Ana Sayfa Litera İstanbul’da Kafka’ya rastlamak

İstanbul’da Kafka’ya rastlamak

İstanbul’da Kafka’ya rastlamak

Prag’ta yarı erimiş karla kaplı yollardan ağır ağır evine dönen adamın sessiz sessiz ağladığı, ancak son seferlerini yapan, gürültülü banliyö trenleri demir köprüden geçtikten sonra anlaşılabiliyordu.

İfritleri ayaklanırdı böyle zamanlarda.

Kimisi sonsuza uyumasını, kimisi de sabahlara kadar kendiyle boğuşup bitap düşmesini istiyordu.

Karanlık duygular, dünyaya dair en habis şeylerin maskelerini takmışlardı yüzlerine. Bir türlü dünyanın altın renkleriyle pullanmamıştı Kafka’nın fikirleri.

Kalpleri, kırılgan kristalden bir vazoyu andıran duyarlı ruhlar için dünya yaşanılması zor bir yer olmuştu.

Bir sırça fanus ki, içinde ölü bir kelebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür çünkü.

O vazo bir kez kırılmayagörsün, Milena’nın şefkati bile onarmaya yetmiyordu.

Ruhunu, Milena ile kartal yuvasından da yükseğe bir göğe kanatlandı zannederken, dünyanın gri çatılarına sürtmüşlerdi kanatlarını.

Dünya denen ummanda ruhu korumasız bir gemiydi Kafka’nın. Üstelik o gemiye saldırıda bulunan o kadar çok Japon intihar kamikazesi vardı ki.

Üstelik, başucuna bir bardak süt bırakan bir anne şefkati olmamıştı çocukluğunda. Anne Julie Kafka, babasının, ruhunda açtığı sevgisizlikten oluşan kocaman çukuru dolduramayacak kadar, ürkek ve çekingen bir kişiliğe sahipti.

İçinde mat ve ağrılı bir oyuk oluşmuş, oraya sanki gök kubbenin enkazını doldurmuşlardı.

Zihni, bilinmeyen cevapların üzerine mühürlenmişti Kafka’nın. Bir iç daha vardı içinde dünyadan uzak. Derinde, patetik başka bir benlikti bu. Uzaktı dünyaya ve uzak olduğu kadar beklentisiz. İşte o benliğe acıyordu Kafka ve rivayet odur ki, acıma duygusu yorardı kalbi zamanla.

Kendiyle dünya arasına, ruhu ile babası arasına bir duvar çekmişti.

Kafka, “böcekleşme” yoluyla kahramanına, oğullara babalardan intikal eden öğütler zincirini kırma olanağı bağışladı.

Tanrı da, böylelikle, babalığın son kalıntılarından da arındırılmış oluyordu. 

Babasına duyduğu öfke, dramatik bir hesaplaşma boyutları kazanmıştı.

Bu öfke, aynı zamanda, kendi dünyasına başı dik olarak gitmenin bir aracıydı da.  

Hesaplaşma, onun, gerçek ve sahte sorunuyla, baba’yla, sevgisizlikle ve yalnızlıkla, özgürlük ve oligarşi sorunuyla, kendimizi içine kapattığımız iç kafeslerle ve dışarıdaki hapishanelerle ne denli boğuştuğunun göstergesi olarak ön plana çıktı.

Dava’da verilmek istenen ileti, aslında herkesin, beraberinde taşıdığı bir parmaklığın ardında yaşadığı fikri değil miydi sanki.

Kafka’nın hesaplaştığı şey, aslında eril ideoloji ve faşist patriyarkaydı.

Bürokratik oligarşinin labirentleri ataerkil tanrıların uyukladığı bir yerdi. Tanrılar orada her şeye karar verip, ulaşılmazlıklarıyla ruhumuza şiddet uyguluyorlardı.

Egemenin demirden de sert yasası uyarınca inşa edilmiş bürokratik oligarşinin köhne patriyarkal narsisizmi, kendinden farklı olan herhangi bir şeyle, yalnızca bir ters ayna ilişkisi kurulmasına müsamaha ediyordu.

Kafka’nın yapıtlarında, başka başka şekillerde yer alan, kendisine yaklaşılamayan ezici baba figürü, yargılandığımız ‘Dava’larda kâh yasa koyucu olarak erkin muadili, kâh bir parçalanmışlığın ifadesi olarak karşımıza çıkar.

Parçalanmışlık’ duygusu, erken kapitalist çağ ve I. Dünya Savaşı arasına sıkışmış olanın uğradığı kişilik bölünmesinin ifadesiydi biraz da. 

Babaya Mektup’ta Kafka babasını bir heykel gibi paramparça görür; tıpkı o heykel gibi ‘taş gibi soğuk’ ve ‘yıkık’.

Babaya Mektup’u öyle tahrip edici bir hüzünle yüklüdür ki, yalnız yazanı değil, okuyucuyu da sarsar. Öyle ki, oradaki vedaya katlanmak çok acıtıcıdır.

Kafka, edebiyatı, kendi travmasıyla yüzleşme alanı olarak kullandı. 

Kendini ‘hiç’in içine atarak var olmaya çalıştı. Varlığının anlamını sorgularken kendini ‘hiç’likte buluyordu. Varoluş manifestosu, giderek şiddetlenip, gönül yaraları ve ateş, verem ve yalnızlık Baba ve sevgisizlik gibi imgelerle sarmalandı.

Metamorfoz’u (Dönüşüm) ‘giz dökümcü’ (confessional) izlekler taşır. Orada ifşa edilmek istenen şey, varlığın hiçlikten bir kaçış hattı yakalama arzusudur.

Öyle ki, varlık, bir böceğe dönüşse bile bir gün öyle ansızın, dünya gevşek bir davul gibi anlamsızca vurmaya devam edecekti. Ölümcül ritmi, varlığı gerçek hayata yabancılaştırmayı umarsızca sürdürecekti.

Vereme yakalanmasına sebep olan o karanlık duyguların tohumu, Kafka henüz genç iken yeşermeye başlamıştı.

Ancak, birikmiş bu habis enerjilere rağmen Kafka’da jilet, bileklerden taşan kan, boş ilaç kutuları gözlenmez.

Edebiyatın kafkaesk kahramanları, dünyanın tininin içine gizli olan kuruntuyu, kör tutkuyu, ruhundaki körlüğü ve adaletsizliği, zamanın fâni karanlık ufkunu ve tam da bu ufkun içindeki abartılı mitleri idrak etmiş kişilerdi.

Bu yüzden, sürü insanına ait bir ressentimentle kendilerini zehirlemek yerine, geri çekilmeyi yeğlerler. Buradaki “geri çekilme”, asla bir münzevi nevrozu değildir.

Zamanın ruhunun sahtelikleri ve masalsı yüzeyselliği onları uzlaşılmaz kılmıştır.

Kullanım değerinin yerini mübadele değerinin aldığı, insanlar arası ilişkileri yönlendiren bütün insani değerlerin paraya tahvil edildiği kapitalist üretim ve pazar koşullarında, anlamlı ve sahici ilişkiler kurmak giderek zorlaşıyor.

Zira, insanın, sosyolojik evriminde kaybettiği ontolojik saflığına yeniden kavuşması oldukça zor görünüyor.

Gregor Samsa’nın bir böcek olarak yaşadığı odası, maskelerine ihtiyaç duymadığı bir mahrem topografyası olarak öne çıkar.

Modern toplum, içinde bolca Josef K. kampları barındırıyor. Hepimiz potansiyel olarak aslında birer Josef K.’yız. Farkındalığın suç olduğu bir yerde, her birimiz dünya hapishanesinde potansiyel mahpus, bir mahkeme salonunda, yargıç, tanık veya sanık konumundayız.

Ve kapitalist ahlâkın yoldan çıkardığı yargıçlardan, adil kararlar dileniyoruz.

Josef K.’de her şeyden önce bir kurban görürüz. Josef K. “köpek gibi” bıçaklanır. Her iki tarafı keskinleştirilmiş uzun, ince bir kasap bıçağı kalbinin derinliklerine itilir ve orada iki kez döndürülür.

Josef K’nın çağcıl muadili, faşizan keyfi yargılamalar ve kanunsuz mahkemelerde savrulan tipolojidir. İşlemediği bir suç yüzünden hüküm giymiş, iktidar, yasa ve devlet üçgeninin totaliter yapısının kurbanı olmuş kişidir.

Dava’da da mahkeme salonu, gerçeklik ve anlamın absürt ile tahrip edildiği bir yer olarak karşımıza çıkıyor. Ancak, görünüşte açık olan kapısından içeri girmek neredeyse olanaksızdır.

Kapıyı herkes için açık bırakmak, ama kimseyi içeri almamak ilkesidir söz konusu olan.

Bu açıdan “Dava” Türkiye özelinde bitmemiş bir romandır aslında.

Türkiye toplumu, ne yazık ki yalanın ve talanın her dokusuna sızdığı, doğanın rant için tahrip edildiği, özellikle kadınlara ve çocuklara güvenli bir yaşam olanağının sunulamadığı kapitalist bir distopya ve büyük bir mahkeme salonu haline geldi.

Bazıları, hayatı anlamak için değil de daha iyi hissetmek için gerçekliği ve hakikati estetize edip tahrip ediyorlar.

Kafkaesk atmosfer, gerçekliğin bozulmuş hali olarak her sokakta önüme çıkıyor. Dizilerle, abartılı kedi köpek sevgisiyle, yaşam koçu seanslarıyla, sağlıklı beslenme, tüketim çılgınlığı ve cinselliğin acımasızca sömürüsü vb. gibi şeylerle onarılmaya çalışılan bir gerçeklik.

Onarılsa bile neye yarar, böyle gerçeklik sahtedir çünkü ve sürdürülebilir değildir.

Yanlış ve sahtelik içinde doğru bir hayat yaşanılamayacağı saptamasını yapan Adorno’nun vurgu yaptığı sahtelik aslında kapitalist kültürün sahteliğidir.

Josef K’nın gerçeklikle sağlam bağlar kurmaya yönelik çabası da, kayayı zirveye defalarca taşıyan Sisyphos’unkiyle kıyaslanabilecek kadar, erk eliyle dumura uğratılan, sonuçsuz bir çabaydı.

Realite ile birey arasına gerili ipin, absürt aracılığıyla kopması kaçınılmazdı.

İnsanlık eski tanrıları yenileriyle ikame ediyor. Şimdilerde, Homo economicus’un tanrıları, onun olmayan vicdanına sonsuz alibiler sunuyorlar.

Ancak, kapitalizmin tanrısı, sadece kendi çocuklarına ayrıcalık gösterip, onlara merhamet ediyor.

Kapitalist üst akıl, varoluş boğuntusuna karşı etçil-tensel doyumda esenlik arayan bireyi, eşyaya boğarak, onun bir aydınlanma yaşamasını engelliyor.

Yarattığımız dinler, para, kapitalizm ve mitler sayesinde büyük ölçekli iş birlikleri oluşturuyoruz. Hayatın harala gürelesinde silikleşen zihinler için, efsunlu bir şeydir bu.

İnsan, yaşama atfedilen herhangi bir anlamın sadece sanrıdan ibaret olduğunu unutup, bu mitlerle distopik bir dünyayı yönettiğini düşünüyor.

Hasbelkader İstanbul’dayım. Bu şehirde ne çok Josef K.’ya ne mutsuz insana rastladım; çok minik bir sıyrığı andıran tek bir küçük haksızlıkta bile sürekli kan kaybeden güçsüz inanlara.

Kafka’nın anti kahramanları da mutsuz tiplerdi ve “yalnızlık çağı uygarlığının” karanlık kişilikleri olarak karşımıza çıktılar. 

Sabahın altısında otobüs durağında bekleyen insan siluetleri görüyorum. Gecenin kör karanlığında, ağır sırt çantaları gereksiz anlatı ve masallarla dolu öğrenciler, eğitim dedikleri saçmalık için uykularının en tatlı yerinde kalkıp hayata ve tüm geleceklerine mutsuz ve umutsuz başlıyorlar.

İnsanlar sadece bir simit ve bir çay alınabilen asgari ücreti alabilmek ve at yarışı gibi, o sınavdan bu sınava koşturmak için bir “hayat panayırında” atlıkarıncaya biniyorlar. O atlıkarınca, hızla akıp giden karanlık nehri boydan boya geçerken alabora olup onları “kıyısız” bir yere bırakıyor.

Günün ilerleyen saatlerinde yüzü belirginleşen Milli Piyangocu amca, az sonra okunan sabah ezanı eşliğinde vapur düdükleri; bunların hepsi, sağlam bir zincir gibi birbirine eklemlenen gündelik hayat fragmanlarını oluşturuyor.

Buraya taşındığımdan beri sabahın karanlığında çöp kamyonunun gürültüsü rutin bir hal almaya başladı. Küçükken annem kahvaltımıza koymak için sabahları koştura koştura ekmek alırdı. Aldığı ekmekler sıcacık ve leziz olurdu. Sıcak ekmeğin kalbine “Sana” yağını sürerken, “bu fırıncılar, bu çöpçüler hiç uyumaz mı?” diye düşünürdüm.

Ben de erkenden yola çıkıyorum. Sabah karanlığı virüsün güçlü olduğu bir yolculuktur. “Bir tökezleyecek olursam, başladığım her şey yarım kalacak.” diyorum kendi kendime.

Şehir, sakinlerine, kendi tiranları olmayı öğretmeyi başarmış görünüyor. Turizm ve ekonomi çökmüş, insanların neredeyse üçte biri yoksulluk sınırının altında yaşıyor ve rejim her zamankinden daha baskıcı.

Hem virüsün ciğerlerde yarattığı tahribat hem de “Virokrasi” yüzünden insanlar nefessiz.

Gerçi toplumun DNA’sı, gelmiş geçmiş sosyal hastalıklardan kalan milyonlarca virüs enkazı içeriyor.

Çocuk doktorları vardır ya hani, aşı yaparken batırdığı iğneyi hissetmezsiniz. Sistem, hissettirmeden, bir çocuk doktoru özeniyle, iğneyi Josef K’ların ruhuna batırmayı sürdürüyor.

Bindiğim dolmuşta konuşup sohbet eden tek bir Allah’ın kulu yok. Yolcunun biri, buhardan dışarısının görünmediği pencerenin soğuğuna kafasını dayamış, uyumaya çalışıyor.

Dolmuşun buğulu camından bazı evlerin çürümüş pencere çerçevelerini seçiyorum. Doğal gaz faturası yatmadığı için ısınma sorunu yaşayan, çatısı sızdıran, duvarları nemli, muhtemelen yüzeyleri yıpranmış mobilyaları olan, dışarıya kadın ve çocuk çığlıklarının taştığı evlere bu şehirde “yuva” deniyor!

Adamın biri karısına soruyor: “Kızımıza doğum gününde ne alacaksın?” Kadın, “Barbi bebek” diye yanıtlıyor. “Plastik ve sarışın. Sorunlu bir kadın imajının simgesi. Kız çocuklarının odasında önyargılı kuklacılık için talimatlar.” diyorum kendi kendime. Adam başını çevirip, “Bir şey mi vardı kardeşim?” diye soruyor.

Kafamdaki bu düşüncelerin uğultusuyla “Kafka, İstanbul’un her yerinde evindedir. Bir katharsisin gerçekleşmesi için, insanlığın, mutlaka bir böcekleşme evresinden geçmesi gerekiyor.” diye mırıldanıyorum. Başka bir yolcu, “Ne var lan, sen bana katır falan, böcek mi diyon” diye bağırıyor yüzüme.

Yok abi, estağfurullah” diyorum. Anlamıyor meramımı, “Çattık sabah, sabah” deyip tövbe çekiyor.

Ukalaca yorumlar yapmaktan kendimi tutamıyorum. Dayak yemeden bu dolmuştan inmek nasip olacak mı acaba?

Kazasız belasız iniyorum dolmuştan.

İnsanlar, Josef K. gibi, sonsuzca dallanıp budaklanan sosyal bir komplonun labirentlerinde kaybolmuş izlenimi veriyorlar.

Josef K’nın adımını attığı yerde zemin hiç sağlam değildir. O, insanı taşımaz; onun yanında olunduğunda, insanı hiçbir şey taşıyamaz.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl