Salman bizim hafızamızdır! O, gurbete gidip ‘Sarı Mersedes’le dönen, köyden kente göçen ve kandırılan, köyde işbirlikçi maraba tutulan, bir rüyayı andıran ‘büyükşehir’de ekmek kavgasına tutuşmuş ‘Anadolu portresidir’

İnsanımız, belki her toprağın ve her suyun insanı da hayatın, sinemada sınanacağını; ‘gerçeklik’ sınavına pek yalın bir biçimde tabi tutulacağını düşünebilir. Bir bakıma sinema, ‘kurgulanmış bütünsellik’ olarak yaşanmış bütünselliğin turnusolü gibi algılanır. Sinema, insan (filmde karakter) hayatından kesitler (üzerinde çalışılmış kareler) kaydederken alıcının (kamera) yanı sıra bir diğer alıcı olan insanın (görüntüleri yorumlayan bir birim/bir zihinsel alıcı) gündüz düşlerine, karakter veya hikâye ile özdeşlik kurmasına; olaydan etkilenmesine ve hatta olaydan, karakterlerden bile daha fazla etkilenmesine önayak olur.
Bizim insanımız gerçek hayatta mazlumu, beyaz perdedeyse antikahramanı sever. Sevmeye yeni yeni başlamıştır yahut yeniden başlamıştır diyebiliriz. Anti kahramanların sempati toplaması, kahramanların sevilmesi ve ‘trend haline gelmesi’ kadar ideolojik olduğundan, onlar gibi belli dönemlerde ustaca planlanmış bir pazarlama stratejisinin konusu edilirler. Ülkemiz için söylersek Türkiye’de antikahramanlar V for Vandetta ve Fight Club’dan ziyade Joker’in işlendiği Batman filmleriyle yeniden mercek altına alındı. Bir diğer açıdan bu ‘Joker filmi’nin anti kahramanı, ‘counter strike’ oynayarak iyilik- kötülük algısını yitiren ve hiç felsefeye bulaşmadan ‘iyi olmak gerekir mi’yi soran kuşağa konu dâhilinde bilgi verip sevdirdi. Zaten Hollywood’da antikahramanlar genellikle geçmişi yaralı, bugünü sevimli ve ajitatif katiller arasından seçilir!

Hayatta (ileriye dönük) belirleyici olan yaş grupları, yetişmekte, tedrisattan geçmekte olanlardır. Bu gruplar toplumun, sinemanın, aslolarak ise hayatın yönünü tayin eder. Hayatın çarkı sermaye grupları ve onların görsel-işitsel saldırı taburları tarafından döndürülürken alıcı/nesne kuşaklar ‘çarkta nasıl ezilinir’in teorisini yapmakla meşguldür. Dahası bu ayak basılan zemini anlamlandırma kaygısı; onların, çalışıyorlarsa mesai saatleri dışında tek meşgaleleri, okuyorlarsa bilinçlerini ve kısmen gündüz düşlerini inşa edecekleri tuğladan malzemedir. Bu noktada, sözgelimi bir üniversite öğrencisi tuğlalara, ”ben nasıl eziliyorum, un ufak oluyorum böyle?”ye baktığında orada gündemi takip eden, reel isyanı ikame eden, somutlanmış olduğunu zannederken tam tersi git gide soyutlanan ve kendinden uzaklaşan antikahramanlar görür, Behzat Ç.’ler görür. Ancak o malzemenin yeterliliği ve dayanıklılığına dair fikir yürütmez, daha çok antikahraman albenisine odaklanır. Tuğlalar bittiğinde yapı paydos eder, inşa ise nihayete ermez. Üniversiteli genç böylece yarım yamalak, o da yanlış yamanmış, dikilmiş, kompartıman bilince, tekrar sökülmeye hayli müsait ve ‘tamamen sahibinden’ bir karşı duruş elde eder. Karşı duruşun/kontra poz’un, anti kahramanın bira içmesi, silah kullanması, olmayan tavşanını beslemesi gibi sözde eylemsel duruşlarından devşirilmesi ve ayrıca alt metinden serkeşlik yahut eylemsel ölçüde bağdaştırıldığı anarşizan tavır damıtılması olağandır. Olağandan öte değişmez kuraldır bile diyebiliriz. Yine bu bakımdan sinema, pozlamanın bir ‘nehre bırakılmış hali’ olarak ‘bir denize dökülmek gayesi’ ile hareket eder; katarsisi şart koşmaz. Hikâyenin bitmesi, Hollywood mantığıyla devam filmleri üretilmesi veya ‘sanatsal, düşünsel’ üçlemeler çekilmesi bağlayıcı ya da zorlayıcı değildir. ‘Son’ ibaresi her zaman yeterlidir.

