Ana Sayfa Litera İnsan Bırakınca Tabiat Ana Sahip Çıkar

İnsan Bırakınca Tabiat Ana Sahip Çıkar

İnsan Bırakınca Tabiat Ana Sahip Çıkar

 

İnsan bırakıp gidince, tabiat onun yerini hemen dolduruyor.

Zira tabiat boşluğu sevmez; feylesof Aristoteles böyle demişti:

Latincede Horror Vacui deniyordu buna, boşluk korkusuydu…

En büyük korkumuz uçuruma düşmek, bir çukura yuvarlanmaktır; düşmek en kötü duygu.

Bunu gençliğimizde bilemeyiz; gün gelir yaşımız bize bunu öğretir: İhtiyarlık da biraz düşmekten korkmak demektir.

Eski Yunancada Knephobia adı veriliyor; o da boşluktan ürkmek, takıntılı biçimde boşluğu hep kapatmak anlamında…

Boşluğu ve ıssızlığı o sebeple sevmiyoruz, içimizde bir Horror Vacui var; sızım sızım sızlıyor.

Biz insanlar, içimizdeki tabiatın sesine uyup o yüzden mi şehirleri dolduruyoruz, her yere bina dikip soluk alacak mesafe bırakmıyor, burun buruna ve sıkış tıkış, vıcık vıcık duruyor, şehrin vasıtalarında omuz omuza, sırt sırta yaşıyoruz.

Galiba salgın zamanlarında aramıza 2 metre mesafe konulması da bu yüzden içimize sinmedi; benimseyemedik. İlla birisi ötekisine dokunmalı, yakın olmalı, arada boşluk olmamalı… Fakat bunlar şehir ve uygarlık meseleleridir; ben şehirlerden uzağa çıktım, gittim ve şimdi tarlasında, arazinin ortasında terk edilmiş, fakat tabiatın kuşattığı iki modern icatla karşılaşıyorum.

Birisi bir traktördür, ötekisi motosiklet…

İki fotoğraf var elimizde, ikisi de Biga’nın köylük arazilerinde çekilmiş; sanat eseri değerindedir. Birinde Morris-Leyland marka, görebildiğimizce 17 KC 854 Çanakkale Vilayeti plakalı bir traktör ki, tarlasında işini terk etmiş, sürücüsünü yahut sahibini başından kovalamış, kendisini paslanmaya bırakmış, öylece tabiata geri dönmeyi bekliyor. Demir-çelik, döküm, alüminyum, bakır ve kromdan malzemelerini geri verecek tabiata; hemen çözülemez plastik alaşımlarını, merak buyurmayınız, tabiat bizim bilmediğimiz türlü türlü bitkileri ve otlarıyla sarıp sarmalayacak, uzun bir uykuya bırakıp orada yavaş yavaş sindirecek.

 

Ah, Tabiat Ana’nın onun için tasarladığı yok etme planını bir bilseydi, deposunu mazotla doldurur, haldır haldır çalışmaya devam ederdi; fakat bu nereye kadardır.

Bu terk edilmiş traktörün hikâyesini anlatmışlardı ama unuttum, galiba traktörü paylaşamayan köylü iki kardeş vardı, biri diğerine inatmış, İngiliz yapımı traktörü Tabiat Ana’ya emanet etmişlerdi. Köylülerin böyle inatları vardır; tabiatla çekişmeleri kendi tabiatlarında var çünkü…

Traktör, Tabiat Ana’nın onu kucaklayacağını bilmiyor, yakın zamanda otların, çalıların onu sarıp sarmalayacağından da habersiz; eğer tekerlekleri dönse, motoru çalışsa, yola çıksa ve geze geze giderken, başka bir tarlada terk edilmiş Jawa marka motosikleti gidip görse, başına gelecekleri bilecekti. Bir öteki görsel, yine bir ışık, gölge, eğer dikkatle bakarsanız işiteceğinize emin olduğum seslerden oluşan bir fotoğraf…*

Arka seledeki çift yanlı motosiklet çantası bile duruyor; kim bilir, zamanında neler taşıdı köye kasabadan.

Ekmek ve mektup mesela ve dahi kasaba pazarından alınmış nice şey…

Jawa motosikletin hikâyesini de anlattılardı, unuttum ve hem hatırlasam ne olacak ki!
Benim bildiğim, 1960-70 arasında Bulgaristan göçmenleri getirdi bu Jawa motosikletleri…

Çekoslovak malıdır, katır gibi bana mısın demez, çayır bayır tırmanır motorlardı. O vakitler Bulgaristan’da epeyi yaygındı bunlar… Göçmen Türkler gelirken kıyamadılar motosikletlerine, beraberinde getirdiler, sonradan İstanbul’da genel bayisi de açıldı; fakat bu başka bir hikâyedir, biz lafımızın istikametini bozmayalım.

Şimdi motorun benzin deposunu örten muşambası biraz açıkta kalmış, tabiat onu da içine çekiyor, hazmediyor, sindiriyor, orada birkaç yüzyıl geçince paslı bir yığın geriye kalacak.

Ben bu fotoğraflara bakarak türlü masallar, hikâyeler, akla ve hayale sığmaz rüyalar kurarken, sonra beni bir merak almaz mı, alır tabii… Baktım ki, tabiatın kendi içine çektiği, insanın dokunuşundan, ellemesinden, üstüne binmesinden, tamir edip orasını burasını boyayıp yine motorlarını ufuklara sürmesinden fırsat buldukça ufalaya ufalaya yok etmeye can attığı ne çok şey varmış, meğer…

Tropikal ormanlarda artık kullanılmayan bir tren yolu ve vagonları gördüm.

   

Çekip kurtarmaya değmez, kıyıya vurmuş, yan gelip yatmış, çabalama kaptan ben gidemem diyen bir gemi batığı…

Eskiden bir alışveriş merkezinin yürüyen merdivenleriymiş ama şehir terk edildiğinden orayı da orman, çalı çırpı, çiçek böcek basmış…
Bir araba mezarlığı; biraz daha zaman geçerse toprak üstünü kapatacak, bir küçük höyük olacak üzerinde…
Tabiat böyledir nitekim, kendi kendine de geçinemez bazen, kara denize kafa tutar, deniz havaya söylenir, hava suya diklenir, sonra hep birlikte gökyüzünün gizemli parlaklığı yıldızlarına lakırdı ederler, bunlar da yetmezse ve tabiatın bu evlatları, denizi, havası ve suyu, hiçbiri birbiriyle yetinemezse, içlerindeki efelenmeye doyamazlarsa tutar insana çatar, onu uslandırmaya, ıslah etmeye çalışır. İnsan dediğin nedir ki, ufacık minicik, bir varmış bir yokmuş, ele avuca sığmaz bir tuhaf şey…

O yüzden, diyeceğim şuncacık şey, siz siz olun tabiatın bağrına motosikletinizi, traktörünüzü bırakmayın. Ben, eskiden çok şeyimi böyle bıraktım, bir daha bulamadım.

Sonra bendeniz gibi, mesela Biga’nın Mahmudiye Köyündeki Çerkes Mehmet Efendi’nin taş evinde, evin kuzey tarafındaki duvarına adınızı çocukken çiviyle kazıyıp yazdım diye yıllar sonra gider, eliniz boş dönersiniz.

Tabiat Ana onu da halletmiştir…

 

  • Alaattin Akçal’ın objektifinden bize ulaşan motosiklet ve Murat Buran’ın objektifinden traktör görselleri

Yazının kaynağı: https://bigakoyhaberleri.com/2020/09/24/yazar-mahmut-senoldan-jawa-ve-morris-leyland-hikayesi-bigadan/

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl