Sibelius’un, Kullervo’ya dönüşecek bir “Fin” senfonik formu hayal etmeye karar vermesi, Bethoven’in dokuzuncu senfonisini dinledikten sonra somutluk kazandı.

Efsanevi besteci, bu dinletiden sonra, Finlandiya’yı güneyden kuzeye derinden soluyan bir senfoni üzerinde çalışmaya karar verdi.

Sibelius bu dinletinin etkisi altında, karısı Aino’ya: “Eminim, kadim ve otantik Fince şarkılarımızın keyfini çıkarmaya başlayacağımız zamanlar, çok uzak değil bir tanem. Kalevala’yı (büyük Fin efsanevi destanı) yaratan atalarımızın aynı zamanda büyük müzisyenler olduğunu keşfedeceğimiz günler yakındır.” diye yazacaktır.

Sibelius, Kalevala destanının ilk kıvılcımını çaktığı bir yangının kalbine yayılan alevinde, daha 1890’lardan beri yanmaya başlamıştı.

Kalevala’yı okuduktan sonra, Fin dünyasının kadim eposları ve mitleri, bir daha ayrılmamak üzere, etine ve kalbine yerleştiler.

Yanlış veya yapay bir notaya basmak istemeyen, patolojik derecede bir mükemmeliyetçinin tutumuyla, uzun geceler boyunca çalıştı. Odası karalamalar ve yazılanların daha sonra yırtıldığı kâğıt öbekleriyle doluydu.

1892’de tanınmış ilk senfonik şiiri olan “En Saga” yı yazdı.

Kullervo”, o zamanlar 26 yaşında olan Sibelius’un ilk büyük eseridir. Soprano, bariton, erkek korosu ve büyük orkestra için, senfonik şiir tadında yazılan bu parça, bestecinin yönetiminde 28 Nisan 1892’de Helsinki’de, tıklım tıklım dolu bir salonda görücüye çıktı.

Dinletinin ardından salondaki hava, vatan savunmasından zaferle dönmüş orduların ulusal marşı halka birlikte okumalarına benzer bir atmosferi anımsatıyordu.

Dinleyiciler, Fin ulusal destanının özünün müziğe çevrildiğini görmenin gururundan dolayı, yapıtı büyük bir heyecanla dakikalarca alkışladılar.

O zamanlar, Fin dilinin kullanımının, yadsınmayan siyasi bir boyutu vardı. Kullervo’nun ilk performansı, kuşkusuz modern Fin müziğinin doğum belgesi niteliğinde olmakla beraber, Fin ulusal kimliğinin inşasına muazzam katkıları olan, “milliyetçi” bir manifesto niteliğindedir.

Rusya İmparatorluğu’na bağlı özerk bir Büyük Dükalık iken bile hâkim olan dil İsveççe, Fin ulusal bilincine ve Sibelius’un seçimlerine birkaç referans noktası oluşturdu.

Doğuda Rusya’ya siyasi bağımlılık ve coğrafi yakınlık, batıda İsveç İmparatorluğu’nun yüzyıllardır süren etkileri, ulusal dirilişte Fincenin oynadığı rolü çok önemli hale getirdi.

Rus Çarlığı İsveç etkilerini kırmak için, başkenti Turku’dan Helsinki’ye taşıdı. Başta Fin kültürünü ve Finceyi destekleyen Ruslar, Finlerin kendileri gibi protestan olan Almanya ile muhtemel “ruh ikizliğinden” korkup, sonradan Ruslaştırma politikalarını devreye soktular.

Fin ulusal kimliği ve Fin dili üzerinde Rus Çarlığı ve İsveç eliyle kurulan baskılar, tarihin belalı uğraklarında zaman zaman ağırlaşarak sürdü.

Kullervo’nun galasıyla birlikte, özerk Finlandiya Büyük Dükalığı’nın sosyal sınıflarınca daha geniş şekilde tanınan Sibelius, bağımsızlıkçı düşünceleri nedeniyle, daha sonra Rus Çarlığı tarafından “persona non grata” ilan edilecektir.

Biraz da bu atmosfer nedeniyle, Kullervo, bestecinin ölümünden dokuz ay sonra, ancak 13 Haziran 1958’de, bütünsel olarak icra edilebildi.

İleriki yıllarda, Sibelius’un doğumunun 150. yılı şerefine, Kullervo’nun Tero Saarinen’in koreografisini yaptığı bir versiyonu, 2015’in başlarında Helsinki’deki Finlandiya Ulusal Operası’nda büyük bir başarı ile icra edildi.

Hikâye, rakip aileler arasındaki bir katliamdan sağ kurtulan tek erkek çocuk Kullervo’nun dramatik hayat serüvenini anlatır. Hikâye, yaratıcılık ve gelenek bilinci arasında, “kan davasına” benzer bir feodal izlek üzerinden yol alır.

Rakip aileyi katlederek ailesinin intikamını alacağına inanan Kullervo, intikam yolunda, ailesinin çoktan yok edildiğini ve ilişkide olduğu kişinin kız kardeşi olduğunu anlar ve bu travmaların kefareti olarak sonunda kendi canına kıyar.

Destan, ulusal onura “zeval vermemek” kaygısıyla yazılmış gibidir. Kullervo, sözde, kendi kız kardeşiyle ilişkisi olduğunun farkında değildir. Nitekim kız kardeşi bunun ayırdına vardığında intihar edecektir.

Ensest ilişki, kefareti iki öz kıyımla ödenen trajik bir son aracılığıyla, ulusal onura zarar veren “toksik” etkilerinden, adeta arındırılmıştır.

Öykü, Oidipus ve Tetralojinin, sert ve nadir karışımından oluşan, ruhsal ve fiziksel ham bir şiddetin bildirisi niteliğindedir.

Sibelius’un Kullervo seçimi, rastgele bir seçim olmaktan çok, kendini gelenekçi ile “modernite vizyoneri” arasındaki karşıtlıkta konumlandıran bir bestecinin bilinçli tercihidir.

Sibelius, Yeni Alman Okulu ile gelenekçiler arasında güçlü bir şekilde telaffuz edilen kutupluluğun yerel varyantı niteliğinde bir şahsiyetti.

Kullervo, beş hareketin momentumundan oluşur. Dördüncü momentumda koro ilk kez araya girer, Kullervo o sırada ailesinin intikamı için savaşa girmiştir. Eser, amansız bir sürüklenişin muhteşem marşı eşliğinde kahramanın ölümüyle sona erer.

Fin dilinin güzelliğini, ritmini ve tatlılığını çok şaşırtıcı ve özgün bir şekilde ortaya çıkaran eser, oktavda söylenen bir “istiklal marşı” niteliğindedir.

Sibelius’un öğrenim hayatı Berlin ve Viyana’da geçti. Viyana ve Berlin’de Weingartner ve Richard Strauss ile tanışma olanağı buldu.

Bu iki şehrin ayak izlerini yapıtlarında sürmek mümkündür.

Daha sonra bestelediği senfonilerde, Beethoven’cı izleklerin yanında, Rus müziğinin, Wagner’in ve Liszt’in senfonik şiirlerinin parmak izlerine rastlandı.

Sibelius’u, aşırı bir savla, Viyana klasisizminin karakteristik özelliklerini romantik müzikle birleştiren bir besteci olarak tanımlamak mümkündür.

Kullervo’da, bu yüzden, Mahler’in Diriliş ve Çaykovski’nin Acıklı Senfonisinin yanı sıra, Berlioz’un, Wagner’in ve Bruckner’in etkileri hissedilir.

Kullervo’nun şimdiye kadar onlarca başarılı sunumu yapıldı. Ama bunların arasında kuşkusuz en başarılı olanı, devlet televizyonu YLE’nin Erkek Korosu tarafından gerçekleştirileniydi.

Başarılı bir ritim korosu eşliğinde sunulan performansı, destanın otantiğine sadakat ve okunabilirlik gibi kriterlerin dolayımında, eseri, olağanüstü bir müzik deneyimi haline getirdi.

Kullervo’nun kız kardeşinin rolünü oynayan Soile İsokoski’nin olağanüstü performansı, bu kaydı, gerçek bir müzikal ve duygusal mücevher haline getirmiştir.

Ardında bazı Sibelius senfonilerinin muhteşem kayıtlarını bırakan Herbert von Karajan, Kullervo’nun başarılı kaydına dayanarak, Sibelius’un müziğini “dünya dışı” olarak tanımlayacaktır.

Hakikaten, Stravinsky’nin Oedipus Rex’i dışında, muhtemelen gerçekliğin soyundan gelmeyen, bu dünyaya ait olmayan, metafizik, nadir, cüretkâr, otantik ve devingen bir parça ile karşı karşıyayız.

Bence, senfonide tasvir edilen Kullervo’nun bireyselliği, görünüşte sadece küçük bir rol oynuyor. Ben, daha çok, Kullervo’ya ait tınısal görüntülerin ve momentlerin sessiz diliyle ilgiliyim. Destan, edebiyat, felsefe ve mitlerle dolup taşsa da, Kullervo’nun kişiliği sunumun müziksel süreçleri içinde giderek anonimleşir. Destandaki anlatısal devingenlik, notalar aracalığıyla Kullervo’dan alınarak Sibelius’a emanet edilir.

Bu yüzden, Kullervo’nun evrenine dalanlar, Fin ülkesinin ruhunun derin gizemini, daha ilk dinlemede deşifre edemezler.

Sibelius’un yapıtlarında, Çarlık, Bolşevik ve Slav Ortodoksluğu boyutlarıyla, “sonsuz bir Rus sorunu” gözlemlemek mümkündür.

Daha sonra, bir Alman savaş sonrası sorunu olarak giderek politik kanlı bir hesaplaşma hacmi kazanan Rus sorunu, Atatürk gibi, Fin ulusal kimliği kurucusu bir “babanın” yokluğu nedeniyle dramatik boyutlar kazandı.

Çünkü uzun Rus ve İsveç yönetimleri ve “Jatkosota” (Rusya’ya karşı Devam Savaşı) yılları boyunca babalar ya kayıptı ya da sakat kaldılar ya da Mannerheim örneğinde olduğu gibi, Almanlarla zımni iş birliği sebebiyle, sosyal statülerini ve değerlerini kaybettiler.

Kurucu, kapsayıcı ve koruyucu bir babanın yokluğu, Fin kamusal hayatında kargaşa ve belirsizliklere, Sibelius’un öznel hayatında ise acı savrulmalara sebep oldu.

Bugün tartışmasız bir şekilde müzisyenlerin panteonuna ait olan Sibelius’un çalışmaları, her zaman herkesin beğenisini kazanmadı.

Sibelius, geleneksel formlar ile ilerici fikirler arasındaki karşılıklı ilişkide duran 20. yüzyılın başlarındaki senfonik türün tarihine kuşkusuz katkıda bulundu, ancak bu onun muhafazakâr hatta gerici olarak teşhis edilmesini engellememiştir.

Mesela, René Leibowitz 1951’de “Sibelius, dünyanın en kötü bestecisi” başlıklı bir broşür yazarken, Naziler nedeniyle sürgünde yaşayan Alman filozof ve sosyolog Theodor Adorno onun müziğini kaba ve gerici bulur.

Müziğinin Nasyonal Sosyalist ideolojiyle ilişkilendirilmesi ve bir Nazi sempatizanı olduğunun iddia edilmesi, Sibelius’a birkaç on yıl boyunca reva görülen soğuk uluslararası karşılamayı kısmen açıklamaktadır.

Hitler’in ona 70. doğum gününde Goethe Madalyası vermesi ve 1942’de Propaganda Bakanı Goebbels’in bir Alman Sibelius Derneği kurmuş olması, bu zımni ideolojik akrabalığı kanıtlar nitelikte gelişmelerdi.

Sibelius-Adorno problem kompleksinin arka planı, kuşkusuz ideolojik bir yükle ve kişisel travmaların sonuçlarıyla tıka basa doludur. Ancak, bu ideolojik ve duygusal boyutundan ayrı olarak, Adorno sağlam bir içerik eleştirisi de yaparak sorunu sanatsal alana taşıdı.

Bağımsız bir Fin müzik kültürünün gelişmesinde önemli bir rol oynamış olan Sibelius, içerdeki sosyo-politik değişimlerde de önemli roller yüklendi. Sibelius, ulusal bilinci yücelten eserleriyle milli uyanışı hızlandırdı. “Sessizliğin senfonisinin” bestecisi, müziğiyle ruhunu Fin ulusal benliğinin derinliğine açmayı başarmıştır.

Orijinal adı “Finlandiya’nın Kıyamı” olan ve 1899’da bestelenen “Finlandia”, Rus otoritesine bir başkaldırı niteliğinde olan altı musiki tablo ve bir başlangıçtan meydana gelen hacimli bir gövdenin parçasıydı.

Yapıt, daha sonra, Helsinki Filarmoni Orkestrası tarafından “Vatan” adı altında çalındı. Bu parçanın Finlandiya İlahisi adlı bölümü 1867’den beri resmi marş olan Maamme’nin (Yurdumuz) yanında hızla ikinci bir milli marş mertebesine ulaştı.

Sibelius, özellikle senfoniler, senfonik tınılı şiirler ve keman konçertosu gibi sayısız icra sayesinde uluslararası üne kavuştu.

Uluslararası ünün yanında, Finlandia yapıtı ile ulusal kimliğin tartışmasız bir figürü haline geldi.

Sibelius’un yapıtları, başta Fin müziği altında değil de, çoğunlukla yaygın bir Kuzey ve İskandinav kavramı bağlamına entegre edildi.

Sibelius’un müziğinin ‘İskandinav sesi’ olarak kategorize edilmesindeki büyük sıkıntı, bağlanabileceği evrensel müzikal parametrelerin eksikliği nedeniyleydi.

Sonraları, tek tek ulus devletlerde uyanan ulusal özgüven, bestecinin giderek Finli bir müzisyen olarak tanınmasını sağladı.

Böylelikle ‘İskandinav tonu’ artık istendiğinde kullanılabilecek egzotik bir unsur olmaktan çıkmış, bestecinin kendi kimliğinin bir parçası haline gelmişti.

Bu nedenle, uluslararası bir deha ve bir ulusal anavatan bestecisi olarak en az iki Sibelius’ten söz etmek mümkündür.

Sonraları kendisini ulusal etkilerden kurtarmak isteyen Sibelius, doğrultusunu açıkça Orta Avrupa modellerine doğru kırmaya başladı.

Fin kimliğine dayanan ulusal ilham ile evrensel özlem arasındaki gerilim alanında bocalayan besteci, en azından kendi ülkesinde adeta ulusal bir kahraman mertebesine yükseltildi.

Özellikle Kullervo’da gözlenen folklorik unsurlar başta pejoratif tenkitlerin hedefi oldu. Ancak, daha sonra, halk müziği, burjuva anlayışında giderek bir “etnik cevher” mertebesi kazandıkça, folklorik unsurların ulusal kimlik inşasına katkıları daha iyi anlaşılmaya başlandı.

Halk müziğinin folklorik koleksiyonları, başta basit halk sınıflarının narrative tanıklıkları niteliğinde derlemelerdi. Ancak kolektif ulusal bilincin artmasıyla birlikte hızla ulusal bir çağrışım kazanmaya başladılar.

Bununla birlikte, bu koleksiyonlar, esas olarak köylünün meşrebinde olmayan, ancak yine de ulusal fikirleri taşıyan ve uzak bölgelerdeki kırsal nüfus tarafından ekilen halk mülkiyetinin koleksiyonlarıydılar.

Ulusal destan Kalevala’yı ve şiir koleksiyonu Kanteletar’ı yazan Elias Lönnrot’un koleksiyonları, özellikle ulusal kimliğin Fince aktarımı bağlamında, önemli roller oynadılar.

1910’lu yıllar eşiğinde, modernitenin şafağında, oda müziğinin rolünün giderek önem kazanması Sibelius’u bu türe yönlendirdi.

Senfoni türünün ortaya çıkması ve buna bağlı orkestraların oluşumuyla birlikte yeni bir burjuva konser hayatı ortaya çıkmıştı ve böylece, enstrümantal müziğin, birbirini tamamlayan iki kompleks halinde, sosyal sınıflara tekabül edecek şekilde, farklılaşması gerçekleşmişti. Ancak, bu farklılaşma bağlamında, oda müziği, hiçbir zaman proletaryanın müziği olmamıştır.

Üç selefinden sonra bestelediği yaylı çalgılar dörtlüsü Quartet, oda müziği eserinin doruk noktasını oluşturur.

Karelia Suite adlı eseri insanın içini coşturan büyülü bir kompozisyona sahiptir. Bu yapıtı dinlerken, Ladoga gölünün doğu kıyısında güneşin ufukta kayboluşunu seyrediyormuş hissine kapılırsınız.

Sibelius toplamda 7 tane senfoni yazmıştı. Sekizinci senfoniyi yok eden alevler şömineden sıçrayıp evi sararken, eşi Aino, bir daha yakmamak üzere, şömineyi taşlarla mühürlemeye karar vermiştir.

Kuzeyin Beethoven’ı olarak anılan Sibelius’a göre her gam bir rengi temsil etti. Bu anlamda 4. Senfonide hissedilen duygusal renk cümbüşü, karanlık bir pathosu da içine alacak şekilde genişler.

Dördüncü senfonide gözlemlenen yoğun gizem, kesif keder, şiddet içeren aksanlar ve neredeyse insanlıktan çıkmış birinin marazi vurguları, giderek depresif ve alkolik olan Sibelius’un, muhtemelen yoksunluk nöbetleri sırasında etrafa saçtığı habis enerjiler olarak kayda geçti.

Beethoven klasiktir, Bach barok, Rachmaninoff romantik, Debussy bir izlenimcidir, ama Sibelius’un hangi okula ait olduğunu söylemek zordur. Romantik, neo-romantik, milliyetçi, empresyonist; Sibelius belki de bunların hepsiydi,

Ama gerçekte o hiçbiri değildi. Temalarının çarpıcı özgünlüğü ve ton renginin yenilikçi kullanımı dinlendiğinde yalnızca Sibelius duyulur ve duyumsanır.

Sibelius, Ainola’nın (eşinin adına hitaben inşa ettirdiği ev) rustik inzivai ortamında, neredeyse «geri çekilmelerle» vasıflandırılabilecek bir hayat sürdü.

Tabiatın kalın, yeşil zırhına sahip olan Ainola’da, yaratıcı ruhunu ören kozayı bir türlü yırtamayan bir münzevinin yaşamına tanıklık ederiz.

Ölümünden sonra Ainola, neredeyse her Finli için, bir hac merkezine dönüştü.

Gerilmiş naylondan bir kubbeyi andıran gökyüzünde, donmuş sarı bir lamba gibi sallanan ay Ainola’ya düşerken, arazinin içindeki ahşap ev, açık denizde tek başına yol alan bir gemiyi andırıyor.

Ainola’da bu dünyaya veda ettiği trajik anda, 5. Senfonisi Helsinki radyosunda canlı olarak yayınlanmaktaydı.

Sisu (metanet), Sauna ve Sibelius kelimelerinin baş harflerinden “üç S” ile tanımlanan, Fin ulusal kimliğinin kurucu mitlerinden biri, 1957 eylülünde zaten ait olmadığı bu dünyadan ayrıldı, ancak, tınıları zamanın öteki yakasından yankılanmayı sürdürüyor.

TEILEN
Önceki İçerikDİKİŞ TUTMAYAN BİR FESTİVAL: ALTIN PORTAKAL!
Sonraki İçerikÎrfan Amîda: Tekrar ve ezber beni ürkütüyor
Josef Kılçıksız Hiristiyan bir ailenin çocuğu olarak Antakya’da dünyaya geldi. Hacettepe Felsefe’den mezun olduktan sonra burslu olarak gittiği Finlandiya’da, Tampere Üniversitesinde yardımcı asistan doktora öğrencisi olarak çalışmaya başladı. Aynı üniversitenin Pedagojik Bilimler Fakültesi’nden mezun olduktan sonra, Fin devlet ve özel eğitim kurumlarında felsefe ve yabancı diller öğretmeni olarak çalıştı. Doktora çalışması nedeniyle burslu olarak gittiği Almanya’da, Ernst-Moritz Arndt (Greifswald) üniversitesinde yazar Wolfgang Koeppen’in üçlemesi üzerine araştırmalar yaptı. (Temmuz/2011) İlgi alanları varoluşçu felsefe, epistemoloji (Karl Popper, Thomas Kuhn) Ontoloji (Christian Wolff, Heidegger) ile genel anlamda Alman felsefesi ve postmodern metafiziktir. Kılçıksız’ın ”Zamana Adanmış Yüzlerimiz” adlı deneme-öykü kategorisinde bir kitabı ile ”Buzdan Kuşlar Ormanı” adlı bir şiir kitabı Ekin Yayınevi tarafından (2018) yayınlandı. Kılçıksız’ın ayrıca daha önce yayınlanmış ”Bahar Kapımda” adlı bir şiir kitabı daha bulunuyor. Kılçıksız’ın ayrıca Finlandiya’da yayınlanmış (2004/Eylül) ”Hedelmät jotka eivät tuoksu ruudille” (Dilin barut kokmayan meyveleri) adında bir şiir kitabı da bulunmaktadır. Kültürel ve sosyal içerikli yazıları, ”Aamulehti”, ”Helsingin Sanomat” ve ”Tamperelainen” gibi değişik Fin gazetelerinde yayınlanmış olan Kılçıksız’ın, Türkiye’deki siyasal-sosyal gelişmeleri analiz eden sayısız makalesi de bulunuyor. Tematiği geniş bir yelpazeye dayanan felsefi ve siyasi içerikli denemelerinin yanı sıra, şiirleri ve öyküleri de çeşitli basılı dergiler ve sanal yayın organlarında yayınlannaya devam ediyor. (DevHaber, Duvar Gazetesi, Bianet, Mukavemet Dergi, Artı Gerçek, SalakFilozof, YazıAtölyesi, Cafrande, Komplike Dergi, İnsancıl, DüşünBil, İktisat ve Toplum, Evrensel Kültür, İnsancıl, Ekin, Amanos, Güney, Süje, Bachibouzouck, Gerçek Edebiyat, Kurgu Kültür, Patika, Tmolos, Revue Ayna, Kirpi Edebiyat, Lacivert Dergi, Muhabirce (Almanca ve Türkçe olarak) Asma Köprü, Şiiri Özlüyorum, Yaşam ve Sanat, SonGemi, Elize Edebiyat, Edebiyat Nöbeti, Edebiyatist ve Ek Dergi vb.) Josef Kılçıksız, iyi ve çok iyi derecede Fince, Almanca, Arapça, Türkçe, İngilizce, Fransızca, ve İtalyanca biliyor. Uzun yıllar Helsinki’de yaşadıktan Josef Kılçıksız, daha sonra Paris’e yerleşti. İletişim: e-posta: hasekjusef@gmail.com