Ana Sayfa Kritik İLETİŞİM BİLİMLERİNİN TÜRKİYE’DEKİ KURUCUSU ÜNSAL OSKAY HOCA

İLETİŞİM BİLİMLERİNİN TÜRKİYE’DEKİ KURUCUSU ÜNSAL OSKAY HOCA

İLETİŞİM BİLİMLERİNİN TÜRKİYE’DEKİ KURUCUSU ÜNSAL OSKAY HOCA

12 Eylül 1980 faşist darbesi daha henüz olmamıştı. ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nden (uluslararası ilişkiler de dahil) yeni mezun olan biri olarak ne yapacağımı bilemiyordum.

SBF (Mülkiye) lisansüstü programına girerek askerlik tecili almak ve sonra karar vermek yapılan en yaygın ve akla uygun işti. O arada, hem AİTİA’da (Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi—şimdiki Gazi Üniversitesi) hem de Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksek Okulu’nda (GHİYO–şimdiki Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi) Onur Kumbaracıbaşı ve Aydın Güven Gürkan’ın ODTÜ mezunlarına asistanlık verdiğini de duymuştuk. İkisi de olabilir türden görünüyordu. İkisine de başvurdum. Ben ve sınıf arkadaşım Ümit Atabek (en son Yaşar Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı oldu), zorlu iki sınavı vererek hem SBF’de yüksek lisans programına (Siyaset Bilimi) kaydolduk hem de GHİYO’da asistanlığa başladık.

SBF’de derslere başladığımda Ünsal Oskay’ın; GHİYO’da asistanlığa başladığımda Barlas Tolan’ın kaderimi belirleyen iki hoca olacağını henüz bilmiyordum.

Barlas Tolan’a, Mehmet Gürkaynak’tan öğrendiğim sosyal psikoloji alanında asistanlık yapıyor; SBF’de de siyasal psikoloji ve basın yayın konularındaki derslere, özellikle Ünsal Oskay’ın derslerine önem veriyordum. Öyle ya bir gazetecilik okulunda sosyal psikoloji asistanıydım. Her iki durum da ODTÜ’de öğrenim gördüğüm alanlar ile ilgisiz görünüyordu. Ancak bu ilgisizliği Barlas Tolan’ın ve Ünsal Oskay’ın geniş açıları ve derin entelektüel birikimleri yok edecekti. Birden kendimi insan ve toplum olmanın incelenmesinin temel taşlarını ortaya koyan çok yoğun bir bilgi bombardımanı ortasında bulmuştum.

12 Eylül oldu. Partizanca militanlık yapan biri olarak siyasal literatüre hakimdim. ODTÜ ayrıca bana çok sağlam bir yöntem kazandırmıştı. Arif Payaslıoğlu, Mehmet Gürkaynak, Duygu Sezer, Selim İlkin, Çağlar Keyder ve Orhan Kurmuş bana neyi nasıl öğreneceğimi öğretmişlerdi. ODTÜ mezuniyeti sonrasında ise Barlas Tolan ve Ünsal Oskay bana ne zaman ve ne kadar, asıl önemlisi de neden öğrenmem gerektiğini öğrettiler.

O sıralarda, Ünsal Oskay’ın en ünlü akademik konusu Frankfurt Okulu idi. Doktora derslerinde Aytaç Buldam’ın Amerika’dan getirttiği Martin Jay’ın Frankfurt Okulu tarihini anlattığı Dialectical Imagination adlı kitabını Ünsal Hoca hemen bizlere önerdi ve bölüm bölüm okumamızı sağladı. Kendisi bu arada doçentlik tezi olan On dokuzuncu Yüzyıldan Günümüze Kitle İletişimin Kültürel İşlevleri üzerine çalışıyordu. Ben de arada ona bu iki konu üzerinde yardımlarda bulunuyordum. Karşılaştığım durum oldukça ilgimi çekmeye başlamıştı. Amerika’da lisansüstü çalışmalarında (1968) Wilbur Scramm’dan ders alan Ünsal Oskay, hem kültür konusuna pek de Adorno’nun kültür endüstrileri yaklaşımına sahip olmadan kitle iletişim araçlarının (doktora tezi TRT üzerineydi: Toplumsal Gelişmede Radyo ve Televizyon) “etkileri”ne edebi çerçevede eğiliyor (1981); hem yavaş yavaş Frankfurtçuluğa yelken açıyor, daha önce de C. Wright Mills’in bir anlamda Frankfurtçuluğa bir tür reddiye olan Sociological Imagination’ınını Türkçeye çevirmiş (1974) bulunuyordu. Bu arada iletişimin pozitivist yaklaşımlarını içeren çeviri derlemeler yayınlıyordu (Kitle Haberleşme Teorilerine Giriş,1985). İletişim ve siyaset ile ilgili neredeyse karşıt uçların bir bileşimini oluşturuyordu. Onu, çok eleştirdiği medya daha sonradan bu eklektik haliyle sevecek ve hiçbir eleştirel süzgeçten geçirmeden entelektüellerin sevgilisi yapacaktı.

Ünsal Hoca benim ilk akademik arkadaşımdı. Öğrencileri ile hiçbir mesafe koymadan ilgilenmesini ve en sert akademik sorunu bile hoş bir sohbete dönüştürmesini ve hiçbir tutarlılık aramaksızın oldukça tutarlı öngörülerde bulunmasını hep sevgi ve ibretle karşıladım. Bir iki yıl sonra, SBF’de doktoraya başladığımda ve Amerika’ya gitmeden önce, SBF-BYYO’daki asistanlığa geçtiğimde onun fazla dahli olmadı ama duyunca epey sevinmişti. Onun ilk asistanı oldum.

12 Eylül’ün ağır faşist yönetimi ve YÖK altında, ilk akademik biçimlenme yıllarımı kusursuz ve donanımlı olarak atlatmamın en büyük desteğini Ünsal Hoca vermişti. Bugünden geriye baktığımda, bende, özgür tartışmanın, bilimsel arayışın, öngörülü olmak zorunluluğunun tohumlarının tamamının onun tarafından atıldığını düşünürüm hep. Açıkçası, daha sonra George Gerbner’ın “yetiştirme kuramı” çerçevesinde yaptığım birçok analiz ve araştırmanın onun tarafından “yetiştirilmiş” olmanın sağlamlığı ile oluştuğunu duyumsarım hep.

Türkiye’de iletişim bilimlerinin kurucusu kim diye sorarlarsa, duraksamadan Ünsal Oskay derim. Bana Nermin Abadan Unat’ı önceye koymak gerektiğini söyleyecekler çıkabilir fakat ikisini de çok iyi tanıyan biri olarak Nermin Hoca’nın zemini hazırladığını Ünsal Hoca’nın da temelleri bu zemin üzerinde attığını söylerim. İletişim bilimlerinin Türkiye tarihini ve bu ülkede nasıl oluştuğunu bilmek isteyenlere de Oya Tokgöz’ün Bir İletişim Duayeninin Anıları’nı salık veririm.

Ünsal Hoca Beykent Üniversitesi’ne geçtiğinde, ben İstanbul Üniversitesi’ndeydim. Beykent Üniversitesi’nin kuruluş aşamalarında vakıf üniversitelerini eleştirenlerin içinde bulunuyordu. Çok dolaylı olarak vesile olduğum halde bu geçişine şaşırmıştım. Bir gün bana “Beykent Üniversitesi nasıldır?” diye sorduğunda, “…sağlamdır, kuruluşunda bulundum” dediğimde, “sen her şeyi yaparsın” demişti. Övmüş müydü, yermiş miydi, anlamamıştım. Sormaya da gerek duymamıştım. Çünkü biliyordum ki, o da her şeyi yapardı. Beykent Üniversitesi’nde oldukça başarılı ve ses getiren bir yöneticilik ve hocalık yaptı. Ancak bana Frankfurtçuları ve onların içinde en trajik öyküye sahip olan Walter Benjamin’i pek sevdirememişti. Fakat güzel, etkileyici ve eğlenceli bir biçimde öğretmişti.

Ünsal Hoca ile çok hoş anılarım var.

SBF’de doktora yeterlik jürime danışmanım olduğu halde geç kaldı. Yarım saat bekledikten sonra Jüri Başkanı Nermin Abadan Unat, kızgınlıkla, “nerede bu Ünsal, git getir onu” der demez, SBF’ye çok yakın olan Ankara-Ahmetler’deki evine Fakültenin bozuk kamyoneti ile gitmiştim. Kapıyı pijamasıyla açtı. Nermin Hanım’ın köpürdüğünü ve derhal gelmesi gerektiğini söyleyince, “bugün müydü senin jürin” dedi ve telaşa kapılarak tıraş bile olmadan apar topar Fakülteye geldik. Hayatımın en zor yedi saatini geçirdim sözlü sınavda.