Karakterin; kişi, doğa, binalara boğulmuş şehir seyriyle, pozun nehir yatağındaki seyriyle izleyici üzerinde poz çıkarma/ders çıkarma etkisine sahip oluşuna, vaaz yönünün görkemine kapılmamalı. Ve vaaz gücü, pusulayı hileli yönlendirmekte, bu unutulmamalı.
İnsanımız mantıklı düşünür fakat nedir ki duygusal davranır. Mantıklı düşünmekten faydacı ve ‘gelecekçi’ akıl yürütmeyi anlar. Gerçek hayatta mazlumu sevmesi keçinin abdurrahman olma sevdasıyla açıklanır. İnsanımız; kimseye kıyamayan, karınca incitmeyen, hırsı bekledikçe bozulmuş, arzusundan başka hırsı da tümüyle metalaşmış insanımız, bir merdiven gördü mü basamaklarını tırmanmaya güdülmüş haldedir bugün…
Fabrikada, atölyede kışkırtma temelli, mezhepsel, ulusal gerginliklere doğru ısıtılan bu rekabet; üniversitede çan eğrisi, ofisçi için ‘performans sanatçılığı’, reklamcı için adeta metayı sağıp ruh çağırma seansları bize mazlumu sevdiriyor. Mazlum, hakkını arayamayandan fazlasını tarif ediyor, bir deyimin sözsel şiddetinde, tabiri caizse vücut buluyor: “Ensesine vur lokmasını al.”
İnsanımız, bilhassa benim de üyesi olduğum genç kuşak bu türden bir dejenerasyonun temizlik unsurunu, bozulmuş doğası gereği televizyonda, sinemada, çeşitli tekerleme, ikame ve manipüle tip yayında arıyor. Çünkü farklı bir çözüm bilmiyor, mazlumu tanımıyor, mazlumu dilenci sanıyor! Kuşağımız, sınıfsal ve hoyrat bir çatışma sahasında mazlumu ötekileştirme erbabı kesiliyor.

Mazlum bize geldikten sonra… Bize gelişi bu valla!

Hakkını yemeyelim, bir Mazlum bilir bizim kuşak. “Bana Mazlum’u getirin”deki Mazlum’u, sinema sektörünün ölüme mahkûm ettiği Yadigâr Ejder’i bilir. Yıllar önce “Efes One Love Festivali” arifesinde bir ‘mazlum krizi’ patlak vermişti, hatırlayan çıkacaktır. Festival düzenleme komitesince planlanmış bir hizmet ile ‘Mazlum’ adı verilen köleler uygun fiyat karşılığında katılımcıların ayak işlerini yapacaktı. Bu işler arasında sahibin içkisini tazelemek ve ayaklarını mutluluktan değilse de çimenden kesmek gibi sırtta taşıyıp konser sahnesini görünür kılmak kabilinde görevler dahi vardı. Geç kalsak da girelim: Bunun önerilebildiği bir kuşağın İlyas Salman’ı anlaması mümkün müdür? Bu kuşak pop kültür abasına girerek ehlileşen yeraltına, Fight Club’a, Batman’ın karşısında Joker’e, Behzat Amir’e, kavrayamadığı sığ bir antikahramanlık biçerken ve ‘hayatını sıçarak kazananları’ göklere çıkarırken, ‘hayatını içerek reddedenlere’ tahammül göstermez. Bukowski’yi övüp talihsiz bir ‘siyasi konumlanış’ ve alkol problemi yüzünden Salman’ı dövmekten beter etmek biraz acımasız bir biçimde ifade edersek ikiyüzlülüktür. Şu bir gerçek ki İlyas Salman bu hayatı uyanık yaşayamanlar arasındadır. Uyanıklar Dünyası filminde Mehmet Ali Erbil’in oynadığı o rolden kazık yemiştir bir kere! İflah olmaz ve üstelik uyanık olmaktan kaçar.
İroni mi, rastlantı mı, doğaüstü mü? Ne derseniz deyin. Salman’ı filmlerde kazıklayanların çoğu zamanla saygınlık, şöhret, maddi kazanç kıstaslarının en az birinde zirveyi mutlaka görmüştür.
Oysa Salman yok sayılır ve sinema dünyasından bir uçurum kenarından itilircesine itilir. O isimlere bir bakalım. Şener Şen bugün büyük oyuncudur, Kemal Sunal denildi mi herkes ceketinin en az bir düğmesini ilikler. Mehmet Ali Erbil sallantılı hayatı ve ruhunu gösteri dünyasına satmış haliyle Uyanıklar Dünyası’nın devam filmini kendi hayatına uyarlamıştır; kiri ve pası kabul eder, çamur sıçratmayı sürdürür. Salman ise yalnızlığı sonuna dek yaşar, öyle yaşar ki siyasal bir bunalımla birlikte ‘Türk Solu’ adlı faşist çetenin kıyısına vurur. Kıyıya vurmuş bu beden siyasal bir intihar bedeninden çok acımasızca işlenmiş bir sektör cinayetinin perde arkasında aritmik bir kalp taşır. Salman, sanıyorum ki ‘aşırı antiemperyalizm’den ve kısmen de alkole dayalı ‘boşvermişlik’ten zehirlenmiştir. Fazla düşünüp delirmek ile fazla önemseyip boşvermek ne de olsa aynı kapıya çıkar. Salman’ın antikahramana dönüştüğü son yirmi beş yılda ‘birçok şeyi’ fazlasıyla önemsediğini ve teselliyi alkolde aradığını çıkarsayabiliyoruz. Salman oynadığı rollerin çizgisinden gidiyor. Bazen tebeşirle çekilen bir çizgiden yürüyemeyeceğini ve kırılmayan inadını tebessüm ederek düşünüyoruz. O bir kaybeden… İnatçı kaybedenlerin yazgısı antikahraman olmak değil midir? Antikahraman ya kaybeder ya kaybetmeyi göze alır. Ya derin yaraları vardır ya da yaralarını göstermekten gocunmayacağı kavgalara girer, çekinmez.
Gerçek hayatta antikahramanlar, o kavgaları yanlış ringlerde verebilir. En ufak hataya müsamaha gösterilmez, sindirilip suçlanırlar. Gerçek hayatta hafifletici sebep yalnız bir şartla aranır, eğer biletin kesilmeyecekse… Sözgelimi Nejat İşler gerçek hayatta bir ‘antikahraman’ antrenmanı olarak (Behzat Ç. dizisindeki rolünü antikahramana benzetebiliriz) yakışıklılıktan ve karizmadan kurtarmıştır. Salman’ın bu yönden şanslı olmadığını biliyoruz. Çirkin Kral Yılmaz Güney’in çirkin olmadığını, yalnızca esmer olduğunu ve siyasal bir kült yaratarak ‘kahramanlaştığını’ biliyoruz. Salman’ın kral olmadığını ayrıca siyaseten de ayakta duramadığının farkındayız. Yalpalasa bile ulusalcı bir limana yanaştığını ve oraya demirlediğini üzülerek görüyoruz. Bunlara rağmen onu sahiplenmek bir zorunluluk geliyor bana.

Hafıza-ı beşer elbet şaşar Salman!

Salman bizim hafızamızdır! O, gurbete gidip ‘Sarı Mercedes’le dönen, köyden kente göçen ve kandırılan, köyde işbirlikçi maraba tutulan, sırtında hep dünyayı ve dünya efendilerini taşıyan, muavinlikten zirveye/kendi minibüsünde şoförlüğe tırmanan, bir rüyayı andıran ‘büyükşehir’de ekmek kavgasına tutuşmuş ‘Anadolu portresidir’ ve elbette eksiktir. Bu portre, keriz avına çıkmış ‘Uyanıklar Dünyası’nda tamamlanır; yolunur, kuşa çevrilir. Üçüncü kişiler tarafından yazılan aşk mektupları sonrası umutlandığı o ‘mazlum’ rollerinde gerçek hayata taşıdığı antikahramanın çelişik gücünü alır. Bir yandan dolup bir yandan boşalır, iki yakası bir araya gelmez.
Behzat Ç. dizisinin bir bölümünde şu minvalde bir diyalog geçer. Bahri isimli tetikçi bir gecekonduyu basar. Kanunsuzların ayak işlerini yapan bir yoksul hedeftedir. Bahri adamın yaşlı annesini nezaketen başka bir odaya götürür ve geri dönünce dayar silahı hasmının başına. “En büyük hayalin ne” der. Adam bu soruyu “iskender yemek” diye cevaplar. Bahri ise “en büyük hayali iskender yemek olan adam zengin olmasın zaten” diyerek aşağılar yoksulu. Bu çarpık ifade düzenin bakışını özetler ve yine ancak düzenle açıklanabilir. Düzen kendi yarattığı soruna bir nevi imha temelli yaklaşmaktadır. Bu imha yadsıma yoluyla, kansız gerçekleşebilir. Her daim bir kurşuna ihtiyaç duyulmaz. Rollerinde en büyük hayali iskender yemek olan, bu açıdan Sarı Mercedes filminde “bakın ben kazandım” nispetinden fazla ve esas anlamda ‘Mercedes marka arabaya binmek’ son arzusunun gerçekleşmesi görülen Salman, düzenin yarattığı yoksullukla boğuşurken iskender yemenin en büyük hayale sığacağı bir naifliği giyinmektedir.

Kaybetmelerin en zoru: Kazandım derken kaybetmek

Giovanni Scagnamillo, Şener Şen kitabında Şen’in oyunculuğunu ele alırken coşku nöbetlerine değinmektedir. Şen, özellikle 80’lerde oynadığı filmlerde titreme şeklinde kendini gösteren bu nöbetlerden sıkça sergiler. Bu Şen oyunculuğunun tipik bir özelliğidir.[i] Bunu Kemal Sunal’da kötü adamlara attığı tokat ve ‘Öyleyim değil mi’ repliğiyle onaylanma çabası için söyleyebiliriz. Salman’da ise katıksız bir mahsunluk görürüz. Salman’ın oynadığı roller bu bağlamda Arabesk değil, olsa olsa Anadoluesk’tir. Bu ‘kaybeden kültür’ yansımaları bir tipik rol çentiğidir. Dolap Beygiri filminde ‘her devrin kaybedeni’ tepkisi, kaçakçılık gerekçesiyle basılan ambarda kazıklandığını anlaması ve hapishanede, ranzasında otururken çıldırdığı sahnelerle birbirinden ayrılır. Yine adı geçen filmde sevdiği kadınla bir yuva kurduğundan dolayı çalıştığı büroya hayli mutlu gelen Salman kovulduğunu öğrenir, şoka girer. Bunların ve başka birçok filmde oynadığı rollerin ortak noktası, tam belini doğrulttu derken ihanete uğramasıyla rüzgârın ve şemsiyenin ters dönmesidir. Dürüstlük şemsiyesi ters dönen Salman epey ıslanır, canlandırdığı roller dikiş tutturamaz, saf Anadolu insanının büyükşehir dümenleri karşısında yenilgisini vurgular. Sunal ve Zeki-Metin komedilerinden farklı olarak tepetaklak olur Salman’ın karakterleri ve ansızın, film boyunca geçinildiği sırtından vurulur, doğrulamaz, yıkılır gider. Adı geçen oyuncular film boyunca güldürürken sonunda öyle veya böyle kazanırlar. Fakat Salman’ın oynadığı rollerin özünde, garip bulundukça atılan kazıkların güldürüsü göze çarpar ve yenilen şamarların gürültüsü yükselir, çoğu zaman teselli ikramiyesi bile elde edilemez. İlyas Salman’ın sektörden kovuluşu yüreğinde yaralar açsa da bu ötelenme hali faydalanmayı bilene alternatif düzlemlerde üretim yapmak bağlamında bir nimet sayılır. Sektör, çatlak sesleri susturmaya, sarhoş seslere ceza kesmeye, mahallenin delisi ilan ederek sevimsizleştirip gözden düşürmeye oynar.

Bugünlere geldiğimizde İlyas Salman’ın adını ancak yabancı film Oscar adayı olan bir Gürcistan yapımı Simindis Kundzuli (Mısır Adası) filmiyle duyuyoruz. O kadar ötekileştirilmiş ki bizim mahallenin antikahramanı olmaktan çıkmış artık. Oysa aynı Salman, 2006 yılında bir partinin İstanbul Kartal’da düzlenediği 1 Mayıs mitingine arabasıyla sarhoş gelmiş ve bu uygunsuz davranışına trafik cezası kesilmişti! Gazeteler sarhoşluğu spota taşısa da gösterilen ilgi cılızdı. Zira o sene 1 Mayıs kutlaması o yıldan bugüne dek son kez çatışmasız, gerilimsiz geçmişti. Sarhoş ‘eski oyuncu’ gazetelerin sulandırmak zorunda kaldığı bir gündem de değildi. Zaten Salman’ın kusuru, hep huyu olduğu üzere yanlış zaman-yanlış yer denklemini kurarak antikahramanlık sergilemesiydi!

İşin doğrusu Salman, sol cenahtan da sorgusuz sualsiz atıldı fakat bu işte bir hinlik aramak, hiç yoksa çifte standardı görmek gerekir. Örneğin ulusalcılardan daha az siyasi günah işlemeyen liberallerin avantajı ‘uyanıklar dünyası’nda yaşamalarıdır. ‘Yetmez ama evetçiler’ için ‘nerden dönse kâr affı’ uygulanabilmektedir. Bu kampanyanın isim babası Hayko Bağdat, Gezi sürecinde, Taksim Meydanı’na dönük ilk polis müdalesinde Toma’ya tırmanıp anons bile yapabilmiştir. Gerekçesi hazırdır: “Anons yapmasam insanlar ezilecekti!” Ancak Salman, gerçekte ulusalcı dahi değildir. Bunu, aksi yönde deliler sabit görülmesine rağmen söylüyorum. O bir halkçıdır. Belki bu anlamda, sağdan ona en yakın kişi olarak bir narodnik (halkçı) olarak şiiri bıraktığını iddia eden ve 70’li yılların başında saf değiştirip geçtiği kesimde kabul gören, marjinal çıkışlarıyla tanınan şair İsmet Özel’i sayabiliriz. İsmet Özel Sivas katliamının ardından yazdığı çirkin köşe yazısına karşın ‘bilinir ve okunur’ bir şair olduğundan, edebiyat çevresiyle haşır neşir olduğundan fikirlerini ulaştırmakta, tartıştırmakta güçlük çekmez. Edebiyat ve sinema zaten tam burada ayrılmaz mı? Sinema, fikir yönlendirme merkezi ve ideoloji pompalama atölyesi oluşunun yanı sıra aynı zamanda bir ekmek kapısıdır, üstü çizilen kişi maddi kayba mahkûm edilir. Ekonomik durumun çetrefilleşmesi dışlanan ruhu ağırlaştırır.

Salman Salmanlığına devam ederken

İlyas Salman’ın sektörden kovuluşu yüreğinde yaralar açsa da bu ötelenme hali faydalanmayı bilene alternatif düzlemlerde üretim yapmak bağlamında bir nimet sayılır. Sektör, çatlak sesleri susturmaya, sarhoş seslere ceza kesmeye, mahallenin delisi ilan ederek sevimsizleştirip gözden düşürmeye oynar. Sinema tarihi boyunca birçok yönetmen ve oyuncu kuşkusuz bu acıları çekmiştir. Devrilen kadar ayakta kalan da olmuştur.
Sinema denilen mecra, ekonomik ilişkileri çerçevesinde ‘pazar’ dikensiz gül bahçesi vaat etmez kimseye ve bu dikenleri sevildiği sıra ele batırmaz, bir an bile olsa sorgulandığı takdirde silah namına kullanır. Bundan dolayı yaraların ölümcüllüğü yara alan sanatçının dirayetine bağlanır ister istemez.
Bu ‘antikahramanlar’ yanılsamalı dünyasında kara listeye alınan İlyas Salman kendine yeni bir ‘hikâye’ arayacak mı? Bekleyip göreceğiz.

Not: Bu yazıyı yazdığım sıra belirttiğim gibi İlyas Salman’ın Oscar adayı bir filmde oynadığı rol konuşuluyor, bu sessiz ‘kendini var etme’ çabası şaşkınlıkla karşılanıyordu. Yazıyı İlyas Salman’ın sürdüreceği hikâyeye merakla yaklaşarak bitirmiştim. O günden bugüne pek fazla kayda değer gelişme yaşanmadı. İlyas Salman ‘içip içip olay çıkarmasıyla’ haberlere konu edildi.

[i] Giovanni Scognamillo, Türk Sinemasında Şener Şen, s 44-5, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2005.