Ana Sayfa Manşet ISTVÁN SZABÓ: TEREDDÜT, ARAYIŞ VE YÜZLEŞME

ISTVÁN SZABÓ: TEREDDÜT, ARAYIŞ VE YÜZLEŞME

ISTVÁN SZABÓ: TEREDDÜT, ARAYIŞ VE YÜZLEŞME

Hatıralarını kaybedemezsin. Onlar canını hep acıtacak.”


István Szabó’nun bir söyleşinden

1981 tarihli Mephisto filmini ilk izleyişimi dün gibi hatırlarım: 1988 yılında Adapazarı Atatürk Lisesi’nde son sınıfta okuyordum. Sakarya’da, film festivali düzenlenmişti. Sadece beş film gelmişti. Bunlardan biri, Mephisto diğerleri; Dünyayı Sarsan 10 Gün [Sergei EisensteinGrigori Alexandrov, 1928], Amarcord, [Federico Fellini, 1973] Sıradan Faşizm [Mikhail Romm, 1965], Gel ve Gör [Elem Klimov, 1985]. Her biri kendi kulvarının birer kilometre taşları olan filmlerdi. Sarsıla sarsıla izledim.

István Szabó’nun, Mephisto’sunun, duygu dünyam üzerinde yarattığı o sarsıcı etkiyi hiç unutamadım. O etki, uzun yıllardır sürüyor. Nedeni kısaca şöyle açıklayabilirim: Politik filmlerin -evet sadece Mephisto değil bence bütün filmler politik bir filmdir- neredeyse tamamına yakınında belli bir bakışın ‘ifade’si vardır. O ifade, tamamen kendisini bağlı bulduğu politik angajman çizgisinin üzerinden kendini anlatmaya/açıklamaya dahası okutmaya çalışır. Bu tür yöntemlerle yapılan filmlerin, Umberto Eco’nun deyimiyle, “kendi kendini üretmesiyle ‘açık bir yapıta’ dönüşeme hali vardır.” Szabó’yu, özel yapan konumlardan biri yine Eco’nun ifadesiyle, ‘temel anlam’la boğuşmasıdır. Hiç şüphesiz o ‘temel kavram’ üzerinden ele aldığı konunun, izini derinleştirmek. O derinlik, Szabó’ya sinema tarihi özelinde, aynılığın içerisinde ‘farklılaşma’ tercihini sundu. İşte bu farklılaşma, O’nu yaratıcı bir yönetmen [auteur] yaptı.

Aynılığın içerisinde ‘farklılaşan’ senarist/yönetmenin en büyük problemiyse, tedirginliktir.* Konjonktürün her an değişebileceği kozmopolit coğrafya [ki bu 2. ve 3. dünya ülkelerine özgü bir durumdur] yaşamanın öngörülemeyen sonuçları vardır. Bu da çoğu zaman neden ve sonuç ilişkisi göz önüne alındığında [sinema ve edebiyat alanında] ortaya çıkan eserin zamanın içinde zamana yenilmesiyle sonuçlanır. Sanatçının ölümü de burada başlar! İşte tam da bu nokta da Szabó’yu eşsiz ve biricik olmasının nedeni de bu: Öngörülerinin güçlülüğü, filmlerinin yaşadığı çağa tanıklık etmesi, zamanın sınavından geçmesi ve zamana yenilmemesi. Kısacası gerçekliğin üretime ‘gerçek’çi bir katkı sunmasıdır.

Tedirginlik’ demiştim az önce bu kavramı biraz açmakta yarar var. Bu filmin kendisine dair bir durum değildir. Bu tamamen filmin tasarımına ilişkin bir olgudur. Bu bütün yaratıcı yönetmenlerin dünyasında sürekli kanayan bir yara ve bir olgudur. Mephisto filmindeki Hendrik Hoefgen’i düşünün sizce sadece o filmin oyuncusunun [Klaus Maria Brandauer] ‘ruh hali’ sadece o oyuncuya ait bir ‘tedirginlik’ midir? Tabii ki değil. O ‘ruh hali’, Szabó’nun hücrelerine kadar sinmiş bir ‘kaygı’nın, dahası büyük bir tereddüdün ‘ifadesi’dir. Ve o ‘ifade’ de Hendrik Hoefgen özelinde insan ruhunun coğrafyasını, filmin özelindeyse bir ülkenin içenden geçtiği ‘tedirginliği’ keşfederiz: Korku, heyecan, mutluluk, acı, keder…

Yine ‘tereddüt’ kavramı üzerinden yürüyelim; Szabó filmleri, -yapısal olarak ana hatlarıyla- ideolojik bir temsilde bulunmaz. Kendisi, o temsili bir fon olarak kullanıp, anlatmak istediği ‘ifade’nin peşindedir. Bu da O’nu Szabó sineması ekseninde en nihayetinde- ‘tereddüt’ten ‘arayış’a götürür. İşte arayış, yüzleşmeyle son bulur. Bu noktadan sonra ‘özne’nin parçalanmasına tanıklık ederiz. Bu parçalanmanın sonucunda Szabó, sinema tarihinde ‘özel’ bir yer etmiş bütün yaratıcı yönetmenler gibi yanıt aramaz, yaşadığı hayata yakıcı ve yıkıcı soru[lar] sorar.

Faşizmin Yıkıcı Etkisi

Sinema, büyük bir tasarımdır. Bu tasarımın birçok bileşeni vardır. Oyuncu, müzik, ses, renk, ışık, kurgu vs. vs. bütün bu bileşenler sinemanın önemli enstrümanlarıdır. Bu enstrümanlar, ‘ana yapı’ya, kısaca filmin omurgasına hizmet ederler.

Mephisto’da, Hendrik Hoefgen, büyük kitleleri coşkuyla tiyatro salonuna çeken temsillerde rol almakta ve büyük başarılar elde eden bir aktördür. Nazilerin iktidara gelişiyle, birçok arkadaşını kaybeder. Ama o kariyeri için başlangıçta Nazilerden yana tavır alır. Onlarla iyi geçinir. Bir süre sonra, onuruyla oynandığını fark eder. Yine ses çıkarmaz ama kırılmaya başlamıştır. Zaman geçtikçe baskı daha da arttığında, Hoefgen’in kendisine projektörler yönelir. Faşizmin fırtınasından o da diğer arkadaşları gibi sağ çıkamayacaktır. İşte o zaman; “Ama sadece ben bir oyuncuyum” der. Szabó burada, Faşizm kitle ruhunun, birey üzerindeki yıkıcı etkisini açıkça tartışmaya açar. Bu tartışma ekseninde, izleyicisini değişim/dönüşümün noktasından sanat-politika/hayat-bireysellik üzerine tartışmaya çağırır. Evet; Mephisto filmi, biz izleyicilere bunu bağıra bağıra söylemeye çalışır. Anlayana! [Anlamayanlar, filmi izler geçer. Muhatabım onlar değil.]

Szabó, Macaristan topraklarından çıkmış Faşizmin yıkıcı etkisine maruz kalmış [Orta Avrupa ülkelerinin birçoğunda olduğu gibi] kendi kuşağının ruh halini anlatma/aktarma da temiz çıkmış, yaşadığı çağa tanıklık etmiş nadide yaratıcı senarist-yönetmenlerden biridir. En büyük başarısı da yaşadığı çağın vicdanına tanıklık etmesidir.

Hendrik Hoefgen’le Karşılaşmak. Ya Da Klaus Maria Brandauer’la Kişisel Bir Hatıra

29. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde filmim Melekler ve Kumarbazlar, festivalin programında yer alıyordu. 4,5 yıllık bir sürecin sonunda filminin yolculuğuna tanıklık ediyordum. Bir akşamüstü evimde telefonum çaldığında, festival görevlisi Klaus Maria Brandauer’un, “İstanbul Film Festivali’nde olduğunu ve kendisine, ‘Yaşam Boyu Başarı Ödülü’ verileceğini” söyledikten sonra “kendileri sizin filminizi izlemişler. Sizinle tanışmak istiyorlar” dediğinde donup kalmıştım. Bir süre suskunluktan sonra bunun bir şaka olabileceğini düşündüm. Kendi kendime, “Olsun şakası bile güzel olur” dedikten sonra toparlanıp, “Saat kaçta? Nereye gelmemi isterler” dedikten sonra. Yanıt: “Biz, sizi ararız” oldu. Telefonumu kapattım. “Heyecanlanma, bu bir şakaydı” dedim kendime. On, on beş dakika sonra tekrar telefonum çaldığında, yer ve saat söylendi. Elim ayağıma dolaştı birden. Evimden nasıl çıktım? Gittiğim yol nasıl bir yerdi? Verdikleri adrese nasıl ulaştım tam olarak bilmiyorum. Yolda, “keşke yaşasaydı Marcello Mastrioianni’yle de tanışmak isterdim” dedim kendi kendime. Sonra Bruno Ganz’la tanışmak isteyebileceğimi düşündüm. Verdikleri adrese gelmiştim. Yanıma gelen festival görevlisi beni rüyamdan uyandırdı: “Ertekin Akpınar siz misiniz?”“Evet, ta kendisi” dedim. Eşlik etti ve koltukta oturan Mephisto’nun harikulade oyuncusu Hendrik Hoefgen yani Klaus Maria Brandauer oradaydı. Elimi uzattım. Ayaktaydı, Bay Bradauer. Tokalaştıktan sonra eliyle karşısındaki koltuğu gösterdi. Çevirmen hanımefendi de yanımızdaki koltuğa oturdu. Dayanamayıp hemen sordum: “Filmimi gerçekten izlediniz mi?” Büyük bir soğukkanlılıkla, “İzlemeseydim sizinle tanışabilmem mümkün olabilir miydi sizce?” dedi. Filmim, Melekler ve Kumarbazlar’ın dünyasından konuştuk. Filmi DVD’den odasında izlediğini ve filmimin dünyasını çok sevdiğini ama filmin gerçek bir hikâye olduğu konusunda endişeleri olduğunu söyledi. 180 saat ses kayıtlarından, 6-7 bin sayfa yazılmış raporlardan, hayatta yaşayan kahramanlarından bahsedince oturduğu yerden tekrar elini uzatıp, “İşte bu çok anlamlı” deyip tekrar elimi sıktığında beni heyecanlandıran o cümleyi söyledi: “Şimdi sizi çok kıskandım.” Buluşmaya gelirken yolda düşündüğüm aktörleri anlattım. Hayatı boyunca yarıştığı aktörleri çok sevdiğini, kahkahayla onlarla en mutlu olduğu oldu -birkaç- an[lar]ı anlattı. O da aramızda kalsın!

Merak ettiğim şeylerden birisi István Szabó’yla olan kurduğu ‘dil birliği’ nasıl bir şeydi? Bunu sorduğumda, “István” dedi. “O’nu nasıl anlatsam bilmiyorum ki” dediğinde hemen araya girdim, “Yunan tragedyalarındaki bir kâhin gibi mi?” dedim. Heyecanla ve gözleri ışıl ışıl iki elini birbirine vurarak, o müthiş ifadesiyle “Evet evet tam da öyle. O, benin gibi Macaristan hakkında sürekli sorular soran, sürekli tedirgin, sürekli arayışları olan ve onlarla her zaman yüzleşmek isteyen bir usta. İşte bu yüzleşmeye kayıtsız kalamazdım. Kayıtsız kalsaydım, o tarihin içinde ezilirdim” dedi. Yazdığı senaryolarla içimdeki Şeytan’ı uyandırıyor o” deyip devam etti. Peki dedim: “Hendrik Hoefgen?” Gözlerini kıstı, “İşte, o rol bir mucizeydi. Senaryoyu okuduğumda yaşadığım heyecanın tarifini atlamam” dedikten sonra iki elinin titreyen parmaklarını gösterip, “bak heyecanlandığımda hep titrerler” dedi.

Türk sineması üzerine sorular sordu. Uzun uzun konuştuk. Vedalaşma anı geldiğinde ilk filmlerin mucizesinden konuştuk. “Bir yönetmen ne kadar çok film yaparsa samimiyetini yitirir unutma. Bir aktör önüne gelen her projenin içine girmek için çaba harcarsa bil ki sinemayı konuşmak artık gereksiz hala gelmiştir” dedikten sonra “sinemanın cehennemine hoş geldin” dedi. Sıkıca elini sıktım. Bu davetin çok eşiz olduğunu ve beni çok heyecanlandırdığını söyleyip teşekkür ettim. İki eliyle omzumun kenarlarından tuttu tanışmaktan duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Hayat böyledir işte… Yıllar önce seni perde de heyecanlandıran bir aktörle yıllar sonra karşı karşıya bırakabiliyor.

* Politik Kamera kitabında Douglas Kellner, Michael Ryan bu kavramı -ana hatlarıyla- Hollywood sinemasının ideoloji ve politikası ekseninde tartışsa bile kanımca bu olgu yaratıcı sinemanın ana ekseninin temel parçasıdır.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl