Ana Sayfa Dosya JEAN-JACQUES ROUSSEAU’DAN VICTOR HUGO’YA FRANSA’DA ROMANTİZM

JEAN-JACQUES ROUSSEAU’DAN VICTOR HUGO’YA FRANSA’DA ROMANTİZM

JEAN-JACQUES ROUSSEAU’DAN VICTOR HUGO’YA FRANSA’DA ROMANTİZM

Fransız Romantizmi mutlak mânâda Klasisizme tepki olarak doğmuştur. İngiliz, Alman ya da İspanyol Romantizminin aksine, onda doğa ya da doğaüstü büyük bir yer tutmaz. Onda Yunan mitolojisi kutsanmaz. Onda yaşamın mistifikasyonu öncelikli mesele değildir. Fransız Romantizmi diğer birçok özelliğinden önce Aydınlanma felsefesinin siyasete tahvilinin getirdiği sonuçların sanattaki yansımasıdır. Zaten olgun meyveler vermesinin komşu ülkelerdeki Romantik hareketlere göre gecikmesinin sebebi de budur.

Fransa’daki Romantizmin tarihi haklı olarak Fransız-dilli Cenevre yurttaşı Jean-Jacques Rousseau’nun eserleriyle başlatılır, Chateaubriand ve Madame de Staël önemli duraklardır; sonra yola Lamartine ve Victor Hugo ile devam edilerek bir zihinsel harita çıkarılır. Gerçekten de, Rousseau’nun 1761’de yayınlanıp bütün Avrupa genelinde Romantizmin ilk best-seller’ı olan dramatik aşk hikâyesi Julie yahut Yeni Heloise,[1] 1762’de yayınlanan Toplum Sözleşmesi ve 1776’da kaleme aldığını bildiğimiz Yalnız Gezerin Düşleri adlı eseri bir yana bırakıldığında, Fransız Devriminin on-yirmi yıl sonrasına dek Fransız Romantizminden bahsedilemeyeceği aşikârdır. Halbuki aynı dönem (1790’lardan 1810’lara) Alman ve İngiliz Romantizminin altın çağıdır.

Bununla beraber, Fransız Romantizmini yavaş yavaş hazırlayan unsurlar da yok değildir. Shakespeare’in yeniden yorumlanması, Ossian’ın “keşfinin” tüm Avrupa kıtasında bir heyecan dalgası yaratması, Goethe’nin Genç Werther’in Acıları (1774) adlı eserinin Avrupa’nın bilhassa Romantizm bağlamında ikinci best-seller’ına dönüşmesi, Oryantalizme de yön veren Hint, İslam (ve Amerikalı yerli) kültürlerinin Avrupalı entelektüellerin çalışma masasında yer edinmesi… Romantizmin taşıyıcısı olan bütün bu “yabancı” unsurlara karşı Fransız aydınlarının ilk tavrı, bunların kendi kültürlerine ilişkin olmadıkları gerekçesiyle hepsini reddetmek olmuştur. Ne zaman ki, Napoléon fenomeni bir süre sonra edebiyatta karşılığını bulmaya başlamış, Napoléonvari kahramanlar görünür hale geldikçe diğer romantik eserleri de öne çıkarmıştır.

***

Fransızcada “romanesque” 1745’te, Abbé Leblanc tarafından ilk kez kullanılırken son derece güçsüz, parıltısız bir çağrışıma sahipti. Bu ölgün kelimeye Rousseau can vererek onu “romantique”leştirmiş ve “coşturucu”luğunu vurgulayarak ona Fransızcadaki kalıcı anlamını kazandırmıştır.

Rousseau ilk kez Yalnız Gezerin Düşleri’nde Bienne Gölünün kıyıları için “Cenevre Gölünün kıyılarından çok daha yabani ve çok daha romantik” tabirini kullanır.[2] “Romantik” kelimesi, Rousseau’nun ölümünden sonra yayınlanan eserinin gördüğü ilgiyle beraber, 1798’de Akademi Sözlüğü’nde, “şiirlerde ve romanlarda tasvir edildiği gibi hayali çağrışımlar yapan manzara”ları niteleyen bir sıfat olarak yerini alır.[3] Nitekim Rousseau da Bienne Gölünü tam olarak böyle betimlemektedir:

“[D]aha çok doğa ve yeşillik, daha çok çayır, gölgelik koru, sık sık değişen manzara buraya hâkimdir. Bu huzurlu kıyılarda arabaların rahatça geçebileceği yollar olmadığından, pek fazla yolcu gelip geçmez ama doğal güzelliklerle sarhoş olmayı ve kartal çığlıkları, kuşların kesintili cıvıltıları ve dağlardan dökülen çağlayanların sesinden başka bir şeyin bozmadığı bir sessizlikte düşüncelere dalmayı seven yalnızlar için birebirdir.”[4]

Sanayi Devrimini ve onun toplumsal etkilerini görmeye ömrü yetmediyse de, biliyoruz ki, Rousseau’da tohum halinde sanayileşmiş bir topluma karşı “yozlaşma” eleştirisi vardır. Dahası, Rousseau’da başından beri Paris kozmopolitizmin yapaylığına karşı organik olanın savunusu da bulunmaktaydı. Doğaya en az Novalis kadar, Wordsworth kadar âşıktı ve bunda samimiydi. Sanayileşmenin getirdiği çevre kirliliğini görmediyse de, pastoral olanın en yüksek savunusunu takipçilerine peşinen sunmuştu.

Bununla beraber Rousseau’nun Parisli değil de Cenevreli olmasının onu özgürleştiren başka etkileri de vardı. Bir kralın şehrinde büyümemiş, özgür bir şehrin, bir cumhuriyetin yurttaşı olarak yetişmişti. Cenevre mezhep meselesini çözmüş bir yerdi; üstelik Cenevre de, İsviçre de, milliyetçiliği yapılacak bir yer değildi. Dolayısıyla Rousseau zihnen “ulus fikri”nden de azadeydi. Milliyetsizliği, kralsızlığı, ‘resmi kilise’sizliği ve belki de hepsinden önemlisi, hiç okul görmemiş oluşu, yani eğitimsizliği, kendi içine yaptığı her yolculuğu, dışarıdaki uzun yolculuklarının güzellikleriyle bütünlüyor; kendisini doğanın öz çocuğu gibi hissetmesine imkân tanıyordu.[5] Bu mutlak özgürlük onu doğanın diliyle konuşan birine çevirmişti – tam da eğitimli Alman ve İngiliz romantiklerinin olmayı arzu ettikleri gibi.

***

Rousseau bir bakıma 18. yüzyıldan 19. yüzyıla geçiş noktasıydı. Nitekim asıl kırılma Napoléon’la olacaktı. Zira onun yapıcı ve yıkıcı etkisi hem monarşistlerin hem devrimcilerin dikkatini birkaç farklı alana birden yöneltmiştir. 1800’lerden itibaren, tarihin dramatik yönü kuvvetli olayları, Jeanne d’Arc gibi efsanevi karakterleri keşfetmeye yol açarken, 1810’lardan itibaren de Lord Byron’ın muhtemelen Goethe ve Rousseau’dan da yararlanarak var ettiği yaşam ve ölüm enerjisi yüksek, tehlikeli, atak karakter örnekleri (Byronic heroes), Napoléon’un maceraperestliğiyle eşzamanlı olarak Fransa’nın sosyal meselelerinin ele alındığı eserlere dahil oldu.

Bunlara “yaban”, “yabani” ve “yabancı” merakını da eklemek gerekir. François-René de Chateaubriand’ın (1868-1848) sekiz aylık Kuzey Amerika seyahatinin ardından yazdığı Atala (1801) adlı eseri[6] Rousseau’nun “soylu vahşi”sini edebiyata kazandırdı ve onu tanımaya değer bir “insan”a dönüştürdü. Egzotik Amerikan yabanında geçen bu kısa ve dinamik roman, Kızılderililerin yerli kültürünü Parizyen Avrupa medeniyeti kadar muteber gösteriyordu. Herodotosçu bir “barbarları anlama” merakıyla kaleme alınan Atala’da hem göze hem kulağa hitap eden ritmik anlatım, popüler, maceralı ve kolay okunan roman özellikleriyle bir aradaydı. Eserin Victor Hugo ve çağdaşları üzerindeki etkisi büyük oldu ve Hernani’den Üç Silahşörler’e popüler tarihi romanların ya da piyeslerin yayınlanmasının yolunu açtı.

Atala’nın hemen sonrasında, Chateaubriand, kendi hayat hikâyesinden yola çıkarak yazdığı René’de (1802) Fransız Romantizmine yeni bir kapı aralamıştır. Hem Rousseau’nun Yalnız Gezer’ini ve daha geniş kapsamıyla İtiraflar’ını, hem Byron etkisini hem de Werther sendromunu hatırlatan bu eserde, yazar, ıstırap dolu iç dünyasına ayna tutarak onu dış dünyayla birleştiren bir pencere açar. İntihara meyilli, kendine işkence eden, derbeder, perişan bir baş-karakter, toplumun içinden geçtiği ekonomik, ahlaki, dini, siyasi krizlerden yorgun düşmüş; hayata dair inancını yitirmiştir. Fransız Romantizmi bu eserdeki yaralı ve mutsuz bilinçle beraber önemli bir romantik drama unsuru olan Weltschmerze (dünya sızısına) kavuşmuş, daha sonraları Charles Baudelaire’de şiddetli örneklerini göreceğimiz mal du siécle (çağın belası) düşüncesi edebiyata sert bir giriş yapmıştır.[7]

Chateaubriand, bir diğer önemli eseri Hıristiyanlığın Dehası’nda (1802) Gotik katedralleriyle, şövalyeleriyle, yiğitliği, dirliği ve kanaatkârlığıyla ortaçağı yüceltir ve Kilisenin hâkimiyeti altında yaşanan mutlu zamanları ve pastoral yaşantıyı resmedip över. Tabii ki cehaletin, kıtlığın, sınıf ya da veba sorununun olmadığı bir ortaçağdır bu. Harabeler ve şatolar, ortaçağı estetize etmek isteyen tüm Romantikler için anahtardır artık… Gotik, bu eserle Fransız edebiyatına katılmış ve Gotların barbarlığını hatırlatmaktan uzaklaşıp –Ossian kültünün de yaygınlaşan etkisiyle– bambaşka bir referansa dönüşmüştür. Tanıdık bir ifadeye başvuracak olursak, Chateaubriand bu eserle adeta büyüsü bozulmuş bir dünyayı yeniden-büyülemeye çalışmıştır.

İsviçreli soylu Madame de Staël ise (1766-1817) Romantizmi, dostları Schiller, Goethe, Wilhelm von Humboldt ve August Wilhelm Schlegel’ın belirleyici etkisiyle, bir Alman meselesi olarak ele alıp Fransız kamuoyuna tanıtmasıyla özel bir yere sahiptir.[8] Montesquieu’nün coğrafyayı bir kader olarak ele alıp Kuzeyli toplumları Güneyli toplumlardan farklı karakterlere sahip olarak sunmasından hareketle, eserlerini Kuzeyin edebiyatını anlamaya ve anlatmaya adamıştır. Melankoli ve kasvet gibi öğeler, iklimi daha sert olan Kuzeyde edebiyata elbette sinecektir ve Gaelik, Keltik, Cermenik, Nordik mitoloji ve halk masallarıyla hiç de yumuşak olmayan fabllar Kuzeyin “karanlık” muhayyilesinde kendilerine yer bulacaktır. Bu kültürel farklılığı, Güneyli, merkezileşmiş ve belli ölçüde de şehirlileşmiş Fransa’ya anlatmak hiç de kolay olmayacaktır. Hele ki, dağım-saçak vaziyetteki Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu halklarının çok daha köylü ve taşralı görünen kimliğini ve ruhunu layıkıyla tercüme edebilmek başlı başına derttir. Madame de Staël’in 1810’da yazar yazmaz sansürlenen ve 1813’te basılabildiğinde de Almanları saygın göstermek suretiyle siyasi propaganda yaptığı gerekçesiyle Fransız okurlarından hem büyük ilgi görüp hem büyük tepki çeken Almanya Üzerine adlı devasa eseri, ilahiyat, felsefe ve edebiyata yansıyan tüm boyutlarıyla romantik melankoliyi ustaca anlatarak esasen bunu başarmıştır.[9]

Fransa’da Romantizmin asıl başlangıcı bu tekil eserlerin yayınlanmasının ardından gelen yıllara yayılacaktı. 1810’larda İskoç Romantizminin öncü ismi Walter Scott’un ortaçağcılığı canlandıran şövalye romanlarının çevirilerinin Fransa’da büyük ilgi görmesiyle, ama özellikle de 1820’lerde Schiller’in Orlean Bakiresi’nde Jeanne d’Arc’ın Fransız tiyatrosuna taşınması ve Lord Byron’ın Yunan bağımsızlık savaşına katılıp kendi kahramanlık hikâyesini yazarak ölmesiyle birlikte, Paris çevrelerinde Romantizme geniş çaplı bir ilgi uyandı.[10] Buna Chateaubriand’ın büyük etkisini de eklemek gerekir.[11] Alphonse de Lamartine, Victor Hugo ve Alfred de Vigny özgürlükçü bir muhafazakâr Romantizmin –buna “Katolikçe bir Romantizm” de denebilir– imkânlarını aramaya başladı. Her üçü de 1823’ten 1830’lara dek yakaladıkları coşku dalgasıyla eserlerini kaleme alırken, Lamartine Lord Byron’ın Childe Harold’ını, Gerard de Nerval Goethe’nin Faust’unu, Kemple ise Shakespeare’in tiyatrolarını tercüme ederek Romantizmin sınırlarını genişletmektedir. Delacroix Oryantal romantik tonlamalarla Sardanapalus’un Ölümü’nü resmetmiş, Dumas III. Henri’yi yazmış, Musset Marienne’nin Kalbi’ni sahneye koymuş, Berlioz ise Symphonie fantastique’i bestelemiştir. Romantik tarihçilik alanında da Jules Michelet, François Guizot ve Augustine Thierry gibi isimler yetişmektedir. Bütün bu isimlerin elinde, Fransız Devrimi, sıradan insanların tarihi, tarihi yapan büyük adamlar; kısacası her şey belli bir romantizasyonla tarihin, edebiyatın ve resim sanatının gündemindedir artık. Buna kısa sürede tiyatro ve opera da dâhil olacaktır…

***

Victor Hugo çocukluğunda bir yıl Madrid’de okumuş ve bakıcısından İspanyolların halk hikâyelerini dinlemiş biriydi. Romantizmin tarihi ve coğrafi anlamda çok daha genişçe bir harita üzerindeki kültürel açılımı, Hugo’ya en ünlü iki piyesini İspanyol tarihinden devşirme imkânı vermiştir. Hem Cemil Meriç’in Türkçeye çevirdiği Hernani hem de Ruy Blas Hugo’nun İspanya’dan adapte ettiği iki dramadır ve bu iki eserle, Hugo, tıpkı Madame de Staël’in Alman kültürel coğrafyasından, de Vigny’nin ise İtalyan ve İngiliz tiyatrosundan getirdiklerine benzer şekilde, Fransız Romantizmini komşu kültürel öğelerle zenginleştirmiştir.

Hugo’nun 1827’de kaleme aldığı Cromwell piyesinin önsözü Fransız Romantizminin manifestosu kabul edilir. Hugo bir milli dramanın formülünü çıkarma çabasındadır ve bunu Hıristiyanlığın ikili yapısında bulabileceğine inanmaktadır. Grotesk öğeler ve yüce fikri de bu noktada belirir. Sanat doğayı yücelterek içerir ve her şeyden çok güzeli göstermeyi amaçlar. Bu yüzden güzellik Esméralda gibi bir Çingene kızında görülebilirken, katedraller sadece azizlerin ve rahiplerin değil, kambur ucubelerin de yaşama tutunma alanı olabilmektedir. Sanat yeri geldiğinde bir idam mahkûmunun insancıl yüzünü gösterebilmeli ya da Hernani gibi sevgilinin dizinde ölmenin buruk mutluluğu için genç âşıkları cesaretlendirmelidir. Hugo’ya göre, Romantizm tüm bunları sağlaması dolayısıyla “edebiyatta özgürleşme” demektir. Hugo’nun Cromwell’in önsözündeki coşku dolu manifestosu, Eugéne Delacroix adlı genç bir ressama, “Halka Yol Gösteren Özgürlük” (1830) adlı devasa bir yağlıboya çizimi için beklediği ilhamı verecek; Michelet’nin kapsamlı bir devrim tarihi yazma heyecanına kapılmasına yol açacaktır. Bir başka ifadeyle, Victor Hugo, kendi eserlerinin yanı sıra, Fransız Devrimine dair iki ikonik eserin de ilham perisi olacaktır.

Hugo elbette her şeyden önce bir şairdi –bütün Avrupa’yı etkileyecek kadar büyük bir şair. Lirik anlatımını borçlu olduğu şiiri ve şiirselliği Sefiller’de de, Doksan Üç’te de, diğer eserlerinde de hiçbir zaman bırakmadı. Derin ve karmaşık duygular, sansasyon, toplumsal patlamalar onun yaşamını da, eserlerini de boydan boya meşgul eder. Nitekim şairin bütün çağdaşlarının üzerindeki güçlü etkisi de, naif, hayalperest bir şiirsellikten değil, aksine, insanı toplumsal mücadeleye katılmaya çağıran adalet ve özgürlük anlayışından gelir. Kısacası, Hugo, romantikleştirici ve özgürleştirici gücüyle bütün bir 19. yüzyılı büyülemiştir. O kadar ki, Müslüman bir Türk bile, “Hugo dünyaya gelmese idi, ben belki yazı yazmaya muktedir olamazdım” deme ihtiyacını hissetmiştir.[12]         

***

Fransız Romantizminin karakterine bütüncül bir bakış attığımızda, onda Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimiyle yorulan toplumun kaçışlarını ve güncelin üstüne gelişlerini görürüz. Kaçışlar, uzak coğrafyalara ve uzak geçmişe iken; güncelin üstüne gelişi 1789 ve sonrasının büyük çalkantılarının anlatımıdır. Uzağa kaçışta, Aydınlanmış ve “medeni” dünyadan otantik ve “yabani” olana (Türklere, Berberilere, Araplara, Hintlere ve Kızılderililere) Oryantalist bir yönelim görürüz. Mâzi cennetine kaçışta ise romantize edilerek soylulaştırılmış, epik bir ortaçağ merakını ve onun hemen yanı başında, yeni bir Rönesans başlatma arzusunun mayalandığını görürüz. Jean-Jacques Rousseau’dan Hugo’ya istisnasız bütün Romantik sanatçı ve düşünürlerin zihin dünyasında Fransız Rönesansının sembol ismi Montaigne çok büyük yer tutmuş; onun “benzerlerinden yola çıkıp kendine varan”[13] bireysel özgürlüğü, kendisine ve doğaya karşı dürüstlüğü tüm Fransız Romantiklerince ilham verici bulunmuştur. Bu, Fransız Romantizminin bireyci boyutuna dair, üzerine etraflıca düşünmeye değecek bir detaydır.

Öte yandan, Rousseau’nun 1770’lerdeki sonu gelmez yürüyüşlerinde insanla tanrısal bir diyaloğa giren Doğa, çok değil, birkaç onyıl içinde usulca eriyip girmiş; Stendhal tarzı bir taşra romantizminin elinde yahut Vadideki Zambak gibi metinler için yeşil bir fon olmakla yetinmiştir. Şehir merkezinin çok önemli bir simgesi olan Gotik katedral ise Victor Hugo’nun Notre-Dame de Paris’i (1831) sayesinde, tıpkı Bastille gibi, Fransız Romantizminin ayrılmaz bir imajına dönüşmüştür. Dolayısıyla 1820’lerden itibaren Fransız Romantizminde kırlar, patikalar, sisli manzaralar üzerine şiirsel anlatımlar aramak biraz yersiz bir uğraştır. Fransız Romantizmi eşitlik gibi, hürriyet gibi toplumsal dertleri olan romantiklerin elinde, şehrin sokaklarındadır.  


[1] Jean-Jacques Rousseau, Julie yahut Yeni Heloise, I-II-III-IV, çev. Hamdi Varoğlu, İstanbul: Maarif Matbaası, 1943. 18. yüzyıl tarihçisi Robert Darnton kitabın kısa sürede yetmiş baskı yaptığını ifade eder.

[2] Jean-Jacques Rousseau, Yalnız Gezerin Düşleri, çev. Alper Turan, İstanbul: Zeplin Kitap, 2019, s. 58.

[3] George R. Havens, “Romanticism in France”, PMLA, Vol. 55, No. 1, Mart 1940, s. 11-12.

[4] Rousseau, Yalnız Gezerin Düşleri, s. 59.

[5] Fabienne Moore, “Early French Romanticism”, içinde: Michael Ferber (der.), A Companion to European Romanticism, Londra: Blackwell Publishing, 2005, s. 174.

[6] François-René de Chateaubriand, Atala ve René, çev. Vedat Gülşen Üretürk, İstanbul: Oluş Yayınları, 1966.

[7] Havens, a.g.m. s. 13.

[8] Moore, “Early French Romanticism”, s. 179-181.

[9] Madame de Staël, Almanya Üzerine, çev. Hasan Aydın Karahasan, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2017 [ayrıca Nasuhi Baydar’ın çevirisi de bulunmaktadır, Maarif Matbaası, 1945].

[10] Geoffrey Hartman, “Reflections on Romanticism in France”, Studies in Romanticism, Vol. 9, No. 4, Sonbahar 1970, s. 237’de Lord Byron’ın ölümünün İngiliz Romantizminin sonu, Fransız Romantizminin ise başlangıcı olduğunu söyler.

[11] Victor Hugo on dört yaşındayken (1816) günlüğüne “Chateaubriand olmak istiyorum ya da hiçbir şey olmamak” diye yazmıştı. Aktaran Moore, “Early French Romanticism”, s. 187.

[12] Sözün sahibi, Rousseau ve Hugo’nun eserlerinin Türkiye’deki belki de ilk ve en önemli takipçisi olan Nâmık Kemal’dir. Hususi Mektuplarına Göre Namık Kemal ve Abdülhak Hâmid, haz. Fevziye Abdullah Tansel, Ankara: Güneş Matbaası, 1949, s. 85.

[13] Rousseau, Yalnız Gezerin Düşleri, s. 5. Ayrıca Montaigne ile kendisini kıyası için, bkz. a.g.e. s. 12.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl