Jack London, 1876 yılında dünyaya geldi ve 40 yıl yaşadı. Hayatı serüven doluydu. Gemilerde işçilik, altın arayıcılığı, boksörlük, elektrik teknisyenliği, maden işçiliği, gazetecilik, istiridye korsanlığı gibi birçok alanda çalıştı. Günde 12 saat, hatta bazen 18 saat çalıştığı oluyordu. Fırsat buldukça da yazıyordu.

Onun da bir günü sadece 24 saatti. Ama yaratıcı bir kişilikti o; zaman geçirmeye değil, zaman kazanmaya çalışarak yaşıyordu. Uykuda geçen saatlerini bile kayıp olarak görüyordu.

Zaman!” diyordu, “Zamanın yokluğundan söz ettiğinizde, onu müsrifçe kullandığınızdan söz ediyorsunuz demektir.”

İmge Kitabevi’nin Yiğit Yavuz’un çevirisiyle yayımladığı, “Bana Göre Hayatın Anlamı” kitabından bize ulaşan sesiyle uyarıyordu London: Zaman bulamıyorsanız, dünyanın da sizi dinleyecek zaman bulamayacağından emin olabilirsiniz.”

Müthiş bir yoğunlukla geçen kısa ömründen geriye, 50 kadar kitap kaldı. Üstelik popülerleşen romanları ve öyküleri sayesinde, dergilerden ve yayınevlerinden büyük miktarda para kazanan ilk edebiyatçılardan biri olarak tarihe geçti.

YAŞAMAK VE DİRENMEK

Jack London’ın kendini yazar olarak kabul ettirmesi, dahası, edebiyat tarihinde böylesine önemli bir yer edinmesi, zorlu bir mücadelenin sonucudur.

Mücadele onun için bir varoluş meselesiydi. Karnını doyurmaktan yazısını bir dergiye kabul ettirmeye, bir edebiyat anlayışı geliştirmekten daha güzel bir dünya yaratmaya kadar, hayatta anlamlı ne varsa hepsi uğruna dövüşmesi gerekiyordu.

Yaşamak, direnmek anlamına geliyordu; ne bir sonuca ulaşmak ne de başarmak gibi şartları vardı. Tam da bu nedenle, her zaman somut hedefleri oldu ve kazanma kararlılığıyla yürüdü yolunda.

Sadece kendi hayatına değil, toplumlara ve tarihe de bu açıdan bakıyordu. Hayatının ikinci yarısında etkili şekilde içinde yer aldığı siyasi mücadelede, “sosyalist devrimin yoldaşları” adına, egemenlere şöyle bağırıyordu: “Pay istemiyoruz! Sahip olduğunuz her şeyi istiyoruz. İktidarın dizginlerini ve insanlığın kaderini elimizde tutmak istiyoruz. İşte ellerimiz. Bunlar güçlü ellerdir. Hükümetlerinizi, saraylarınızı, rahatınızı alacağız…”

Ve elbette Jack London’ın hayatı ile yapıtları, birbiriyle ayrılmaz bir bütün biçiminde ortaya çıkıyordu. Gerçekçi bir yazardı o.

Bilinçten bağımsız bir gerçekliğin var olduğunu görüyordu. Bunu görmeyi, anlatmayı ve ona göre davranmayı benimseyen bir edebiyatçıydı. Gerçekleri değiştirmek için yaşıyordu. Hayalleri olduğu için gerçekçiydi. Yaşadığı için mücadele ediyordu. Direndiği için yaşıyordu. Yani, gerçekleri olduğu gibi yansıtmaktan ibaret bir anlayışla yazmıyordu.

ROMANDA ANLATILAN

Bu nedenle, London’ın en önemli yapıtlarından biri olan Martin Eden’i okurken, romanın otobiyografik yönüne dikkat çekmek, anlatının özüne pek uygun bir tutum olmuyor. Ama ne yazık ki, Martin Eden üzerine yazılan değerlendirme ve tanıtımlarda, çok yaygın biçimde roman kahramanı ile yazarın hayatındaki benzerlikler üzerinde duruluyor.

Evet, Eden ile London’ın karşılaştıkları olaylar ve yaşadıkları yerler çokça örtüşüyor. Ama sadece siyasi tercihleri bile dikkate alınınca, bu roman kahramanının yazarın hayatını anlatmak için uydurulmuş olduğu kanısı kalmaz ortada. Çünkü Eden, kesin biçimde sosyalizme karşı.

London’ın bildiğimiz gerçekçilik anlayışına uygun bir anlatı, bu kitap. Her zamanki gibi, iyi bildiği bir dünyayı, yakından tanıdığı ortamları anlatıyor. Martin Eden adlı kahramandan yola çıkıp, sınıf atlama tutkusunu bir tema olarak işliyor. Hayata dair sözler söylüyor.

Romandaki genç adamın koşulları açısından en önemlisi, çalışarak yaşamak zorunda oluşu. Aylarca çok ağır işlerde çalışır ve kıtlık şartlarında tasarruf yaparsa, bir süre çalışmadan zaman geçirebiliyor. Bu serbest zamanlarının küçük bir kısmında burjuva bir aileden olan sevgilisiyle görüşebiliyor.

Bulduğu, daha doğrusu kendine yarattığı bu serbest zamanın çoğunu da yine büyük bir ihtirasla çalışarak değerlendiriyor. Sevgilisinin gözünde kabul gören bir konuma “yükselmek” ve yayın dünyasında bir yazar olarak kendini kanıtlamak; iç içe geçmiş bu iki amacı için tutkuyla çalışıyor.

Roman kahramanını ihtiraslarıyla, düşünceleriyle, kişisel özellikleriyle yansıtırken, onu içinde yaşadığı koşullarıyla birlikte ele alıyor London. Bu sayede bir karakter yaratıyor. Sevgiyle, anlayışla yaklaşsa da, onu tam bir olumlu kahraman biçiminde gördüğü söylenemez. Aslında bu romandaki kişilerin çoğuna karşı eleştirel yaklaştığı açık.

Jack London, diğer birçok romanında olduğu gibi, Martin Eden’de de, kahramanların başlarından geçenleri anlatırken bir direniş hikayesi yaratıyor. İnsanlık halinin doğal gereği olan direnme özelliğini somutlaştırıyor.

 

zaferxkose@gmail.com

TEILEN
Önceki İçerikOdanın Ötesi: The Disaster Artist
Sonraki İçerikAlev Alatlı’nın Küfür Romanları 2: ‘Nuke’ Türkiye
1970 yılında Bursa’da doğdu. Öğrencilik hayatına dokuz yıl yaşadığı Almanya'da başladı. Gemlik Ortaokulu'nu ve Bursa Demirtaşpaşa Endüstri Meslek Lisesi'ni bitirdi. 1992'de Marmara Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi'nden mezun oldu. Cumhuriyet, Vatan, Birgün, Radikal, Sol, Yurt gazetelerinde ve internetteki Sol Kültür, İlerihaber, İnsanokur, Kitapeki, Sevdalım Hayat yayınlarında kitaplar üzerine yazdı. Ayrıca, deneme ve öyküleri Maviada, Sanat Cephesi, Nikbinlik, Bağlaç, Edebiyat Nöbeti dergilerinde yayımlandı. Evin Yolu kitabındaki bir öyküsü "Sınır Tanımayan Kelimeler" (Words Without Borders) oluşumu için İngilizceye çevrildi. Kitapları: Kuş Sesleriyle Direnenler, roman, Siyah Beyaz Kitap, Aralık 2014 Yıllarca, roman, Siyah Beyaz Kitap, Ocak 2012 Fabrika Yolu, öykü, Siyah Beyaz Kitap, Ekim 2010 Sarsılmak, roman, Siyah Beyaz Kitap, Kasım 2009 Son Ozan Livaneli, deneme, Mevsimsiz Yayınları, Ekim 2007 Evin Yolu, öykü, Mevsimsiz Yayınları, Mayıs 2007 Söz İstiyorum, roman, Mevsimsiz Yayınları, Mayıs 2006