Erol Mutlu, TRT-2’de yaptığı iletişim ile ilgili bir açıkoturum programına, Ünsal Oskay’ı, Nabi Avcı’yı ve beni çağırmıştı. Nabi Eskişehir’den biz İstanbul’dan Ankara’ya gidecektik. Havaalanında son dakikaya kadar bekledim. Gelen giden yok. Telefon da yok. Tek başına Ankara’ya gittim. Erol’a, “Ünsal Hoca uçağa yetişemedi” dedim. Erol biraz bozuldu. Nabi Avcı ise sevinmişti: “ne güzel bize konuşma fırsatı doğacak” demişti. Bol bol da Ünsal Hoca’nın yokluğundan istifade konuştu. Ünsal Hoca daha sonra Erol’u aramış ve tarihleri karıştırdığını söylemişti.

Doktora derslerinden birinde sınıfa o sırada askerlik yaptığından asteğmen üniforması ile giren Dışişleri’nden bir arkadaşımıza kafayı takmıştı. 12 Eylül’ün en ağır günleri. “Bu çocuk” diyordu “beni bir gün ihbar edecek”. “Yok hocam, iyi bir arkadaşımız, bizden sayılır, korkmayın” diyorduk. Bir gün beni köşeye çekti, “seni görevlendiriyorum, izle ve ne yaparsa bana bildir” dedi. Ben de başka bir seçenek olmadığımdan “peki” dedim. Her hafta rapor vermeye başladım. Her seferinde askerliğini Genel Kurmay’da yaptığından “Okuldan çıktı, Genel Kurmay’a gitti, ondan sonrasını izleyemedim” diyordum. “Bak işte” diyordu, “Genel Kurmay’da ne işi var, benimle ilgili bilgi veriyor.” Çok korkuyordu, çünkü 12 Mart faşist muhtıra döneminde bir çevirisinden dolayı 141-142’den dolayı hüküm giymiş ve 1974 affı ile kurtulmuştu.

Yazılarını daktilo ile saman kağıtlara yazar ve onları zamkla birbirine yapıştırarak rulo haline getirir ve daha sonra makasla belli paragraf ve cümleleri keserek yerlerini değiştirir veya atardı. Böylelikle aynı makaleyi düzelttikten sonra bir daha daktiloya çekmekten kurtulurdu. Bazen abartı gibi gelebilir ama yüzlerce metre rulolar üretirdi. Bugünün copy/paste düzeneğini analog olarak bulan kişiydi, diyebiliriz. Bir gün rulolardan birini bana verdi ve “işaretlediğim yerleri kesip işaretlediğim yerlere yapıştıracaksın” dedi. Ben de zor okunan yazısına sadık kalmaya çalışarak dediğini yaptım. Fakat çok sıkıldığımdan bazı yerleri acele ile yanlış yerlere yapıştırmıştım. BYYO’daki Fakülte matbaasında basılan okul dergisinin prova baskısı çıkınca, yaptığım yanlış yapıştırmalar ortaya çıktı fakat makale artık başka kopyası da olmadığından anlaşılmaz hale gelmişti. Makale yayınlanamadı. Ünsal Hoca hem telif ücretini kaybetmişti hem de belki de iletişimin ve siyasal ideolojinin temel kaynaklardan biri olabilecek bir makale yok olmuştu. Makale, Adorno’nun Kültür Endüstrisi ile Althusser’in Devletin İdeolojik Aygıtları kavramları üzerineydi.

Ünsal Hoca, Türkiye’de çok az rastlanır bir akademik yapıya sahipti. Bu az rastlanırlılık bugün de geçerli. İletişim bilimini kurduğu halde biliminden çok felsefesini yaptı. Açılımlar kazandırmak, sorgulamak, şaşırtmak ve şaşırmak onun yaptığı birçok edimin bazılarıdır. Ders anlatmayı sevdiği kadar da, ders anlatmayı sevdirten bir hocaydı. Onun öğrencisi olmak, sonradan arkadaşı ve dostu olmak, aynı fakültelerde ders vermek akademik hayatımın en güzel ve verimli yanlarıydı; hep öyle kalacak. Ünsal Hoca sadece bana değil Türkiye’nin tüm ilgili kişilerine sağlam bir bakış açısının ve eleştirel olmanın önemini öğreten bir hocaydı. Hocalığı benim için hâlâ sürüyor. 25.07.2022

Bu yazı, Beykent Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin “Ünsal Oskay’a Armağan” olarak yayınladığı Hakikat Ötesi Çağda İletişim (Editörler: Merve Çelik Varol ve Canan Eyigün) başlıklı kitapta yayınlandı. 23.12.2022

https://earsiv.beykent.edu.tr/xmlui/handle/20.500.12662/2005

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl