarak, kendini, karanlık güçlerin, komploların, entrikaların yönettiği bir sürek avında bir av gibi hissediyor.

 

Geleceğin iyimser projeksiyonları ortadan kayboldular. Hakkını teslim edelim, kapitalist modernite, “tarihî insanlık müzesinin” bakımını özenle yapıyor. Müze demişken, șehrin gururu Arkeoloji Müzesi depremi az hasarla atlattı.

 

İnsanlık, kendini kıyamet vizyonları ve paranoyak bir güçsüzlük duygusuyla gösteren, medeniyetinin şizofrenisine dair bir Dünyanın Sonu sendromuyla karşı karşıyadır.

 

Umut ve kurtuluş, dinî ya da laik sürümlerine bakılmaksızın, krizi yenileyici aydınlanmalara dönüştürmelidir. Benim militan Marksizm’den ve erken Hıristiyanlığın iletisinden anladığım şey budur.

 

Edebi teori de, dünyanın sonu deneyimini, yazarın ölümü, kahramanın ölümü, romanın ölümü, felaketin aşırı estetize edilmesi ve tükenmişlik edebiyatı ile kaydetti. Artık usta ve zekice anlatılar yerlerini sadece büyük finallere bıraktılar.

 

Kıyamet ajitasyonu yapmak bireyi uyuşukluğundan kurtarabilir mi? Bu sorunun yanıtı bende yok, ama durgunluğun sağladığı rehavetin, günümüzün çoklu krizleriyle yüzleşmek için ihtiyaç duyduğumuz enerji kaynaklarını nasıl çaldığını görmüyor musunuz?

 

Hayal gücümüzü deli gömleğinden ve onu felç eden distopyalardan kurtarmak zorundayız. İnsanlık, kolektif deneyimimizi işaretleyen Weltuntergangserlebnis’ten uzakta, insan yaşamına uygun bir dünyayı yeniden tasavvur etmek zorundadır.

 

Ütopya kaybını telafi etmenin bir yolu da, Dil’e ne olduğuna bakmaktır, belki onu bir yapısökümüne uğratıp yeni bir dil inşa etmek zorundayız.

 

Barış, Umut, Ütopya, İlerleme ve Devrim gibi, geleceği şekillendirmeye yarayan bir kelime dağarcığıının, neredeyse kullanılamaz hale geldiğini, ya da bu kelimelerin, sadece ironinin veya tarihselleştirmenin nötrleştirici mesafesiyle kullanıldığını daha fark etmediniz mi?

 

Ben’in yaklaşan fırtınayı atlatması için, yaşamın, konvensiyonel olmayan yeni erdemlerin etrafında yeniden tasavvur edilmesi gerekiyor. Bunu, sadece hayatta kalmak için değil, felaketten sonra canlanma olasılığını da içinde barındıran, insanın yoldaşlarıyla birlikte çıkacağı entelektüel ve spiritüel bir yolculuk, bir Odyssey gibi düşünün.

Uzaktan bir son gibi görünen şeyin, daha yakından incelendiğinde bir ara istasyon olduğu fark edilecektir. Bitişler yeni başlangıçlar için bir ivme barındırıyor olabilirler. İçimizde bir yerlerde, öngörülemeyen varoluşsal tehditlerle yaratıcı yollarla başa çıkmasına izin veren kültürel bir kaynak olabilir.  Tehdidin ve felaketin altında, bir varoluş biçimi yenilenmek için bir onay bekliyor olabilir. Bu iyi, hâlâ geleceğin sisleri içinde gizlenmiş olabilir ve belki kendini henüz bize göstermedi.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl