Aramızdan kim Bayan Nina Simone’un intikamını alacak?
Bu gece kulüpten taze et var
Tanrı ölü denizlerimizi korusun” god bless our dead marines / silver mt zion

İtiraf ediyorum;

Geçmişi boşlukta karışan bir toz zerresi gibi yaşayıp; ardımda bırakıyorum.

Çok az anı kalıyor, çok az insan; çok çok az an.

An’a –o en devrimci cümleye- dair düşünürken; nedense onu hep “kalıntı” sözcüğü ile eş tutuyorum; çelişki olduğunu bile bile.

İnsan hayatı keşiflerden çok buluntular üzerinden kuruluyor ve kalıntı yitik an’ların arkeolojisinden hep bende kilit duran.

Geride kalan; an’ın aylası..

İtiraf ediyorum;

Ben eskiden çok içerdim; sarhoşluğu hep gerçekliğe karşı takas ederdim.

Alkol masası yazı masasıydı bana; şiirler, öyküler, tümceler hep o nehirden akardı; kandan içeri sözcükten dışarı.

Sonra sarhoşken hep gençtik; umursamazdık hiçbir oluşu da yokluğu da. Her şey akardı bir iç denizden; bilinmez ummanlara.

Masalarda iletişirdik; bazı gecenin sabaha arta kalanı olurdu; sevişirdik. İşin aslı eskiden çok içerdik.

Neden sustu şimdi o ezgi ve neden bu koca ve anlamsız boşluk.

Hala leş metal barlar var, ama salt yalnız içmedeyiz..

İtiraf ediyorum;

En büyük kayıp heyecanın artık bizi terk edişiydi.

Oysa yerimizde duramazdık, hiçbir yere sığamazdık- sokakları ondan çok sevdik misal.

Hatırlıyorum; ayaklarımın altında sanki yay vardı; zıplaya sallana, acemice koşa koşa giderdim her yere. Hep bir yetişememe kaygısı, geç kalma sancısı; hep…

Kaldırımdaki karınca yuvası ya da vapurla yarışan martı; büyülerdi beni, heyecandan içim içimi yerdi. Duramazdım.

Şimdi terk edilmiş bir çocuk parkı oldu heyecan; benden ırak.

(öyle mi, sonra birden- tam da ümidin tükendi yerden geri gelmedi mi?)

İtiraf ediyorum;

Çocukken ağaca çıkardık, ağaçtan erik, incir koparır, dut dökerdik caddeye.

Sonra ağaçlara kazır, dökerdik sevdiğimizden bir haber kızların adlarını; başımız dönerdi bazen, bir ağaç gövdesine sığınıp ağlardık.

Sonra kahvehane ile okulun tam karşısında, Agora parkının ortasında bir ağaç vardı; sokakta içmenin risk teşkil ettiği günlerde ağaç tepesine tüner; bir küçük kola ile bir şişe votka katık ederdik. Sayacı Serkan, devrimci Müjdat, ben. Hala şaşarım o ağaçtan nasıl hiç düşmedik?

Artık; insanların dileklerini çaput yapıp ağaçlara asmaması ağaçlara küskünlüklerinden değil; saf tinin yitiminden.

Artık umut bir kredi kartı numarası..

İtiraf ediyorum;

Eskiden yağmuru çok severdim; her çılgınca ıslandığımda yaşadığımın ayırdına, sevincine varırdım.

Kendini sağanak yağmura bırakmak, apansız bir düş seliyle yıkanmak gibiydi. Sık sık sel alırdı İkiçeşmelik Caddesini; sanki sokağa çıkma yasağı, kediler dâhil nefes alan her canlı bir kuytuya; sığınırdı.

Oysa ben hep saçaksızdım, çılgınca terasa koşar delinen göğün altında koşar, hoplar, zıplardım. Öyle şiddetli bir ezgisi vardı ki bardaktan boşalırcasına yağanın, kendimi kaybeder çılgın bir Kızılderili misali sonsuza naralar atardım.

Kenti bir buğu, görünmez bir sis kaplarken birden; caddeden aşağı akan deryanın metal çöp tenekelerini peşine takıp savurması izlerdim. Eğer sihir diye bir şey varsa şu köhne alemde, sağanaktı onun Tükçe’deki tek karşılığı.

Şimdi utançla kendime hep sorarım, ahmak ıslatanın bile kadrini unutan bir kütleye mi dönüştük ne?

İtiraf ediyorum;

İnsanım; insandan korkarak yaşıyorum.

Vahşi bir ben’le üzerinize gelen insanı; ne hayvana ne de beden işçilerine benzetmek vicdana sığar. İnsanın gaddarlığını insanın yıkılığını, kıyıcılığını doğada tarif edecek sözcükler bulmak namümkün.

Değil mi o insanın hırsı var, hıncı hep uygar kılığından dışarı taşar, salt kendine tapar; işte o zaman cümle âlemi kapkara bulutlarla sarar.

Ben hep işime, önüme bakar; çok az insanı evrenime sokarım- derim ama yapabildim mi bilmem.

Zamanla arta kalan acı şeye biz hep deneyim-dedik..

Şimdi, psikotik olmayı göze alıp mesafe koymayı yokluyorsun insan türüyle-; geç- hep geç..

İtiraf ediyorum;

Çelişkiler ile dolu bir insanım, aklıma hep ben şaşarım.

Değişim mi bu?

Sanmam… Aslında kendimi revize etmiyorum, sık sık akort ediyorum sanki.

Rüzgârın esişine, devranın dönüşüne tamahım yoktur. Kuşlar, denizler, çocuklar ve 3-4 dost dışında eyvallahsız yaşarım.

Zaman insanın içini kemiren büyük kurt, sürekli pusu kurar durur benliğine; en büyük muhafazakâr zaman. Durur durur insana geçmişi kakalar, an’ı hep atlar, adamı hep ayağından yakalar. Geri geri iter ve bunu hep domuzluğuna yapar.

Şaşmazsa kişioğlu hep kendine esiridir artık o, hep bitmez tükenmez bir geçmişin. Bir tarafta hayat, bir tarafta artık var; zaman..

Yaşam bu, işin aslı kazananı kaybedeni olmaz. Meçhule yazgılı döner dururuz çemberde, sadece bir an için heyecana teslim olmak üzere.

Gece yarısı kitaplara, duvarlara, şu bilgisayar ve hatta çalan müziğe bakıyorum. Sanki hep eksik var, hep ulaşamadığımız bir artık var bir yerlerde, görmediğimiz koskoca bir kalıntı.

Ömrün sonunda ne zaman kalır geriye ne an ne de yaşanan.

Bize hiç ölmeyecekmiş gibi tüketmeyi öğrettiler sürek, sonrada bunun adını yaşam diye süslediler.

Oysa varsa bir özgürlük, tözüydü sanki hiçbir şey bilmemek.

İtiraf ediyorum;

Düşündünüz mü; bu kalem neden pek yazmaz, neden düşlerini sürekli resimlere vurmaz.

Düşündünüz mü?

İşte rahat olun, şimdi itiraf ediyorum size bu kocaman susuşu..

Hiç birinizden alacağın yok, vereceğim yok, beklentim yok- umudum hiç yok.

Siz insanlar; hesapçı, hoyrat, gaddar, kibir küpü.

İdrak Eksik diye geçti neredeyse yarım asrım, çokta fiyakalı bir sürgün hayatı yaşadım; sürgün insan topraklarında.

Bu da size son itirafım, asla pişmanlık duymadan, eyvallahsız aranızda yaşadım.

1 Mayıs 2013/Çapa/11 Temmuz Hasanpaşa