Ana Sayfa Kritik İdeoloji/kültür ve siyaset ve de döneklikteki keramet (2)

İdeoloji/kültür ve siyaset ve de döneklikteki keramet (2)

İdeoloji/kültür ve siyaset                                           ve de döneklikteki keramet (2)

Önceki yazımızda olgular olarak sergilediğimiz ülkemizin bozuluş ve çürüme odaklı insanlık durumlarını, şimdi de ideolojinin bütünsel ve derinlikli kapsamı içinde ele almaya çalışalım. Gerçeğin bütünsel kavranışı açısından bu çok önemli; çünkü ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel, ahlaki nitelikteki bütün sorunları ve onlar arasındaki karmaşık ve derin ilişkileri, ancak ideolojinin çok boyutlu kuşatıcılığı içinde doğru bir şekilde kavrayabiliriz. Tıpkı balıklarla ilgili tam bir bilgiye ulaşmak istiyorsak, denizi çok iyi bilmemiz gerektiği gibi. Aynı şekilde, herhangi bir hastalıkla ilgili doğru tanı ve tedavinin yolunun, insan organizmasının bütününü bilmekten geçtiği gibi.

Ne var ki ideoloji, emperyalizmin küreselleşme dalgasının ve yalanlarının en çok hışmına uğrayan, itilip kakılan, çarpıtılıp yozlaştırılan, “ideolojilerin sonu” şamatası ve naralarıyla günah keçisi ilan edilip sürgün edilen bir kavram oldu. Gerçekte ise, düşünsel, duygusal, davranışsal ve günlük yaşam pratiğimizi her bakımdan belirleyen, bütün farklı kurum ve etkinlikleri birbirine bağlayan üst-kavramsal bir çatı olarak önemini hiçbir zaman yitirmedi. Ve bugün, dünya çapında her alanda, eksenini Atlantik sistemi ve ona karşı yükselen Avrasyacı yeni bir uygarlık girişiminin oluşturduğu, bölgesel savaşlarla derineşen yıkıcı siyasal-kültürel çatışmalar, zihinleri alabildiğine bulandıran yalanlarla örülmüş psikolojik savaşlar yaşanıyor. Bütün bunların haberlere yansıması ve yorumları arasında yüzseksen derece karşıtlıklar oluşuyorsa, özellikle son derece gelişmiş teknik ve yöntemlerle psikolojik savaş biçiminde toplumlara pompalanıyorsa, arkadaki belirleyici etken, sınıfsal-ekonomik çıkarlarla bağlantılı ve büyük proje ve stratejiler biçiminde somutlaşan, ideolojilerdir. AKP iktidarının Esat düşmanlığına dayanan Suriye politikasının arkasında yatan şey, basit bir inat ya da gurur meselesi değildir. Son İdlip’le ilgili bütün gelişmelerin açıkça gösterdiği gibi, Suriye’de ve Türkiye’de siyasal bir güç oluşturan Siyasal İslamcı / İhvancı ideoloji ve stratejiye bağlı, Türkiye’nin denetiminde Sünni-İhvancı bir özerk bölge yaratmayı amaçlayan bir siyasetti bu.

Örneğin, dün, 1920’lerde Kurtuluş Savaşı’mıza ve Kemalizme, uygarlık ve demokrasi düşmanı, barbarlık, diktatörlük diyen, bugün, Beşar Esat’ın, BAAS’ın vatan savaşını aynı nitelemelerle suçlayan mantık, emperyalist-kapitalist sistemin ideolojisinin tipik bir ifadesidir. Tam karşıt nitelikteki devrimci ideolojiye göre ise, Kemalizm de Esat’ın BAAS’ı da, bütün ulusların tam eşit olduğu, akılcı, kamucu, paylaşmacı, gerçek demokrasiyi uygulayan bir uygarlığı savunmaktadırlar.

Özellikle ideolojinin, sınıfsal niteliğini gösteren şu ikili karakterini vurgulamak temel ve bilimsel bir zorunluluktur. Feodal sınıflar olsun, burjuvazi olsun, yeni bir toplumun, yeni bir uygarlığın ve devletin kuruluşuna öncülük ederlerken, kendi sınıfsal çıkarlarını egemen kılan ve meşrulaştıran ideolojileri, başlarda, aynı zamanda bütün toplumun, ezilenlerin de gelişmesi ve özgürleşmesine yol açtığı için, gerçeklikle, bilimle, adaletli ve haklı olanla örtüşüyordu ve devrimciydi. Ancak burjuvazinin yeni ve daha ileri bir toplum projesiyle ortaya çıktığı 16. yüzyıldan itibaren toprak mülkiyetine ve dinsel kurumlara dayanan feodal ideoloji gericileşti; gerçeklik karşısındaki “yanlış bilinç”in, “yanılsamanın” örtüsü haline geldi.

Aynı şekilde, ticaret ve sanayi sermayesine ve bu temeldeki sömürücü özel mülkiyete dayanan kapitalist burjuva ideolojisi, 1848’e kadarki Sanayi Devrimi, Bilimsel Devrim, demokratik devrim vb bütün devrimlere önderlik etti. Ancak, kapitalizmin, insanlığı ilerletici ve özgürleştirici enerjisini yitirip, onun alernatifi olarak, kamusal mülkiyeti, siyasal-ekonomik tam eşitliği ve özgürlüğü savunan, sömürücü özel mülkiyetin bütün biçimlerini ortadan kaldıran sosyalist bir toplum programı boy gösterdi. Ve bunu uygulayacak yeni bir toplumsal sınıfın, işçi sınıfının / proletaryanın ortaya çıkması ve dünya çapında sınıfsal bir mücadeleye girmesiyle, 19. yüzyılın sonundan itibaren burjuva ideolojisi de gericileşti. Yani, Gerçeklikle, bilimsel doğrularla, hak ve adalet duygularıyla, insani değerlerle, ahlaki/etik ve sanatsal/estetik olanla örtüşmekten uzaklaştı, onlarla çatışır hale geldi.

Marks ve Engelsin felsefi temellerini attığı, programatik ana ilkelerini belirlediği Bilimsel Sosyalizm, işçi ve emekçi sınıfların, ezilen ulusların çağımızdaki devrimci ideolojisidir. Geçtiğimiz yüz yıl içinde yaşanan sosyalizm deneyimlerinde belli sorunlar ve bunun sonucu geri dönüşler yaşansa da, ortaya koyduğu -sınıfsal ve ulusak- toplumcu, eşitlikçi ve paylaşmacı ilkeler eskimemiştir; bütün canlılığını, geçerliliğini korumakta ve yeni deneyimlerle aşılmaktadır. Emeğin en yüce değer, bilimin ve aklın biricik yol gösterici olduğu tartışmasız kabul edilen çağımızda başka türlüsü de mümkün değildir. Bütün bu nedenlerle Bilimsel Sosyalizm, kaçınılmaz tarihsel sonunu yaşayan uygarlıklar olarak feodalizm ve kapitalizmin çöken ve çürüyen kültür ve ideolojilerinin ürettiği “yanlış bilinç”i, “yanılsama”yı ve yalanı değil, aksine bilimsel olanı, gerçeği, umudu ve iyimserliği temsil eder; ve sosyalizm adına ortaya atılan teoriler bu bilimsellik ilkesine bağlılığını kanıtladığı ölçüde Bilimsel Sosyalisttir.

***

Günümüzde insanlık bunca sınıfsal farklılık, toplumsal ve ulusal eşitsizlik, adaletsizlik, açlık, terör ve savaş, kimlik ve ruhsal bunalım sorunu yaşarken, ideolojiler, bırakın sonunun gelmesini, bütün haşmetiyle, derinliğiyle varlığını sürdürüyor. Bilincinde olunsun ya da olunmasın, kamusal ve bireysel günlük hayatın her alanında ve düzeyinde; düşünürken, hayal kurarken, kültür-sanata, edebiyata bakışımız ve tercihlerimizde, iyi ve kötü, ileri ve geri, haklı ve haksız, doğru ve yanlış, ahlaki ve ahlaki olmayan, zengin ve yoksul, zalim ve mazlum ile ilgili yargılarımızın odağında ideolojik bir tercih vardır.

Arkadaşlık ve dostluk ilişkilerimizde, yaşanan krize çözüm tarzımızda, tatil ve eğlence programımızda, yemek ve giyim tercihlerimizde, çocuklarımıza hazırladığımız gelecekle ilgili proje ve beklentilerimizde varlığını, vazgeçilmezliğini her boyutta hissettirir o. Gerek bilinçli olarak, gerekse safça bir iyi niyetle “ideolojilere son” diyen, ideolojileri bütün kötülüklerin sorumlusu ilan eden düşünce, ya çürüyen kapitalizmin haksızlık ve ahlaksızlıklarının üstünü örtmeyi amaçlar ve kendisi de tam bir ideolojik taraflılığı, bencilliği yansıtmaktadır. Ya da büyük bir çarpıtma ve yalanın figüranı olup, kendini kandırmanın budalaca saflığını ortaya koymaktadır.

Hiç bir düşünce, duygu ve davranış biçimi, hiç bir inanç, arzu, umut ve ütopya, sınıfsal nitelikte olan ve yaşanan toplumsal gerçekliğin maddi-manevi bütün kılcal damarlarına işleyen ideolojilerin alanı dışında değerlendirilemez, tanımlanamaz. Tarihsel ve Diyalektik Materyalist bir tanımla, sınıflı toplumların bir ürünü olan ideoloji, belli bir üretim biçimi/tarzı üzerinde şekillenen toplumsal sistemin, felsefi, hukuksal, siyasal, ahlaki, estetik, dinsel üst yapı ya da düşünsel-duygusal, manevi kurumlarının bütününü ifade eder. Toplumsal sistem aynı zamanda bir devlettir, yani sınıflı bir toplumdur. Dolayısıyla ideoloji, insanlığın uygarlığa, sınıflı toplumlara geçişiyle oluşan, öncelikle devlet sistemi ile ifade edilen yönetici sınıfın egemenliğini meşrulaştırma biçimi olarak karmaşık, katmanlı bir kurumlaşmadır.

Modern çağda ve ülkemizde üç temel sınıfı temsil eden üç ana ideoloji vardır. Birincisi, kapitalist sistemin, bireysel özel mülkiyeti, piyasacılığı, kültürel olarak bireysel özgürlüğü esas alan bireyci-libeal burjuva ideolojisidir. İkincisi, bireyin özgürlüğünü toplumun/ulusun özgürlüğüne tabi olarak ele alan, toplumsal/kamusal mülkiyete dayanan, bireyin değil, toplumun özgürlüğüne öncelik veren, bu temelde eşitlikçi, özgürlükçü ve paylaşmacı bir toplum modelini savunan işçi sınıfının, emekçilerin sosyalist-komünist ideolojidir. Üçüncüsü ise, özellikle bizim ülkemizde ve ezilen dünyada yer yer egemen, yer yer kalıntı olarak varlığını sürdüren, kabile kültürünün de içinde barındığı, temelini toprak üzerindeki feodal-derebeyi mülkiyetinin, yani ağalığın oluşturduğu, özellikle tarikat örgütlenmeleri ile varlığını sürdüren feodal-dinsel ortaçağ ideolojisidir.

Sorun, bunların varlığı ve aralarındaki farklılıklar, kültürel, ahlaki, estetik-sanatsal planda yaşanan çatışmalar değildir. Gerisinde farklı ideolojilerin olduğu sözkonusu kültürel çatışmaların aşılması için uzun tartışma, mücadele ve dönüşüm süreçleri gerektiği deneylerle yeterince anlaşılmıştır. Türkiye’nin, geçmiş yüz elli yıllık tarihinde, bağımsızlık, çağdaşlaşma ve aydınlanma yönünde ilerleme mücadelesinde bu farklılık ve çatışmaların nasıl çözülüp aşılacağının, hangi sınıfların buna önderlik edebileceğinin yolu ve yönteminin aşağı yukarı ortaya konduğunu söyleyebiliriz. Kemalist Devrimin ve Cumhuriyetin 1920’lerden 80’lere, inişli çıkışlı da olsa, bütün uygulamaları, çözüm yoluna ilişkin deneyim ve dersleri fazlasıyla taşımaktadır.

Bugün sorun, yüz yıllık belli bir bir tekrarı, patinajı içermekle birlikte, sözkonusu farklı kültür ve ideolojilerden insanların ve siyasal yapıların, bütün farklılıklarına karşın, ülkemizin acil ihtiyacı olan ulusal eksende bir birlik oluşturabilmeleridir. Sözkonusu ulusal birlik, kuşkusuz en başta ABD merkezli emperyalist müdahalelere karşı direnmeyi, Cumhuriyeti yeniden doğru rotasına oturtmayı ve Kemalist Devrimi tamamlamayı hedeflemelidir. Bu siyasal birliğin kültürel temelini ise, üretimciliği ve üretim kültürünü esas alan, sanatsal üretim ve etkinliklerle beslenen, bilimsel, nitelikli, düzeyli, toplumun bütününü kucaklayan, birleştirici, üretken-yaratıcı bir tartışma ve yarış oluşturabilir. Ancak, mevcut alçalış, çukurlaşma, çürüme ve giderek yükselen karamsarlaşma sürecini aşmak bu şekilde olanaklıdır.

***

Türkiye’yi felakete doğru sürükleyen sözkonusu tabloyu değiştirecek adımlar, bütün mecburiyetlerin, ulusal sağduyunun ve “devlet aklı”nın gerektirdiği çözüm yolları ortaya konduğu halde neden atılamıyor? Kuşkusuz bir çok neden sıralanabilir. Ama insan kirlenmesi ve yozlaşması, yalanın ve sahteliğin egemenliği olarak çerçevesini çizdiğimiz çöküş kültürünün payını küçümsememek gerekir. 80’lerden sonraki, özellikle de AKP dönemindeki ülkenin siyasal, ekonomik, bilimsel-kültürel hayatına yön verenlerin zihniyetine, beslendikleri ideoloji ve kültüre baktığımızda, sorunun yanıtı bir çok yönüyle aydınlanmakta. Onları, Cumhuriyet’in 1920’den 80’lere 60 yıllık tarihindeki baskın yönetici tipiyle karşılaştırdığımızda ise, “Sürü tersine dönünce en uyuz keçi başa geçer” misali liyakatsızlığın, çapsızlığın, şarlatanlığın ve hödüklüğün egemen karakter haline geldiğini açıkça görürüz.

Özellikle vurgulamak gerekir: Bu liyakatsız, çapsız ve çoğu dış güdümlü, devşirilmiş cüce siyasetçiler ve yöneticiler, AKP’de olduğu gibi aynı ölçüde CHP yönetiminde de egemendir. Her iki partinin de lideri Atlantik projesiyle partilerinin başına getirilmiştir. Yani emperyalizmin “sol” ve “sağ” görünümlü, yazı da gelse tura da gelse kazanma ikili taktiğinin figüranlarıdırlar. Serbest piyasacılık, NATO’ya bağlılık başta olmak üzere, Altı Ok’taki antiemperyalist Milliyetçiliğe, Devletçiliğe, Halkçılığa ve Devrimciliğe karşı tutumları, onların emperyalist sistemin ideolojisine sıkıca sarıldıklarını, sistemin bir uzantısı olduklarını gösterir. AKP, ortaçağ toplumsal ilişkileri ve kültürüne, yani ideolojisine dayanarak, -ama aynı zamanda bu asalak, vurguncu, rantçı gerici sınıfların emperyalizmle sıkı işbirliğinden beslenen- 150 yıllık “İslamcılık” akımının daha da yozlaşmış bir biçimi olarak, muhafazakar ve ihvancı yobazlığa dayanmakta. Kılıçtaroğlu yönetimi ise, emperyalizm güdümlü ve sahte Atatürkçü, liberal, mandacı Batıcılığın, Sosyal Demokrasi elbisesi giymiş “ilerici”liğini temsil etmektedir.

İdeolojik ve siyasal düzleme yansıyan kişilik-kimlik bozulmasının, zübükleşme ve hödükleşmenin tipik örneklerini, 80’lerden bu yana çarpıcı, ibretlik deneyimleriyle yaşamakta, görmekteyiz. Düşünce ve sanat-edebiyat hayatına neredeyse damgasını vuran, bilimsellikten ve estetikten uzak omurgasızlık ve kişilik bozulmasının bir üst biçimi döneklik -ve onun çivisi çıkmış, yalama olmuş hali fırıldaklık-, yalakalık, cıvıklık, anlamsız, içeriksiz boş gevezelik, çifte standartlılık, ikiyüzlülük göze batan davranış biçimleridir. Çöküntü kültürünün yükselen “erdem”leri olan bu davranışlar, özellikle entel bir sosla süslenerek inceltilmiş ve tv’ler üzerinden popülerleştirilip meşrulaştırılmıştır. Böylece, büyük bir kazanç kaynağına dönüşen “kimlikler” oluşmuştur; veya moda deyişle hödükçe davranışlar, bayağılıklar “marka”laşmıştır.

Ne ilginç ve acıdır ki, insani ve ahlaki bir düşüklüğü, bayağılaşmayı yansıtan bu tür davranışlar, 1980 öncesi Türkiye’sinde dışlanırdı ve ayıplanırdı; eleştirilir, kınanır ve alaya alınırdı. En önemlisi, böylesi davrananların sahipleri hiçbir zaman yaptıklarıyla övünme, onları açıkça savunma cesaretini gösteremezlerdi. Çünkü bunların hiçbirinin kişiye asla itibar kazandırmadığı bilinirdi. Peki, Tanzimet kafalı aydınların çok sevdiği ve mitleştirdiği, toplumsal, etik bağlamlarından kopartılıp sahteleştirilmiş ve Batı’yla bütünleşmenin söylemsel kılıflarına dönüşmüş “yenilik”, “ilerleme”, “değişim” mantığına göre bütün bunlar, gerçek anlamda ilerleme mi, gerileme ya da yozlaşma ve çürüme mi? Hiç kuşkusuz ikincisidir.

***

Genel olarak uygarlıkların çöküş süreçlerinde, zaman zaman da toplumların, ulusların çöküntüye girme, yozlaşma ve dağılma eğilimi gösterdiği dönemlerde iki tip karakter belirgin hale gelir ve çatışır. Tarihçi Gumilev’in “Halkların Şekillenişi Yükseliş ve Düşüşleri” adlı kitabında vurguladığı gibi, bu iki karakterden birincisi passioner olarak tanımlanır. Passionerin özellikleri, kendini değil toplumu düşünen, vatansever, devrimci, verici, özverili ve nihayet kahraman karakterin karşılığıdır. Genel olarak tutkulu, atılımcı, yaratıcı ve idealleri için her şeyden, günlük sıradan maddi kaygılardan vazgeçebilen insanlardır bunlar. Temel özellikleri tutkulu olma, büyük hedeflere kilitlenebilme olan passionerler, enerjilerini çoğunlukla toplumsal hedefler yönünde kullanırken, yer yer yıkıcı ya da toplumu tam karşıt yöne sürükleyen rol de oynayabilmektedirler. Ancak, statikoyu, vurdumduymazlığı, sıradanlığı ve çürümeyi asla kabullenmezler. Dünyayı değiştirme ve toplum için bireysel çıkarlarından vazgeçme tutkusu, dürüstlük, dobralık, açıksözlülük, bilgiye ve gerçeğe bağlılık ayırdedici özellikleridir.

Bu karakterdeki insanlar, toplumların, halkların yükselme dönemlerinde başat hale gelirler ve yaygın, popüler/moda eğilimi gösterirler. İster onlarca parçaya bölünmüş devrimciler, isterse ülkücüler ve İslamcılar olsun, yaptıklarının doğruluğu ve yanlışlığına, taşıdıkları bazı kusurlara bakmaksızın söyleyebiliriz ki, onlar, temel özellikleriyle yukarıdaki tanımımıza uyan 1960’ların ve 1970’lerin başat passioner enerjisinin ortaya çıkardığı karakterlerdi. Bütün bu devrimci, ülkücü, İslamcı akımların merkezinde yer alan kişilikler, birbirleri ile yeri geldiğinde ölümüne çatışsalar da, inanılan ideoloji ve dava ile uyumlu, kendi içinde tutarlı, samimi bir kişilik ve tavır sergiliyorlardı.

Gerek sol örgütler arasında, gerekse devrimci, ülkücü ve dinci akımlar arasında, çokça yaşanan fikir değiştirip birinden öbürüne geçişler, o dönemin grupçu dar ufuklu bilincinde “döneklik”, “davaya ihanet” vb olarak suçlanabiliyordu. Ama bütün bu hareketlerin özellikle nitelikli çekirdeğinde yaşanan ve çoğunlukla da uzun tartışma ve araştırmaların sonucu gerçekleşen geçişlerin itici gücünü passioner enerji ve niyetler oluşturuyordu. Bu nedenle, emperyalizme ve ona bağımlı sistemin ürettiği haksızlıklara, eşitsizliklere, baskı ve zulme karşı mücadeleden vazgeçme yoktur bu grup değiştirmelerde. Aksine aynı ideale daha çok hizmet etme arzusu ve çabası vardır.

Gumilev’in süb-passioner dediği diğer toplumsal karakter ise, bireysel çıkarları, gününü yaşamayı, kişisel zenginliği ve hazları, bol bol eğlenmeyi esas alan, vurdumduymaz, karamsar, uyuşturucuya yatkın, biyolojik yozlaşmaya, bir kısmı eşcinsel ve ensest ilişkilere karşı tepkisiz, toplumsal ve insani idealler konusunda isteksiz, bunları küçümseyen özellikler taşır. Genellikle uygarlıkların ve toplumların gerileme ve çöküş süreçlerinde bu tipler öne çıkarlar, parlarlar ve etkili olurlar. Bencil, servet düşkünü, sinsi, fitneci, yalancı, ikiyüzlü, gerçeklerden korkan, toplumun ve ulusun sorunları ve geleceği ile ilgili herhangi bir duyarlılıktan yoksun, hatta Abdülhamitler, Vahdettinler ve onların arkasında saf tutan 31 Martçılar, Sevrciler gibi ulusun çıkarlarına karşı emperyalizmle işbirliğini tercih eden davranışlar gösterirler.

Günümüzde ise dönekliğin esasını, küreselci karşıdevrim proje ve programlarında görev almak oluşturuyor. Dolayısıyla, gerek ulusal ve gerek toplumsal (her ikisi de özünde aynıdır) ideallerden kopmak, dahası onları karalamak, saygısızca saldırmak, inkar etmek oluşturuyor. Bu yapılırken, şerefsizce, ahlaksızca bir bencilliğin, kendine, kimliğine yabancılaşmanın tipik alçalışı sergileniyor. Günümüzdeki ayrışmaların görünüşte değil, derinlerdeki içeriğine baktığımızda görmekteyiz ki; geçtiğimiz kırk yıllık karşıdevrim sürecinde passionerlik gerilerken, sub-passionerlik egemen hale geldi, itibar kazandı. İşte, dönekliğin ihanetin ve insani alçalışın bütün biçimleri bu değişim sürecinde yatmaktadır. “Milli Görüş”ten ABD ayartmasıyla ayrılıp AKP’yi kuranlar, Baykal’a yapılan kumpas sonucunda Kılıçdaroğlu çetesi olarak CHP yönetimini gaspedenler ve ABD’nin piyonluğunu yaptığı apaçık olgularla kanıtlanan PKK ve onun yasal siyasi uzantısı HDP’nin kuyruğuna takılan sözde “sol”cular, işte bu passionerlikten sub-passionerliğe çarkedişin tipik örnekleridir.

***

Dikkat edilirse, bir çok etkenin birleşmesiyle ortaya çıkan passioner kişi ve hareketlerin en çok önem verdiği şey, ülkenin sorunlarına köklü, dolayısıyla çok yönlü, kapsamlı çözüm arayışıdır; köktenci ve radikaldirler. Bu da kendiliğinden ideolojinin / ideolojilerin önemini, saygınlığını olağanüstü artırmakta. Başka bir anlamı ya da yorumu da şu oluyor: Toplumlar derin krizlere, çöküş ve çürüme süreçlerine girdiğinde, dinamik unsurlar, doğru ve yanlış, yanılgısal ve gerçekçi, ideolojiler düzleminde çözüme yönelirler. Bunu en üst düzeyde benimseyip uygulamaya koyanlar passioner, ya da tutkulu öncü tiplerdir. Türk Devrimi tarihinde passioner tipin en belirgi ve çarpıcı örneklerini, “Jön Türk” ve “fedai” olarak adlandırılan devrimciler vermektedir. Türklerin tarihsel derinliklerine kısa bir yolculuk yaparsak; örneğin, Osmanlı devletinin kurucuları, Osman Gazi ve yoldaşları Alpler ve Alperenlerdir; Selçuklu, Göktürk ve Hun devletlerinin vb kurucuları Alpler dediğimiz passioner kahramanlardır.

Yukarıda tanımladığımız iki karakteri, onların düşünce ve davranışlarında somutlaşan pratiği aslında devrimciler çok iyi bilirler. İbni haldun’da bu karakter, “asabiyet” ruhu (kan dayanışması, kabile dayanışması ruhu) olarak da tanımlanır. Gumilev’in yukarıdaki etnositenin / halkların çok geniş tarihsel gelişim süreçlerini kapsayan karakterler betimlemesi modern çağda içerik olarak kimi değişiklikler gösterir. Modern çağda sözkonusu saflaşmayı en iyi sınıflar ve sınıf mücadeleleri ekseninde kavrayabiliriz. Buna göre günümüzde belirleyici saflaşma ve çatışma; çürüyen ve çöken sisteme karşı daha ileriyi ve bağımsızlıkçı, eşitlikçi, özgürlükçü olanı temsil eden öncü-devrimci karakter ile sistemi temsil eden, sistemin haksızlık ve ahlaksızlıklarını meşrulaştıran, bilimden ve gerçekten korkan, çıkarcı, ikiyüzlü, yalaka, yalancı, şarlatan, halk dalkavuğu gerici karakter arasındadır.

Ülkemizin son kırk yıllık tarihi, bu iki ana karakterin ya da kişiliğin ideolojik, siyasal, kültürel, etik-estetik çeşitli boyutlarda yaşadığı bir toplumsal-kültürel savaş sahnesi olmuştur. Savaş alanının iki karşıt eğilimi ve iki temel hedefi vardı: Türk Devrimini bir üst düzeye yükseltmek ve tamamlamak; ya da emperyalizmin ortaçağ güçleriyle birleşerek devrimci Türkiye’ye boyun eğdirmek, Türk ulusal kimliğini tasfiye etmek. Ancak gelinen noktada, birincil eğilimi temsil eden dinamikler, tarihsel haklılığın yarattığı güçlü bir dip dalgası olarak varlığını ve etkilerini sürdürse de, ikincil eğilim, emperyalizmin güçlü ideolojik denetim ve yönlendirmesi altında, siyasal iktidar ve onun tahterevalli ikizi anamuhalefet üzerinden egemen niteliğini korumaktadır.

***

İster çağdaşlık ve aydınlanma, ister dinsel referanslı olsun, kendi içinde samimi ve tutarlı bütün insani, ahlaki erdem ve değerlerin çürütülüp sahteleştirildiği, tv’ler üzerinden herşeyin yapaylaştırıldığı, diğer yandan ülkemizin ciddi ulusal tehditler yaşadığı bir kaos sürecinden geçiyoruz. Ve bu süreçten çıkış yolları arıyoruz.

Var olan toplumsal tablo, “taşların bağlanıp köpeklerin serbest burakıldığı” ya da “bin yiğidin bir kötüye kul edildiği”, sahtelerin/çakmaları ve yalancıların hakiki ve doğru olana hükmettiği bir büyük alçalış ve ihanet tablosudur. Bu tablonun ya da oyunun ipleri, emperyalist merkezlerin elindedir. Çıkışın anahtarı ise, kuşkusuz yukarıda passioner ve süb-passioner olarak tanımladığımız kişilikler arasındaki saflaşmaya ve çatışmaya odaklanan, bu eksende passioner-devrimci dinamikleri harekete geçiren bir bilinç, irade ve yönelimdedir. Elbette bu eksendeki saflaşmayla, mevcut ideolojik, siyasal ve kültürel saflaşma görünüşte bir çok bakımdan örtüşmez. Sınıfsal açıdan bakıldığında, özellikle emekçi sınıflar ile onların çıkarını, dünyaya bakışlarını ve ütopyalarını temsil eden ideoloji arasında görünüşte karşıtlıklar taşıyan ilişki düşünüldüğünde, olay daha da çetrefilleşir. Zaten yaşanan kaotik krizin temel nedenlerinden biri de bu değil mi?

İdeolojiler öncelikle etik/ahlaki odaklı felsefi-düşünsel sistemlerdir. Ahlaki davranış, insanların en samimi, vicdani dünyalarının yansımasıdır. O nedenle hangi ideolojinin ve kültürün etki alanında olursa olsun, insani, tutarlı ve samimi davranış, yani vicdanilik ile vicdani olmayan, sahte, riyakar, ikiyüzlü davranışlar çatışır.

Bunları şunun için vurguluyorum: Başında belirttiğim gibi, ülkemizde üç farklı ideolojinin toplumsal-kültürel temelleri var. Dolayısıyla, böyle bir toplumda, her türlü kültürel, ideolojik eğilimden yurttaşı tek bir ulusal-devrimci hedefte birleştirmenin yolu, ortak bir yurtsever, ulusal/toplumsal tavır paydasında, özcesi yurtseverlik ve emek odaklı bir etik davranış ve kültürde buluşturulmasından geçiyor.

***

İdeoloji derken, yukarıdaki bütün açıklamalarımızda ahlaki tavırla, hatta estetik bakışla -ki ideoloji bunları özellikle içerir- siyaset arasında köklü bir ilişki olduğunu vurgulamak istedik. Henüz sınıfların ve ideolojilerin tam oluşmadığı, ama devletleşme ve feodal sınıflaşmanın yaşandığı, kabile toplumu ve değerlerinin önemini koruduğu bir coğrafyayı ve tarih kesitini ele alalım. Cengiz Han’ın Moğol İmparatorluğun kuruluş süreci böyle birtoplumsal ve tarihsel süreçtir.

Cengiz Han, içinde yaşadığı kabile toplumuna karşı daha ileri bir organizyon olan feodal devleti kurarken insanlığı ilerleten bir rol oynuyordu. O, bütün komşu kabilelere boyun eğdirip kendine bağlarken, henüz direnen güçlü bir kabile şefinin bir komutanı Cengiz Han’a sığınır ve der ki: Ben sana biat ediyorum ve kabile şefime boyun eğdirmen için sana yardım edeceğim. Cengiz Han’ın buna yanıtı şu olur: Kabile şefine ihanet eden yarın bana da ihanet eder, vurun kellesini…

Cengiz Han’ın başarısının sırrı ya da önemli bir ilkesel kaynağı buradadır. O, içinden çıktığı kabile toplumunun değerlerini çok iyi bilmektedir. Bütün o başına buyruk ve anarşi içindeki kabileleri birleştirip, tek bir otoriteye boyun eğdirerek büyük bir devlet kurarken, bunu, tıpkı Hz. Muhammed gibi, içinden geldiği toplumun belli değer ve törelerine katı bir biçimde uyarak başarabilirdi ancak. Dönemin savaş koşullarında, Türklerin geleneksel Alp töresi ve ahlakı tayin ediciydi; kuşkusuz herkesin kabul ettiği savaş hileleri uygulanabilirdi, ancak, ikiyüzlülük, yalan, komutanına, şefine ihanet etmek, arkadaşını satmak, arkadan vurmak vb asla affedilmeyen şeylerdi. Düşmanın bile olsa, onun üstünde egemen olmak, ona boyun eğdirmek, yiğitçe, mertçe bir siyaset ve döğüşle / savaşla mümkündü. Bu tavrın çağdaş örneğini, Yunan bayrağına, dolayısıyla Yunan milletine saygı göstererek Mustafa Kemal vermiştir.

Burada başarının sırrı -henüz ideoloji denmese de-, adına kabile kültürü dediğimiz töre, değer ve davranış biçimlerine, onların yaşayan ruhu kabile ahlakına/kültürüne koşulsuz uymaktan geçmektedir. İşte Cengiz Han bütün bu nedenlerle kolay yolu seçip, kabile ahlakını bir tarafa atarak kendiliğinden biat etmiş bir komutanı kullanarak başarıya ulaşma yoluna gitmiyor. Çünkü, Türklerde çok önemli bir kült oluşturan Alplik (Batı’daki Şovalyeliğin de kaynağıdır) geleneği de böyle bir davranışı asla onaylamaz. Bu yol, kısa vadede kazanç gibi görünse de orta ve uzun vadede, yani stratejik olarak kaybetmek demektir. Çünkü, varlığının ve bekasının temelini oluşturan törenin çiğnenmesini uzun süre sineye çekmez Türk halkı.

Cengiz Han, bedeli büyük de olsa, toplumun (kabilelerin) gönüllü desteğini, onayını almayı ilke ediniyor. Böyle davrandığı için bölgedeki Türk boylarının gönüllü desteğini alıp büyük bir imparatorluk kuruyor. Cengiz Han Yasaları bu katı ilkeliliğin en büyük ve çarpıcı örneğidir. Mert bir bir düşmanı, her zaman iki yüzlü bir dosta yeğleyen bu ve benzeri davranışlar Türklerin tarihinde pek çoktur. Sadece Türklerde mi, insanlığın kahramanlık çağı dediğimiz Barbarlık evresinden sınıflı toplumlara geçişte bu mertlik ve dürüstlüğün yüce örneklerini görüyoruz. Düşman da olsa mertliğe saygı, kardeş de olsa alçağa ve kalleşe nefret, bütün toplumların gelişiminde benzerlikler gösterir.

Benzer örnekleri dinlerin, büyük öğretilerin ortaya çıktığı süreçlerde görüyoruz. Antik ve ortaçağın ideolojik ve kültürel biçimlerini daha çok dinler ya da yüksek metafizik düşünceler belirlemiştir. Doğu’da Hinduizm-Budizm, Taoizm, Kofüçyüsçülük, Zerdüştizm, Batı’da Yahudilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık. Bu son üç dinin sonuncusu İslam dini, diğer ikisinin mirasçısı ve en gelişmiş biçimidir. Bütün bu büyük felsefi / düşünsel öğretiler ve dinler, uygarlıkların doğmasına kaynaklık eden ve insanlığı ilerleten büyük devrimci atılımlardır. Hepsinin de insanlığa ortak çağrısı, ruhsal temizliktir, içtenliktir, içsel arınmadır; insanın içiyle dışının, özüyle sözünün bir olmasıdır, tutarlılığıdır.

Bu nedenle, Mz. Muhammed, mirasçısı olduğu diğer iki dinin gerçek inananlarına saygı gösterir; ancak o dinlerin belli çarpıtmalara uğrayıp yozlaştığını, bu nedenle Hak Dininin İslam olduğunu belirtir. Yani Yahudi ve Hıristiyanlar arasında gerçek, samimi inananlar olduğu gibi sahte ve ikiyüzlü dindarlar da vardır. Kur’an’da şöyle der: “Şu bir gerçek ki, iman edenler, Yahudiler, Sabiler ve Hıristiyanlardan Allah’a ve ahiret gününe inanıp, hayra ve barışa yönelik iş yapanlar için korku yoktur. Tasalanmayacaktır onlar” (Mâide suresi, 69. ayet).

Bütün dinlerin olduğu gibi İslamın da esasını ahlak, insanın içsel temizliği ve arınması oluşturur. İnsanın insana karşı davranışlarında ve insanın Tanrıya karşı imanında ve sorumluluklarında samimiyet, adalet ve dürüstlük, gönülden bağlılık temel ölçüttür. Bu nedenle yukarıdaki Yahudi, Sabi ve Hristiyanlardan Tanrıya gönülden imam eden ve bunun insanlığa yönelik gereğini yerine getirenler, ahlaklı ve samimi oldukları için, “korku yoktur”, yani cezalandırılmayacaklar deniyor.

Burada, hangi dinin ritüelleri / ibadet biçimleri ile olursa olsun, iman etmekteki samimiyet, içtenlik tayin edicidir. Kendi dinine bile inanmayan, onun ahlaki, insani gereklerini yerine getirmeyen ikiyüzlü, sahtekar Yahudiler için şöyle deniyor Maide suresinde: “Ey resul! Kalpleri inanmamış olduğu halde ağızlarıyla ‘inandık’ diyenlerin küfürde yarışırcasına koşanları seni üzmesin… (41. ayet). İçinde Allah’ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında iken, nasıl oluyor da senin hakemliğine başvuruyorlar? Daha sonra da verilen hükümden yüz çeviriyorlar. Bunlar inanan kişiler değillerdir” (43. ayet).

Dinlere yansıyan yozlaşmayı, insandaki ahlaki kirlenmeyi İslam ortadan kaldırabildi mi? Hayır? Kısa bir süre sonra Emevi karşıdevrimiyle, İşlamın mazlumdan yana, eşitlikçi, paylaşmacı emir ve çağrıları, İslam feodalizminin, efendilerin çıkarları ve egemenlikleri doğrultusunda görmezden gelinip saptırıldı, yozlaştırıldı. Ve son 1200 yıllık İslam tarihi ve Anadolu; emekçi sınıfların eşitlikçi ve paylaşmacı taleplerine dayanan Karmatilik, Babekilik, Melamilik, Kalenderilik ve en son bütün bunların Anadolu’daki ortak adı haline gelen Alevi-Baktalik tarikatları ile egemen sınıfların ideoloji ve kültürünü temsil eden Nakşibendilik ve Mevlevilik gibi tarikatların ideolojik-kültürel mücadelelerine sahne olmuştur.

***

Sonuç olarak; sözkonusu dinlerde ve tarikatlarda, etnik kültürlerde ve çağdaş topluluklarda insanın maddi ve manevi gelişmesine, yükselişine hizmet eden, onun lokomotif gücü olan şey, passionerlik olarak tanımladığımız tutkulu, idealist insan damarıdır. Bu, dün, ortaçağda alplik, şovalyelik olarak, bugün, modern çağda ise, özellikle ülkemizde ve coğrafyamızda toplumculuk, devrimcilik ve yurtseverlik olarak var olmaya devam ediyor. İster, henüz sınıfların oluşmadığı kabile demokrasisine dayanan ilkel eşitlikçi çağda, ister dinsel ideolojilerin egemen kültürü oluşturduğu ortaçağda, isterse modern çağda ve günümüzde olsun, toplumları ve insanı geliştiren ve özgürleştiren dinamik, varlığını ulusun/toplumun varlığına feda eden idealist, tutkulu, fedakar bireylerden oluşan öncülerdir.

Tekrar edelim, bunların temel özelliği, doğru bulduğu, inandığı davaya yürekten bağlılıktır; söylemleri ile eylemleri arasında ya da içleri ile dışları arasında birlik olmasıdır, özcesi tutarlılıktır. Her çağda ve toplumda bunlar, ahlaklı, dürüst, namuslu kişiliğin esasını oluşturur. Bugün sözkonusu yüksek insani niteliklerin altlara, kenarlara sürülüp bastırıldığı, güçlüye boyun eğmenin, kafa sallamanın, yalan söylemenin, yalakalık ve dalkavukluğun ödüllendirildiği bir süreçten geçiyoruz.

Toplumların gelişiminin ve özgürleşmesinin temel dinamikleri biliniyorken, emperyalizm ve ona bağlı sistemin güçleri tarafından belirlenen ve her türlü yalanı, sahteliği çıkar yol gören günü kurtarma siyaseti ve oyunlarına tabi olmak, o düzlemde rol almakta hiç bir devrimci çözüm yoktur. Günlük siyaset ve taktikleri, sistemin ideolojik-psikolojik oyunlarının, yalanlarının, tertip ve tezgahlarının figüranı olmadan, ulusal ve toplumsal sorunların ideolojik-stratejik bütünlük içinde devrimci bir çözümüne bağlı olarak ele almak, biricik doğru yol ve yöntemdir. Ülkemizde potansiyel olarak hâlâ fazlasıyla var olan passioner/devrimci enerjiyi harekete geçirmenin ve devrimci bir kuvvet merkezi yaratmanın yolu da buradan geçer.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl