Ana Sayfa Kritik İki farklı yazara bakmak: Nezihe Muhuddin ve Peyami Safa

İki farklı yazara bakmak: Nezihe Muhuddin ve Peyami Safa

İki farklı yazara bakmak: Nezihe Muhuddin ve Peyami Safa

Türk edebiyatı tarihini, Batıcılık ve Modernleşmenin yerlilik ve millilikle karşı karşıya gelip, çatıştığı yer diye tarif etmek yanlış olmaz. Bu çatışmanın orta yerinde ise, iyi ve kötü olarak yapılandırılan kadın imgesi duruyor. Söz konusu imgenin yapılandırılmasında, Peyami Safa (1899-1961) ve Nezihe Muhiddin (1889-1959) ortak bir noktada buluşuyorlar. Her iki yazarın da yollarının üzerinde duran yerlilik, millilik, Türkçülük…gibi saikler, aynı yol üzerindeki diğer erkek ve kadın yazarlarla karşımıza bugünü çıkarıyorlar.

Başta Peyami Safa olmak üzere metinlerini milli-yerli, Batıcılık-Modernleşme kutuplaşması üzerine kuran yazarlar, bu karşıtlığın (yüz yıl sonra) bugünün sosyal-kültürel yaşantısını belirleyeceğini düşünmüşler miydi? Kültürel farklılıkların başat çelişkiler olarak, aşırı milliyetçi söylemlerle nefrete dönüşeceğini, kadınların şort giyenler ve örtünenler olarak ikiye ayrılacağını, “Türk’ün gücünü” göstereceğini…

Dönemin edebiyat söylemi ve kadın algısının, bugünün siyasi söylemi haline gelerek, sosyal yaşam üzerinde -özellikle de kadınların- dizayn edici rol oynamasını bir türlü kapanmayan ve “Cumhuriyet’in üzerine kurulduğu kültürel yarıklarda” mı aramalıyız? Ya da (bu yarıkları da dışlamaksızın) Berktay’ın saptamasıyla, “direngen kalıplarda” mı? Ataerkillik ve erkek egemenliği, eski Mezopotamya’dan bu yana, farklı toplumsal yapılara eklemlenerek varlığını sürdürmek konusunda inanılmaz bir “başarı” gösterdi. Bu “başarı”da, ideolojinin ve kültürün esas olarak erkek-egemen olması, toplumsal bilince kök salmış olan ataerkil tanımların ve davranış kalıplarının kültürden kültüre kuşaklar boyunca pek az sorgulanarak, ya da varolan sorgulamaların “tarihe yazılması” önlenerek aktarılmış olması önemli rol oynadı. Ataerkil toplumların yarattığı en sürekli, zamana karşı en direngen kalıplar, “kadınlık” ve “erkeklik” kimlikleri ile bunların ilişki ve davranışlarını tanımlayan örüntüler oldu. (F.Berktay/Kadınların İnsan Hakları Gelişimi ve Türkiye)

Tanzimat’ın ilanından (1839), II. Meşrutiyet’e (1908) kadar uzunca bir dönemi kapsayan Batılılaşma/Modernleşme hareketinin, en son II. Abdülhamit (1876-1909) istibdadı sürecinde yer altına indiğini görüyoruz. Bu aynı zamanda, baskı rejimlerinin yeni yaşamsal olanakları hedef almasındaki geleneksel halkanın kodlarını da oluşturmuş gözüküyor. Berktay’ın ifadesiyle, “Kadınlık ve erkeklik kalıpları” gibi “Direngen Kalıplar” olarak gölgelerini bugüne düşürüyorlar.

Dolayısıyla, kadının toplumsallaşması, görünürlüğü ve varlığı mücadelesi sürecinde yaşanan büyük trajedilerde bu kalıpların payı olduğunu söylemek mümkün. Batı teknolojisine geç kalıp, hep onun peşinden giden, Doğu’nun, -ısrarla- “Manevi değerleri”ni öne sürerek, buradan bir üstünlük, ayrıcalık oluşturma çabasında da aynı kalıplar öne çıkıyor olabilir. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e izlediğimiz Batılılışma serüveninin yolları üzerinde duran edebiyat söylemi, bugünün siyasi diline dönüşmüş durumda.

Aynı havuza akan iki farklı bakış…

Bu yol üzerinde duran Nezihe Muhuddin ve Peyami Safa, -teknolojisini gerekli görüp- kültürünü tartışmalı buldukları Batıcılığın kadınlar üzerindeki etkisine nasıl bakıyorlar?

Elbette ki, iyi bakmıyorlar. Zira “Batının ilmini alıp” kendi değerlerimizi korumak yerine, bizde olup, onlarda olmayan bu değerleri feda ettiğimiz konusunda birleşiyorlar.

Bu değerlerin, kadının kadınlık görevlerini yerine getirmediklerinde nasıl fire verdiğini, tam da burada ulus için tehlike çanlarının çalmaya başlaması gibi etkilerle anlatmalarına gelince; -o zaman için- prematüre bir hedef konumuna getirilen kadının, bugün tam da hedef tahtasına oturtulmasının işaretlerini veriyor.

Safa’nın eserlerinde ve yazılarında bir tutum olarak öne çıkan bu bakış, Muhuddin’de ise, -kadınlar- sorumluluklarını yerine getirmediklerinde başlıyor.

Safa, iyi ve kötü kadın imgesini, kadınları baştan çıkaran Batı kültürünün şekilsel yaşantısıyla ilişkilendirip, bunu tüm eserlerinde ana izlek yaparken, Muhiddin de kadınları aynı saiklerle ikiye ayırıyor. O da tıpkı Safa gibi kadınların milli değerlere bağlı olmalarını isteyerek, bir dizi beklenti sıralıyor. Bu beklentiler gerçekleşmediğinde, kadınları için kurulmuş tuzaklar harekete geçiyor.

Bu tuzakların önemli bir süre Yeşilçam Sineması’nın da konusu olması, Safa, Muhiddin ve dönemin diğer yazarlarının paylaştıkları kadın algısını sergiler nitelikte. Öyle ki, söz konusu yazarların eserlerindeki izlekler bir dönemin (1950-70) beyaz perdesine düşüyor… Kırsalda ya da şehirde iffetli, ahlaklı, israftan kaçınan, manevi değerlere önem veren, kendisini yuvasına ve çocuklarına adamış olumlu kadının aklının karışmasıyla başına gelecekler ise sayılmakla bitmiyor: İyi ya da kötü aile kızları, pavyonlara, geneleve düşenler, ailesi ve çevresinden uzaklaşıp “Alafranga” yaşamlara yönelmenin bedelini ödeyenler, gazozlarına ilaç konulanlar, bedenine sahip olunsa da ruhuna “Asla” sahip olunamayanlar…

Bugüne hakim olan sosyal-kültürel atmosferin, kadın giyim-kuşam (türban) dizaynının toplumsal motivasyonu Safa’nın eserlerinde mi gizleniyor? Safa’nın çizdiği iffetli, Müslüman, muhafazakar değerleri savunan ‘iyi, olumlu’ kadın izleği bugünün dünyasında ne anlama geliyor?

Bu yazı, geçmişteki kültürel kalıpların bugün üzerindeki etkisiyle birlikte, kadın paradigmaları aynı olmadığı halde, iki yazarı ortak noktada buluşturan talihsizliği anlama çabası (da) taşıyor. Tabii, yazının akışı boyunca ortaya çıkan bazı soruların yanıtlarının arayışı da bu çabaya dahil. Ayrıca, iki farklı bakışın aynı havuza akması karşısında bir kaygı geliştirdiğini de itiraf ediyor. Biri kadını hiçlerken, (P. Safa), diğerinin (N. Muhiddin), bu hiçlenmeye siyasi mücadeleyle karşı koyması bu kaygının nedeni.

 

Gerçek yaşamdan, kurgudaki yaşama…

Nezihe Muhiddin’i, kadın mücadelesindeki aktif siyasi rolüyle birlikte, gerçek hayatı ve eserleri şeklinde ikiye ayırarak incelemek isabetli olabilir; ama bu yazının kapsamını aşıyor. Zira eserlerindeki Muhiddin ile gerçek hayattaki Muhuddin ilişki içinde olsalar da, iki ayrı alanı kaplıyorlar.

Muhiddin, adını ilk 1912 yılında verdiği iktisat konferanslarıyla (Osmanlı toplumundaki gayrimüslimlerin mallarını boykota çağırmasıyla) duyurmuş. Ardından da bunu, 1923 yılından itibaren yayımlanmaya başlayan siyasi ve edebi makalelerinin yanı sıra, Kadınlar Dünyası ve kurucusu olduğu Kadın Yolu dergilerindeki kadınların toplumsal konumu ile ilgili makaleleri takip etmiş. Cumhuriyet hükümeti tarafından hayal kırıklığına uğrayan yazar, mücadele alanından tümüyle çekilmese de, görünürlüğü neredeyse yok olmuş. Muhittin’i bu dönemde, birbiri ardı sıra yazdığı popüler romanlarıyla tanıyoruz.

Muhiddin Cumhuriyet’in kuruluş döneminin siyasal ortamında ulusal inşaya kadınların katılımını sağlamak ve “kadın elleriyle” cumhuriyet inkılabının yerleştirilmesi ve kadınların karar mekanizmalarına katılımı için mücadele etti. Kadınlığı “erkek tahakkümündeki” (Oruz 1986:29) toplumun dayattığı eşitsiz konumda yaşayan bir “zümre” olarak algıladı. Kadınlığın özgül durumunu tahlil etti ve süfliyetten (değersizleştirilmeden) kurtulması için mücadele etti. Erkek alanında, onca alay, aşağılama, çarpıtmaya karşın bir feminist olarak varoldu ve kadınları savundu. Nezihe Muhiddin kadınların toplumda “mevcudiyyetini ve gücünü” gösterme mücadelesinin kadınların birliğiyle başarılacağına inandı. Kadınların tüm haklarını “iktisab etmek” (almak) için mücadele etti. “Haklarımızı vermeseler de biz onları alacağız” sözü onun mücadeleci karakterini simgeliyordu. Kadınların kimliklerine, benliklerine• sahip çıkmalarını savundu. Kadınlığın durumunun, biyolojik özelliklerden değil, toplumsal kurgulardan kaynaklandığını gördü. Nezihe Muhiddin siyasal alana “kadınlık nokta-i nazarından [açısından)” baktı ve milliyetçi “inkılabın verdiği büyük fırsatla” kadınların haklarına kavuşması, eşit vatandaşlar olarak millet imgelemi ve tasarımı içinde yer alması için uğraştı. Kadınların toplumsal vazifelerini yerine getiren vatandaşlar olarak tüm haklara sahip eşit bireyler olmasını arzu etti. Yeni toplum projesinin kadınların katılımı olmaksızın başarılı olamayacağını, Cumhuriyet’in inkılaplarının tamamlanamayacağını savundu. Kadınları büyük kitleler halinde ulusal inşa sürecine ve dönüşümlere katılmaya çağırdı… Muhiddin ve TKB Grubu’nun mücadelesine karşılık olarak Cumhuriyetçi erkekler, kadınların toplumdaki rolünü anneliğe indirgemeye çalıştılar. Kadınların toplumsal rolünün, “annelikten vakit bulduklarında, en fazlasından hayırkarlık” olduğunu öne sürdüler. Kadınları eşlerinin muavini, edilgen, seyirci ve toplumsal projenin tamamlayıcıları olarak görmek istediler. Muhiddin ve TKB Grubu’nun bu büyük toplumsal projenin, diğer adıyla Cumhuriyet’in kuruluşunda kadınlara erkeklerle eşit önemde bir rol verme mücadelesi, Kemalist iktidarla çatışmaya neden oldu. 1923-1927 yıllan arasında ortaya çıkan çelişki şudur: Cumhuriyetçi iktidar “kadınlar” adına konuşmak, kadın haklarının sınırlarını cinsiyetçi temelde, ataerkil sınırlar içinde belirlemek ve kadın haklan alanındaki kazanımları rejime mal etmek istiyordu. Nezihe Muhiddin, Kadınlar Halk Fırkası’nın kurucuları/TKB Grubu’nun eylemcileri ise “hürriyet” ortamında yeniden kurulan kamu alanında siyasat, toplumsal ve iktisadi haklarına kavuşmak için, yeni kurulmakta olan rejimin kaldırım kenarında izleyenleri2 değil, kurucuları, toplumsal failleri/eyleyicileri olmak istiyorlardı. (Yaprak Zihnioğlu/Kadınsız İnkilap s. 261,262)

Güçle erkekliğin birleştiği yer…

Kadınların toplumsal hayata katılımı, onların erkeklerden (eş, baba, erkek kardeş) -görece de olsa-, bağımsız bir kimliğe sahip olmaları, siyasal alanda etkin olmaları için mücadele eden Muhiddin, tam da ulus devletin inşası aşamasında etkin siyasal konumuna yönelik engellerle karşılaşmış. Kadının toplumsallaşması gerekliliğini yeni kurulan ulus devletin Türkçülük, milliyetçilik saikleriyle bütünleştiren Muhiddin’in yönetim tarafından engellenmesini, güçle erkekliğin birleştiği yerden bir kadın olarak dışlanması olarak okuyabiliriz. Ancak, kadının temel olarak sosyal hayattaki yeri ve görevleri konusunda yeni Cumhuriyet’e hiç de ters düşmeyip katkı sunduğunu da unutmamak gerekir.

Muhiddin’in milliyetçiliğinin -tanımı gereği- cinsiyetçi uzanımları da vardı. Makalelerinde değil de, kurgu yapıtlarında, “şanlı ordu, kahraman asker ve şehitler, yiğit oğlum, arslan yavrum” ifadeleriyle bezenmiş, savunmacı tonda olmakla birlikte cinsiyetçi kalıpların yinelendiği şoven milliyetçilik ortaya çıkıyor. Muhiddin, 1912’de yazdığı “Ceng Ninnisi” adlı öyküsünde evladını vatan için ölüme gözünü kırpmadan gönderen anne ve “vatanı savunan asker” temasını işliyor. Buradaki “Türk kadınlarına yufka yürek yakışmaz”, “Türk kadınının yüreği yufka olursa topla cengleşen yiğitlerin kolu kuvvetsiz olur” türünden cenkçi, erkek kahramanlığına övgülü ifadeler, cinsiyetçi kahramanlık kültünün göstergeleri. Bu öyküde yer alan şiirindeki, askerlere hitaben söylenen “Piç gavurdan intikam al!” dizesi, Muhiddin’in milliyetçiliğinin rövanşist, saldırgan yüzünü açığa çıkarıyor. Muhiddin’in “vatan müdafaası” söz konusu olduğunda erkek-şovenizminin ve cinsiyetçi kahramanlık kültünün kalıplarını kullanışı Bozkurt ( 1934) romanında da karşımıza çıkıyor. Muhiddin’in siyasi makalelerinde değil de edebi çalışmalarında ölçüsüz bir milliyetçilik sergilemesi dikkat çekicidir. Fatma Aliye ve kuşağının oluşturduğu “İslam kadını” kavramı, Birinci Dünya Savaşı’nın son yıllarında Nezihe Muhiddin’in referans çerçevesinde “Türk kadını”na dönüştü. (Y.Zihnioğlu/ Kadınsız İnkilap s.77)

Tıpkı yaşamındaki gibi eserlerinde de, kadınların görünürlüğünü, toplumsal yaşamda var olmaları gerekliliğini savunan Muhiddin’in, bu gerekirliliği uzun bir takım görevlerle donatması; bu görevleri yerine getirenlerle getirmeyenler arasında bir sınav köprüsü kurması, günümüze kadar varlığını koruyan kadın imgesinin zemin taşlarını döşemiş gibi gözüküyor.

Konaklar, paşalar, cariyeler…

Muhiddin’in eserlerinde mekansal alanları oluşturan paşalı konaklar, aynı zamanda kadınların esaretinin de (cariyeler…) somutlaştığı yerlerdir. Öte yandan, ardından gelecek yeni bir devrin de habercisi olurlar. Bu işareti, medeni hukukun temellerinin atıldığı, paşaların ergen cariye kızlardan kendilerine “Karı” yapamayacakları (zaten paşaların varlığı da ortadan kalkacağından), kadınların okuması, meslek sahibi olması gibi bir aralığa yerleştiren Muhiddin, kadın karakterlerine görevler yükler. Özellikle bu dönemin kadın kahramanların önemli bir kısmı, kurtuluşa giden yolda olaylar yaşayıp, bir hayli badire atlattıktan sonra görevlerinin önemli bir kısmını tamamlamış olurlar.

Kadının nasıl olması gerektiği sınırlarını ideolojik diyebileceğimiz bir çerçeveyle çizen yazar, kadının annelik rolünü oldukça önemseyerek, bu role kutsallık atfeder. Ona göre kadınlar, “Vatana iyi evlatlar” yetiştirmelidirler.

Ama bu kadın, kocası olmadan da tek başına ayakta durup, çocuğunu milli değerlere uygun yetiştirebilir. Zaten bu en önemli görevlerinden biridir. Bu kadın aslında cinselliği ve aşkı yaşamış kadındır. Ne sevimli, ne cazip bir çehresi vardı?!.. İçinde kalbi bir arzu tutuşan gözlerin müthiş bir mıknatısı var! Genç adamın gözleri göz bebelerimin cazibesine kapılmıştı!.. Hareketlerimde sevinç ve dirin bir hazzın gölgesini seziyordum…(Benliğim Benimdir s. 102)

Sevmediği bir adamın (paşa) cariyesi olması onun hoşlandığı ya da aşık olduğu başka bir adamla cinsellik yaşamasının önüne geçmez. Ya da evlenmeyeceğini bilse de sevdiği bir erkekle cinsellik yaşamasına… Buradan hareketle, Muhiddin, metinlerinde, kadınların kendilerini sağaltım olanakları bulabilecekleri ara yollar açsa da, -neredeyse- bir ulusun sorumluluğunu onların üzerlerine yıkarak bu yolları kapatır. Bundan dolayı, -belki de-, Muhuttin’in asıl sırrı melodramatik aşk hikayelerinde gizleniyor gibidir. Şöyle ki; eserlerinde, çelişik duyguları, çapraşık ilişkileri, arzu dolayımlarını, var olma sorununu… işaret etse de, Modernleşme ve Batılılaşma çıkmazıyla bu sorunu bir düğüme dönüştürür. Kadının toplum mühendisliğiyle, özgürlüğü arasında duran bir düğümdür bu.

Aslında bu düğüm, Cumhuriyet öncesi dönemde anlatılan kadın hikayelerinde ortaya çıkmaz. Zaten şeriat yasalarıyla birlikte, buna uygun düşen verili bir durumun içine doğmuştur. (Öyle ki, Tanzimat’ın ilanından itibaren dönemin saray çevresi okumuş-yazmış kadınlarının temel meselesi olarak da Muhuddin’in hareket noktasını oluşturuyor). Cumhuriyet yasalarıyla birlikte şekillenen toplumsal yapıda ise iş değişir. Yaşamını nasıl şekillendireceği artık onun ellerine bırakılmıştır. Ulus devletin gelişip, güçlenmesi için bir kadın olarak sorumlulukları vardır. Yani kadının takdiri, kente özgü yaşam alanları, apartmanlar, yalılar, köşkler, balo salonları, Beyoğlu ve onun arka sokaklarıyla nasıl bir ilişki içinde olacağına bağlıdır. Kadınlar için asıl sınav bu ikinci (genç Cumhuriyet) döneminin sosyal hayatıyla başlar. Eski rejimin yıkılmasına destek sunan kadın karakterler (tabii erkekler de), yeni kurulan rejimin günlük yaşamını nasıl kuracaklardır?

Nezihe Muhiddin ve Peyami Safa’yı yan yana getiren işte tam da bu dönenim sosyalleşme alanları olur. Muhuddin ve Safa, bu yeni rejimin apartmanlarında, köşklerinde, güzellik yarışmalarında, yalılarında, balolarında, parıltılı cadde ve vitrinlerinin önünde buluşurlar. Safa için buralar, Batıcılık ve Modernleşme’nin şekilsel yanı; Doğu ahlakının, İslami değerlerin, Türkçülüğün ve iffetli Türk kadınlarının yara aldığı yerlerdir. Aynı yerleri Muhuddin’in de tuzak olarak görmesi ilginçtir. Her ne kadar Muhuddin buralarda kadınlara eğleşme imkanı tanısa da onlardan bir an önce kendilerine gelip görevlerini hatırlamalarını ister.

‘Hissen romantik, hayalperver…’

Muhuddin’in eserlerinden bazılarına kısaca bakalım: İlk romanlarından biri olan Benliğim Benimdir’de (1929) olaylar, II. Abdülhamid döneminde yaşanır. Aslında sona da yaklaşılmıştır Cumhuriyet kapıdadır ama kızlar (özellikle Çerkez kızları) paşa konaklarına odalık olarak satılmaya devam ederler. On üç yaşındaki Çerkez kızı Zeynep de bunlardan biridir. Paşaya karşı direnmesiyle, “İnatçılığı, güzelliği”yle paşanın kalbini çelen Zeynep, onu kendine aşık eder. İstibdadı yıkmak için gizli faaliyet gösteren Jön Türkler’in varlığını hissederiz bu arada. Paşanın oğlu Ferruh’un onlarla ilişkisi vardır. Ferruh ve başka bir konağa satılan Zeynep’in -yeni arkadaş olduğu- Mehveş, Zeynep’in uzaktan da olsa Jön Türkler’e lojistik yardımda bulunmasının önünü açarlar. Bu arada, konağa gelen hocalardan piyano ve dil eğitimi alan Zeynep’in, Ferruh’un verdiği kitapları da okuyup aydınlandığını gözlemleriz. Bu suretle, Namık Kemal’in, Abdülhak Hamid’in Tevfik Fikret’in eserlerini okuyordum… Bir taraftan Madam Lüsyen’in getirdiği Paul et Virginie, Graziella, Raphael’i okumaya çalışıyordum… Bu kitapların tesiri altında, hissen romantik hayalperver olduğum kadar fikren büsbütün isyankar ve cidalci bir genç kız olmuştum… (B. Benimdir s. 83)

Ferruh, babası tarafından -kitaplarıyla birlikte- saraydan uzaklaştırılıp mahkum edilmiştir. Olaylar karşısında çözümsüz kalan Zeynep’e, -satıldığı paşa Jön Türk yanlısı olduğu için- bu konuda bir hayli bilgi ve ilişki sahibi olan Mehveş rehberlik edecektir. Ferruh’un kurtuluşu için para gerekmektedir. Parayı elde etmenin yolu ise paşanın isteklerini yerine getirmekten geçer. Sonunda karar verip paşayla yatma planını uygulayan Zeynep, parayı cemiyete iletir. Sonrasında Jön Türkler Merkezi umumiyesi, ona bir teşekkür belgesi göndererek karşılık verecektir. Zeynep paşanın isteklerine boyun eğmese de onunla yatmıştır. Ama bu gerçek bir aşkı da yaşamasının önüne geçmez. Komşu konaktaki genç adamla kısa da olsa bu aşkı yaşar. Bir-iki kez sevişirler ama paşa genç adamı öldürtür. Aşık olduğu adamdan hamile kalan Zeynep, bir oğlan çocuğu doğurur. İstibdat da yıkılmıştır bu arada. Ama Zeynep de yorulmuştur artık. Uzun ve misilsiz ıstıraplardan sonra nihayet hürriyet ve serbestime nail olmuştum!.. Fakat hiçbiriyle alakadar olacak kudretim yoktu!.. Ruhumda heyecan menbaı kurumuştu. Yorgun ve emelsizdim… (s. 112)

Yeni dönemde Zeynep’in toplumsal varlığı da bitmiştir artık. Bütün benliğimi ona (oğluna) teslim ediyorum diyerek serüvenini tamamlar. Yoksa, uğrunda hayatlar feda edilip, bedeller ödenen yeni düzen istedikleri gibi değil midir? Eskisiyle aynı olmasa da, benzeri sorunlar bu yeni düzende de mi yaşanmaktadır? Zeynep’in isteksizliği ve ruh durumunu yeni rejimde hoşuna gitmeyen şeylere karşı tepkisi olarak da anlayabiliriz. Üç-dört yıl geçen aradan sonra, sarışın, narin, asil simalı Ferruh’un yerine neşeli ve tekerlek bir sima ve şişman karınlı azametli bir vücut kaim olmuştur. (s.113)

Görüldüğü üzere, istibdat yıkılmıştır ama asıl sınav yeni başlar. Zeynep kendini oğluna adayarak bu sınavı kazanmış gibi gözüküyor.

Ya diğerleri…

Peyami Safa gibi dönemin daha bir çok yazarını ürküten, Batı medeniyetinin sonuna kadar açılan kapılarından içeri giren diğer kadınlar bu sınavı kazanacaklar mıdır? Safa’ya göre asla kazanamadıkları gibi, “İslam kültürünün Doğu’ya bahşettiği” olanaklardan birazcık nasibini alanlar bile felaketle karşı karşıya geleceklerdir. Neyse ki, arada kalan kadınları koruyup, kollayan erkekler vardır.

Muhiddin’e tekrar dönersek, o da bu kapılardan içeri giren kadınlara kaygıyla bakar. Ama Safa gibi onları harcamaz; yani tümünü. Her iki yazarın da olumsuz kadın tipini, genç Cumhuriyet’in yeni yaşam koşulları üzerinden kurgulamaları önemlidir.

Muhuddin’in ilk romanı (Benliğim Benimdir)’in ardından, gelen Güzellik Kraliçesi’nde (1932) Belkıs’la tanışırırız. “Fransız mürebbiyesi tarafından Batı terbiye usulüyle, erkek çocuğu gibi yetiştirilen” Belkıs, “kadınlık hissi ve duygularından mahrum bırakılmıştır.” Ama ilk kez katıldığı bir güzellik balosuyla her şey değişecek, Belkıs bir dizi sorunla boğuşacaktır. Bu değişim karşısındaki Belkıs’ın çelişkilerini psikolojik boyutlarıyla işleyen Muhuddin, Belkıs’ın felakete doğru sürüklenişini öne çıkararak, onun sonradan gelişen güzellik tutkusuyla yarışmaya girip artist olma isteğini, “sinirli, bitkin, durgun içe kapanık” bir kadına dönüşmesi olarak betimleyecektir. Arkadaşı Lamia ise, Belkıs’ın yeni tanıştığı baloların, eğlence ortamlarının, müdavimi ve oraları iyi bilen biri olarak, Belkıs’ın yöneliminin doğru olmadığını ima ederken, yazarın sesini duyar gibi oluruz.

Yazının kapsamı açısından, Muhuttin’in, Bozkurt (1934), İstanbul’da Bir Landro (1934), Ateş Böcekleri (1935), Bir Aşk Böyle Bitti (1943), Avare Kadın (1943), Çıngıraklı Yılan (1943), Çıplak Model (1943), İzmir Çocuğu (1943), Kalbim Senindir (1943), Bir Yaz Gecesiydi (1943), Gene Geleceksin (1944), Sus Kalbim Sus (1944) adlı eserlerinde de, aynı kadını gördüğümüzü söylemekle yetinelim.

Fatih-Harbiye/Keman-Kemençe…

Kadınların İstanbul’un Beyoğlu gibi “Monden” hayat yaşanan semtlerinin caddelerinde gezinmeleri, rahatlıkları, giyinip-süslenmeleri, eğlenmeleri, “zevke düşkünlükleri” her iki yazarı da rahatsız eder. Elbette ki Safa’nın saikleri fazla ideolojiktir. Batı karşısında ikircikli, muhafazakar, İslamcı olan Safa için Batı yaşantısı, tam da yazılarında ve eserlerinde dile getirdiği gibi Doğu’nun kadınlarını fuhuşla karşı karşıya getiren ögelerle doludur. Bu kadınların bir kısmı artık iflah olmaz bir şekilde yoldan çıkmış, bir kısmı da kurtarılmak üzere olan kadınlardır. Sözde Kızlar’daki Mebrure ve Fatih-Harbiye’deki Neriman da, aklı çelinmek üzereyken kurtarılıp, fakir ama onurlu erkeklerle evlenerek, Müslüman kadın olma onuruna erişirler. Yol gösteren akil erkekler ve onlar tarafından (aklı şaşmak üzereyken) kurtarılan kadınlar, Safa’nın eserlerinin formatı niteliğindedir.

Sözde Kızlar’daki Mebrure de, taşradan babasını aramak için İstanbul’a gelip, uzak akrabalarının köşklerine sığınınca, -köşkte kaldığı süre içinde- aile tarafından az kaldı felekate sürüklenecekken, bu eve girip çıkan Nadir tarafından kurtarılır. Şehzadebaşı’nda, eski Türk evlerine mahsus destekler şahnislerle göze çarpan bir evde annesiyle mazbut bir yaşam süren Nadir’in, bir de Fahri isminde arkadaşı vardır. Nadir ve Fahri, köşkün oğullarından “Züppe” Behiç ve benzeri erkeklerin karşında iyi-erdemli Doğulu erkeği temsil ederler. Tabii diğerleri de Batı kültürün şekilperestlerini. Bu arada Safa, Sözde Kızlar’da (1923) adını tam olarak koymadığı bu karşıtlığı Fatih-Harbiye’de (1931) semtler ve yaşam tarzlarını karşı karşıya getirerek (Piyano-ud/Keman-kemençe) simgeleştirecektir. Kendini “kutuplaşma dramı’nın yazarı olarak görüyordu Peyami Safa. Kutuplaşmayı bir “dram” olarak tarif etmesine, bunun bir “işkence” olduğunu söylemesine rağmen (Doğu-Batı çatışmasını “Türk ruhunun en büyük işkencesi” olarak tarif eden oydu) dünyaya hep kültürel zıtlıklar üzerinden bakmıştı. Fatih-Harbiye’nin kültüralist paradigması seksen küsur yıl sonra dünyaya bakışımıza bir kez daha damgasını vurdu. (Nurdan Gürbilek/ Sessizin Payı s. 86)

Sözde Kızlar’daki Nadir’e dönersek, köşkteki yaşama şiddetle karşı olduğu halde, oranın müdavimlerinden biridir. Safa tüm eserlerinde Nadir gibi akil kişiler aracılığıyla sorunlara ayna tutar. Safa’nın kurgu tekniğinde ayna işlevi görerek arada kalmış kadınlara doğru yolu gösteren erkek(lerin) varlığının çok önemli olduğunu söylemeye gerek yok. Hemen burada bir parantez açarak, ayna işlevi gören bu erkek tipinin, mahalle yaşamında kadınların namusunu korumayı üstlenmiş komşu, akraba erkeklere karşılık düştüğünü söyleyebiliriz. Tabii, 1970’lere kadar hakim olan bu kültürün, patolojik bir seyir izleyerek bugün, kadını öldürme haline dönüştüğünü de…

Bu erkeklerden bazıları -tıpkı kadınlar gibi- “Alafranga” yaşam tarafından cezbedilirler elbette ama kendilerini çabuk toparlarlar. Tahmin edildiği üzre, Mebrure, Behiç ve kardeşi Nevin tarafından tuzağa düşürülmeye ramak kalmışken, Nadir sayesinde kurtulur. Tabii, eğlencenin, içkinin, aşk-meşk işlerinin eksik olmadığı köşkün müdavimlerinden Belma’nın payı sayesinde. Belma, Nadir aracılığıyla Mebrure’yi hasta yatağına çağırıp gerçekleri anlatınca, Mebrure’nin aklı başına gelir. Belma’nın adı aslında Hatice’dir. Sinema artisti olmak, monden çevrede kabul görmek için adını değiştirmiş, Behiç’in metresi olmuştur.

Peki bunda, modernleşmenin bozduğu babası Mustafa Efendi’nin de payı olabilir mi? Mustafa Efendi, mahallede “açık fikirleriyle” tanınmış, hovardalığı, müsrifliği, dik kafalılığiyle meşhurdu… Hattâ imam, Mustafa Efendiden bahsettiği zaman… “Con Hoca” derdi. Con demek, Jön, yani yeni fikirli demekti. Mustafa Efendinin koyu İttihatçılığı da bu unvana liyakatini arttırmıştı. Bundan başka, evlâtlarının terbiyesine karşı kayıtsızlığı, onları pek serbest bırakması, evinde çalgı, dernek yapılmasından hoşlanması, her akşam pencere önünde gazel söylemesi de Con Hoca’nın fena şöhretini Cerrahpaşa’ya yaymıştı. (S. Kızlar)

Hatalarını verem olduktan sonra intihar ederek ödeyen Belma’nın, Mebrure’ye söylediği son sözler, Sefa’nın kadınlara tekrarladığı sıkı bir uyarı niteliğindedir. Öyle bir uyanış uyandım ki, ah, Mebrure, bu tavanı basık odamda geçirdiğim geceleri, karyolamı sarsarak, göğsümü yırtarak ağladığım geceleri bütün genç kızlar bilseler; ah Mebrure, benim felâketime habersiz koşan binlerce Müslüman kızına bu karanlık odadan haykırabilsem, kısık ve öksürüklü sesimi duyurabilsem; ah, Mebrure, ne diyeyim? (S. Kızlar)

Pera, parıltılı vitrin ve caddeler, sinema artisteri, köşkler, konaklar, balolar, bol makyajlı yüzler, bir kaç-dil bilen janti erkekler, smokinler, kayık sefaları… bunların hepsi Modernleşmenin aldatıcı yanlarıdır. Dolayısıyla gerçek aşklar, gerçek insanlar buralarda bulunmaz. Ama Fatih gibi, İslamın, ahlakın, değerlerinin korunduğu semtlerdeki yaşamlar öyle değildir. Böylelikle, Safa’nın doğru yolu bulan (daha doğrusu kurtarılan) iyi ve olumlu kadın karakterleri, “Züppe, monden” erkekleri değil de; Doğu’nun değerleriyle donanmış bu semtlerdeki erkekleri tehcih ederler. Türbe’den tramvaya bindiler. Nadir’in evi Şehzadebaşı’nda idi. Vefa’ya inen sokaklardan birinde, üç katlı, yüzü kararmış, pencereleri geniş, büyük bir eski Türk evi. Kapı açıldı. Geniş, bomboş bir taşlığın serin, rutubetli küf kokusu duyuldu. Tavan pek yüksekti. Biri sağda, öteki solda, iki kalın tahta direk, tavandan yere kadar uzanıyordu. Harem tarafına geçen iki kanatlı büyük kapının üstünde yarım dairelik bir kemer vardı. Kapıyı açan küçük bir kızdı. Bir besleme. Misafire alışkın, kayıtsız bakışlarla iki adım geri çekildi, hafif gülüyordu. Selâmlığın dar, karanlık merdiveninden çıktılar. Bir sofadan geçtiler. Bu sofanın pencerelerinde eski saçaklı muşamba perdelerden başka eşyası yoktu. Bahçeden, bir tavuğun boğuk ve azametli sesi geliyordu. Bu odaya bomboş demeye engel olan üç parça eşya şunlar. Ortada mustatil, uzun, siyah örtülü bir masa. Üstünde, lâcivert abajurlu, parlak bir madenden lâmba. Dört sandalye, bir köşede yayvan bir minder. Duvara boylu boyunca gömülmüş büyük bir camekânlı hücre, hep kitap dolu. (S. Kızlar)

Fatih-Harbiye’de mekanları, semtleri kutupsallaştıran Safa, nasıl ki, Sözde Kızlar’da Zeynep’e tercihini, yüzü yanık, gözleri patlak, alnının etleri büklüm büklüm kırışmış, başı, elleri ve ayakları büyük, bütün vücudu titrek, üstü başı dağınık, tuvaletsiz, pantolonu ütüsüz bir delikanlı olan Ferruh’tan yana yaptırırsa, burada da (Fatih-Harbiye), Neriman’a tercihini, biri Pera’yı, diğeri mahalleyi, aileyi temsil eden iki erkekten, biri keman (Macit), diğeri kemençe çalan Şinasi’den yana yaptıracaktır.

Sefa’nın kadın karakterleri, kendilerini koruyan-kollayan bir erkek olmadan var olamaz, düşünemez, hayatını kuramaz. Bunlardan bir kısmı ahlaklı, erdemlidir, doğulu kadın olmanın özelliklerinden bir adım şaşmazlar. (Şaşmazlar derken, bunu da en yakınındaki kocası ya da koca adayı sayesinde gerçekleştirdiklerinde.) Eğer çevrelerinde bu türden erkekler yoksa, onların da öbür taraftaki kadınların safına geçmesi an meselesidir (yani şaşabilirler). Öbür taraftaki kadınlar ise, tümüyle Modernleşmenin gazabına uğramış, “Ahlak sefaleti” bataklığına saplanmış, eğlenmekten, yemekten-içmekten başka şey düşünmeyip, paralı, mevkili erkeklerle “düşüp kalkan” kadınlardır.

Muhiddin ise kadınları, -kadın olmanın gerekliliklerini unutmaksızın- eğitimli olup, toplum hayatında yer almayı başardıkları oranda, erkekle eşit bir düzeyde ve yetide görür. Ama ne yazık ki, modernleşmeyi şeklen yaşayan kadınlar bu yetiye ulaşamayacaklardır. Muhuddin, tam da burada Safa’nın kadın algısıyla buluşur. Batıllılaşma çılgınlığıyla zehirlenmiş kadınlar ikisinin de ortak konusu olur.

Gençliğimiz (1922) Şimşek (1923) Sözde Kızlar (1923) Mahşer (1924) Bir Akşamdı (1924) Süngülerin Gölgesinde (1924) Bir Genç Kız Kalbinin Cürmü (1925) Canan (1925) Dokuzuncu Hariciye Koğuşu (1930) Fatih-Harbiye (1931) Atilla (1931) Bir Tereddüdün Romanı (1933) Matmazel Noralya’nın Koltuğu (1949) Yalnızız (1951) Biz İnsanlar (1959)… adlı eserlerinin yanı sıra, daha bir çok hikayeleri ve yazılarında, uzun bir ideolojik hat çizen Safa, argümanlarını, günümüz muhafazakar dünyasına vazgeçilmez bir kaynak olarak bırakmış gibi gözüküyor.

Safa’nın kadınların kötü sonunu, mahalle yaşamıyla sosyal yaşam üzerinden kutupsallaştırma yoluyla göstermesi, değişim karşısında bocalayan zihinlerin korkularını beslemiş olsa gerek. Ellbette ki, kapitalist ekonomik ilişkiler, para dolaşımının merkezileştiği semtlerin hareketli yaşantısı, ışıltılı mekanları, vitrinleri; mahalleleri, eskimiş ahşap evleri, çamurlu yolları, işsiz erkek kahvehanelerini ezip geçecektir… Baskın olanın etkisinin değersizleştirme, tekinsizleştime yoluyla ortadan kaldırılamayacağı gerçeğinden hareketle, Safa’nın okurları üzerindeki etkisinin bilinç çarpıtması yönünde olacağını söylemek doğru olacaktır.

Edebi kriterlerin ideolojik intiharı..

Safa, ağırlıklı olarak eserlerinde, karakterlerinin iç seslerine kulak verip, psikolojik analiz “züppe” olarak nitelendirdiği bazı erkeklere fena takmış gözüküyor. Yemenin-içmenin, giyimin, “kadın tavlamanın” bütün inceliklerini bilen, bu erkeklerin karşısına Batı’nın ilmini kabul eden ama, onun yaşamına asla bulaşmayan erkeklerle de öcünü alıyor. Doğu-Batı kültürünün arasında kalan kadınlara bu ikinci erkekleri tercih ettirmesi boşuna değil. Safa’nın takıntılı öfkesine gelince, şöyle diyor Rene Girard: Arzulayan öznenin, tam da kendisini kemiren kötülüğe öfkelenmeyi yeğlemesi bir aksi tesadüf sayılamaz. Öfkeyle suçluluk arasında zorunlu bir ilişki vardır. Ve bu öfke de en keskin kavrayış yeteneğinden güç alır. Yalnızca züppe gerçekten tanır züppeyi, çünkü onun arzusunu yani varlığının özünü taklit ediyordur. Ve burada kopyayla özgün yapıt arasındaki farklılığı bulmak söz konusu değildir çünkü özgün yapıt yoktur. Züppenin dolayımlayıcısı da bir züppedir… (Rene Girard/Romantik Yalan ve Romansal Hakikat s. 74)

Şöyle bir soru geliyor akla: köşklerin, yalıların, apartmanların, ışıklı caddelerin, içkili danslı mekanların cazibesine karşı koyamamanın gerilimini Modernleşme ve Batıcılıkla özdeşleştiren Safa gibi Muhiddin de, kadına ve erkeğe buralardan uzak durmalarının sıkı tembihini yapmak yerine, aynı sorun karşısında bocalayan bireyi anlatsalardı ortaya nasıl bir tablo çıkardı? Safa ya da Muhuddin, bir Madam Bowary, bir Raskolnikov yaratabilirler miydi? Metinlerdeki karakterleri “Mutsuz Bilinç” (Hegel) ve arzu dolayımı gibi bireyin evrensel halleriyle buluştursalardı… Nurdan Gürbilek’in saptamasıyla, Bir romancı olarak anlatmaya başladığı krizi bir ideolog olarak çözen Peyami Safa bunu başaramaz. Tabii, Nezihe Muhiddin de… Dönemin edebiyatına düşen bir gölgedir bu.

Aynı gölge bugün, egemen siyasetin diliyle ete kemiğe bürünmüş olup, yaşamlarımızı da karşısına almış bulunuyor.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl