Kaan Koç’un yeni şiir kitabı “Ağız”, İthaki Yayınları tarafından yayımlandı.

dikine sevmeye başladın avcı – bir kâr zarar eğrisi – gibi
okumaya çalışanlar seni ters tutuyordu defteri
kurdeleler, dik yakalar, düşük omuzlar ve petrol
ve masada lamban elektrik sızdıran ve adisyonlar
dantelli dantelli dantelli çocukluk uykuların
bir de artık içine kendi gözlerini koymayı unuttuğun rüyalar
senden bir şeyleri çarçabuk aldılar
” diye seslenen Koç ile Söyleştik.

Yeni kitabın “Ağız” hayırlı olsun öncelikle. Kitabı okumaya başladığımda birçok duygunun uçurumuyla karşılaştım, sonra bir düzlükte yükseldiğimi anladım aslında. Kendini kelimelerle deneyen ve kelimeleri bir denek olarak kullanan bir kalemin güzelliğine şaşırdım sonrasında. Her şiirinde biraz daha zor yutkundum, konuşmak için susan birini misafir etmişim de kalbime ağzımı takıp seninle konuşmak istedim. Beni bir düzlükte uçuruma sürükleyen yeni kitabının yolculuğu nasıl başladı?

Güzel sözlerin için çok teşekkür ederim öncelikle. Aslında kitabın “kitap” olarak bir yolculuğu yok diyebilirim. Her şiirin kendi yolculuğu var; buna belki yolculuk değil de ortaya düşüşü desem daha doğru olacak. Bende bir şiirin oluşumu da görünürde pek anlaşılmıyor. Şiirlerimin çoğunu bir oturuşta yazdım. Kitaba dönersem, o da bu şiirlerin, belli dönem ve bütünlüğe dair olanlarının bir araya gelmesiyle oluştu. Şiirime ve bana dair “kendini deneyen, denek olarak kullanan biri” demen ayrıca beni mutlu etti çünkü gerçekten basit hayatımla yapmaya çalıştığım şey bu. Munch’un böyle bir sözü vardı, kendi üzerinde otopsi yaptığını söyleyerek tanımlıyordu sanat anlayışını. Bence sanat meselesinin özüne dokunan bir tespit bu. Kişi, kendi üzerinden yola çıkar, sonra kendi kaygılarını, karakterini, kısacası yüklenip sonradan öğrendiği pekçok şeyi bir kenara atar da daha derine doğru uzatırsa bisturiyi, hakikate dair o kadar çok şey görebilir.

Sanki kocaman bir sahnedesin ve izleyicilere şapkandan kelimeler çıkartıp bunları sihirleyip onlara bambaşka bir boyut kazandırıyorsun. Sihirbaza pek sorulmaz, ama sözcükleri birleştirmek için bir yöntemin var mı?

Onları kendi haline bırakıyorum. Çoğu kez bir sözcüğün başka bir anlamı sahiplenmek istediğini gördüm. Bu şiirsel bir zırva değil, hakikaten. Gündelik konuşmalara bakın, kelimeler can çekişiyor. Anlamın çoktan öldüğü, bedeninin, iç organlarının ve derisinin farklı işler için geri dönüşüme tabi tutulduğu bir çağda yaşıyoruz biz. Daha dikkatli yaklaşırsanız da, her sözcüğün yeniden doğmaya çalıştığını görürsünüz. Ben her bir sözcüğü canlı tutmaya çalışıyorum kendi zihnimde. Sözcükler benim aracım değil, amacım. Böylelikle onları daha işlevsel kullanabilirim. Bir döngü. Araç ölür, amaç yaşar. Amaç yaşadıkça da araç olmaya devam edebilir. Şirlerimde de görünür bir formül falan yok, sırtını salt formüle yaslayan yaratılıcık nalları çabuk diker. Soruna net bir cevap verebildim mi bilmiyorum ama en doğru şekilde kendimi böyle açıklayabilirim bu konuda. Belki son bir ekleme gerekirse; sözcüklere saygı duyuyorum ben. Hayattaki her şeyden çok sözcüğe saygım var.

Cidden çok uzun şiirlerin dönemi sona mı erdi?

Evet. Hayır. Kitleler için görünürdeki uzunluk yerini çabukluğa bıraktı. Fakat çok uzun bir metin de çok çabuk bir metin olabilir. Klasiklerin çoğu böyledir. Aslında kitapta bir dizem olan o “tespit” biraz kinaye içeriyor. Uzunluk göreceli bir mesele ve ben o şiirde somut bir uzunluktan bahsetmiyorum. Yani şiiri açıklamaya girişmek niyetinde değilim ama zaman kavramının değişimine dair bir mesele var orada. Her şeyin çok uzununa hasreden dönemler geçti evet ama bu bir aldanma dönemi. Bir geçiş. İlişkilerin, kitapların, düşüncelerin ve diğer her şeyin çok daha kısa zamanlara sıkıştırılması aslında çok uzun şeylerin daha yeni yeni anlam kazanacağı bir döneme doğru gittiğimizi gösteriyor.

Şiire de spor diyebilir miyiz peki?

Bilinç ve ruh açısından evet. Ağır bir spor. Spor dallarında, fiziksel olarak neler yaşanıyorsa, şiirde de manevi olarak aynı şeyler yaşanıyor.

 

“Yazılabilir Bir Şiir” inde şöyle diyorsun:

“…

Bu yüzden bir kenara not alıyorum kendimi, şöyle dursun

Bakarsın kendim bir gün işe yarar

Anlaşılmaz kullanışlı bulunmaz, işe yarar”

 

Kendini anlatmak gibi bir derdin var mı ya da özellikle anlaşılmamak gibi bir isteğin, işe yaramalı mı her şey? Yazmasaydın neyle anlatırdın derdini ?

Kendim kendimin umurunda bile değil. Hele ki üretme konusunda. Ben hangi şiirimde “ben” diyorsam, kendimden bahsediyorsam orada tüm insanlık adına, haddimi aşarak konuşuyorum. Asla kendi basit, düz ve sıradan varoluşumdan dem vurmuyorum. Benim ne karakterim ne de yaşadıklarım kimseyi ilgilendirmez. Okuyucuya ayıp olur. Tanık olduğum, maruz kaldığım ve düşündüğüm şeylerden yeryüzüne dair ortak neler çıkarabilirim, ne gibi katkılar koyabilirim ortaya, hayatımı neye çevirebilirim… Sırtımı yasladığım sorular bunlar. Her şey işe yaramalı mı? Bu sıkıntılı bir soru. Hiçbir “şeyin” öyle bir zorunluluğu yok, olamaz, olmamalı. Fakat doğanın düzeninde, her şey bir şeye dönüşür. insanoğlunda ise durum biraz daha karışık; dönüşeceğimiz fiziksel durum belli. Ama bilinci olan canlılar olarak, geberip dönüşmeden önce de, hayattayken, pekçok şeyi pekçok şeye dönüştürebiliriz. Ben zaman, yeryüzü ve insanlık için böyle bir sorumluluk hissediyorum. Çünkü benim hayatımı, geçmişte yaşayan bu tür insanlar güzelleştirdi. Şiirler, romanlar, şarkılar, filmler, fikir adamları, devrimciler, mimarlar, ressamlar ve hatta anti kahramanlar, kötü adamlar…

Sorunun üçüncü bölümü için; var olmayan ve hiç tecrübe etmediğim bir olasılık üzerine konuşmak ne kadar isabetli olur bilmiyorum. Ama yazmasaydım herhalde dilsiz biri olmayı, hiç konuşmamayı tercih ederdim. Çünkü gündelik konuşmalar bana yorgunluktan başka hiçbir şey vermiyor. Sadece yazarken gerçekten bir şeyler diyebildiğimi hissediyorum. Ayrıca kimseyi de zorla bana maruz bırakmamış oluyorum. İsteyen okuyor istemeyen okumuyor. Ama kahretsin ki konuşmak konusunda insan ne zaman gerçekten duyuluyor ne zaman duyulmuyor bilemiyoruz. O yüzden yazmasaydım susardım.

Biz hep suçlu hissetmek için mi yetiştirildik sence, yoksa biz sadece beklentileri karşılanmamış hırçın ve yozlaşmaya yüz tutmuş bir nesle mi dönüştük?

Her ikisi de. Üstümüze hep yargılanma korkusu var. Anne, baba, kardeş, sevgili, eş, devlet, komşu, patron… hepsi bizi her an yargılıyor. Biz de aynısını yapıyoruz tabii ki. Hal böyle olunca hangi beklentiyi karşılayabiliriz, hangi beklentimiz karşılanabilir? Kimse arkasına rahatça yaslanıp da bir şey yapamıyor. Yargılar yargılar yargılar. Düşüncede, bilinç içinde özgür değiliz. Ve bu insanoğlunun en büyük defosu.

Senden de bir şeyleri çarçabuk aldılar mı hiç?

Hepimizden alınmıştır bir şeyler. Ama bir yaştan sonra bu seni üzmüyor, şükrediyorsun buna. Kendine biraz daha fazla kıymet vermeye başlıyorsun. Öyle olunca, kendine kötü davranmadıkça da, çevrendekileri de daha mutlu edebiliyorsun.

 

Çok uzun kaçtığın bir şey var mı hayatında, depresif biri misin?

Depresifim ama her zaman da mizahla yaşarım içimde. Çok uzun kaçtığım şeyler de vardır elbet. Muhtemelen hala kaçtığım için farkında değilimdir. Ama kaçıp da durup fark ettiğim meseleler de olmuştur. Öyle zamanlarda geliştiğimi hissettim zaten.

En çok neyden sıkılıyorsun bugünlerde ve en son okuduğun şiir kitabı?

Bu aralar en çok toplumsal konulara canım sıkılıyor elbette. Bu da iyidir. Herkes sıkılsın. Son okuduğum şiir kitabı ise Devrim Horlu’nun Taştaki Dikiş İzi. O da gayet iyidir. Herkes okusun.

 

Ve son olarak: Hadi dünyayı kapatıyoruz hanımlar beyler diye anons geçiyor durum çok ciddi. Çantanı hazırlıyorsun bir yandan gidiyoruz artık. En son ne bırakmak isterdin dünyaya?

Valla hiçbir şey bırakmam. Yeteri kadar insan iziyle dolu bu dünya. Son bir kazık atmak istemem.