Ana Sayfa Kritik Kalbim çırılçıplak: Antoine Emaz şiirinde yapıcı karamsarlık

Kalbim çırılçıplak: Antoine Emaz şiirinde yapıcı karamsarlık

Kalbim çırılçıplak: Antoine Emaz şiirinde yapıcı karamsarlık

Şiirin kendisini büsbütün lirizmin yardımından mahrum bırakması, sinirleri alınmış bir yazı dandizmine yol açıyor. Antoine Emaz şiirinin yeraltı haritasını çıkarmak bu şekilde epey zor oluyor.

Kendi öznelliğinin bir tezahürü olarak Emaz üslubu Fransız edebiyat çevrelerinde geniş yankı uyandırdı. O, aşırı tarihselleştirilmiş donuk üsluba diyalektik olarak karşı çıkan bir yol lehine seçim yaptı. Emaz, metnin gelişiminde, ritim sorunsalına büyük önem atfetti. Şiirlerine daha büyük bir ritmik rezonans kazandırmak için dizelerini detaylandırmak ile sözcük kırıntılarından oluşan ‘ketum’ şiir arasındaki ikilimde bocaladı durdu.

Emaz şiirinde, ilk bakışta, nerdeyse ketumiyet derecesinde bir sıkı ağızlılığın ve yalınlığın hüküm sürdüğü fark ediliyor.

Kendini tınıların tanrısallığından, dünyaya, eşyalara ya da sevilen kişiye aşılanmış kişisel duygulardan mahrum bırakarak, kendisi için vazgeçilmez olanın özünü kaybetme ve sonunda ‘yetim’ kalma riskini aldı.

Lirizmi atomize ederek şiirini yeniden yapılandıran Emaz, lirizmin geri tepmesinden de mustaripti.

Antoine Emaz, muhtemelen şiirin yalnızca kuru kadavrasının bulunacağı fosseptik bir çukurda, daha aşağıya düşmeden, lirizmin reddinin sınırına yaklaşmış gibi görünüyor. Metnin metanetli duruşu sayesinde, düşünen cismani varlığın metafiziksel mevcudiyetine hiçbir gereksiz gevezeliğin zeval vermesine izin vermek istemediği anlașılıyor.

Emaz şiirinde, bir direnç ve bir zorunluluk olarak yontulmuş bir şiir taşı zaten hep ola geldi.

Nadiren birkaç büyük harfın kullanıldığı artık bir mısra gibi görünmeyen dizelerde noktalama işaretlerinin yokluğu nedeniyle, şiirin İskendervari asil ve esnek izleklerinin, hatta serbest şiirin anısının bile okunmadığı bir şiir taslağı ile karşı karşıya bulunduğum izlenimine kapılıyorum.

Emaz’ın şiirinde her yerde bulunan beyaz, kelimenin kendi müzikalitesinde var olmasının, sayfanın çıplak alanında yankılanmasına izin vermenin bir yolu olarak ön plana çıkıyor. Sayfayı gerçekten yutup bitirdiği için beyaz, aynı zamanda ıstırabın, boşluğun, kaybın ve can sıkıntısının somutlaşması anlamına da geliyor. Sayfanın beyaz boşluğunun sessizliğini kıran bu birkaç kelimenin varlığı, onlara bir yoğunluk ve daha güçlü bir hacim katıyor. Ancak șiiri, kelimelerin ve kısa cümlelerin Mallarmean beyazlığın ışınımı olmadan kirli bir beyazın arasına pervasızca serpiștirildiği, güçlükle ve itidalle poz veren bir anlatım şeklini yeğliyor:

“Yıpranıyor bedenin mekanikleri / Kötü hissediyoruz / Sanki her şey yolundaymış gibi davranıyoruz / Öyle olmadığını biliyoruz ama / Zaman kaçıyor ellerimizin arasından / Aniden derisini görmek gibi havası kaçmış eski bir iç lastiğin / Ve kaçıyor sağır edici düdükleri hala zayıf duyulan bir vapurun / Ve her şey beyaza bürünüyor / Beyaza bürünüyor kapalı akşamın kapıları / Usulca sönüyoruz…”

İçinde beyazın geçtiği mısralar, neredeyse düzçizgisel ilerleyen yavaş zamanın ritmine ayak uyduradursun, insan, hafıza boşlukları yüzünden reddedilen zamanın artık pek bir zarafetinin kalmadığı izlenimine kapılıyor. Sonun, başın, ortanın birbirine karıştığı, anlamını yitirdiği, geri çevrilemez zamanın boyunduruğundan kurtulduğunuz hissine kapılıyorsunuz. Bu bir hafifleme sağlasa da aslında biteviye beyaz bir sürüklenișin içinde olduğunuzu sonradan fark ediyorsunuz.

“Aniden yaşlı hissediyorum / Çok fazla ve önlenemeyen o geriye akış…”

Abartılı ihtiyatlılıkları ve dörtlük görünümleri bakımından mükemmel olan bu vasat dizeler, sanki sayfaya yapışan bir adamın nefesinden başka bir şeye ihtiyaçları yokmuş gibi davranıyorlar. “Ancak bu nefese, nasıl bir hayatta kalmak için gereksinim duyulduğu?” sorusu şiiri boyunca yanıtsız bırakılıyor.

“Kazma”, “Çıkarma” ve “Delme” terimlerinin,​​ hem șiir boyunca tekrarlanan görevlerin ifası hem sanki aruzun ilerlemesi için bir işlev yüklendikleri anlașılıyor. Antoine Emaz, yoksul bir amele ve ihtiyatlı bir kuyumcu edasıyla, adeta dilin rahat olmayan yatağını, zamanın, dünyanın ve insanlığın ahvalini kazmaya çalıșmaktadır.

Sadece bir saç teli uzunluğunca bir hayat süren yeraltındaki bir köstebeğin çabası gibi, Antoine Emaz’ın entelektüel yol alışı da her şeyden önce fiziksel bir eylemsellik olarak ön plana çıkıyor. Çünkü özne, yalnızca nadir aydınlanmalar sırasında, “Sardunyanın kırmızısına / Uzun süre dalmaktan” geriye sadece bir lekenin kaldığını fark ediyor;

“O öyle bir leke ki/ Gerçekten her şeyden bambaşka/ Ve anlaşılmayanın koru dediği…”

Yukarıdaki dizeden de anlaşıldığı gibi dünya şair için okunabilir görünmüyor ya da kirli beyaz fondaki lekelerden oluşan soyut bir yapbozu andırıyor. Șiirin protagonistinin ve sözünün işlevi, sanki başka bir gereksinimi, bir projeksiyonu ya da bir varoluş sebebi yokmuşçasına, adeta sadece kısa bir ‘iş raporu’ sunmaya indirgeniyor:

“Boşluktan hiçbir şey götürmeyen bir korkuluğa / Bir pencere pervazına/ yerleştirebiliriz artık sözcükleri…”

Sadece bir kemik ve et çuvalı olarak șair, kâinatta tükenmiş, paramparça, yersizyurtsuz ve varoluş gerekçelerinden sanki yoksun bırakılmıştır.

Sisifos’un onulmaz sahipsizliğinde ve Camus’nün absürde dair projesinin iflasında olduğu gibi, şair yine de direnmeyi sürdürüyor. Şiire damgasını vuran işte tam da bu direniştir. Ancak yine de, bu dünyada paramparça olmaktan da beter yaşayanın tanıklığı geçicidir:

“Görecek bir şey yok artık / Ayakların altındaki yumuşak zemin hissi / Belirsizlik içinde hayat süren birinin/ tüy kadar hafif varlığı gibi…

Doğaya dair metaforlar, umutsuzluğun kayıtsız gösterisi eşliğinde süre dursun, “Ani eğim”, “Bir kuvvetin dağılması” ve “Ufalanmışlık” gibi fizik yasaları arasına kıstırılan özne, tahrip edilmiş heykel yığınlarından bir varoluş hurdalığı izlenimi veriyor.

Ve işte insan onurunu, hatta sanatınkini bile, bozguna uğratan büyük kibir; iletisi olan kitapların önünde dahi boğuntu sürmektedir:

“Kütüphane dediğin / boğulma / düzenli, dikey raflar / ve ağır taşlar gibi, atıl bir sürükleniș…”

Apolloncu ya da Dionysosçu soluğun boğulması pahasına, sadece ciğerden salınan bir ağız kokusu olarak dilsel dağarcığın yaydığı nefes, orada adeta bir rulonun ucunda öylece durmaktadır:

“Ve işte az bir nefes kaldı / ve ağzımda çok uzun süre çiğnenmiş kelimelerin tadı / Ve işte ulaşmayan ve sarmayan konuşmak / Çözmeyen ve dönüştürmeyen / sonsuz nefes…

Her kelimesi bir taş kadar soğuk ve bir taş ağırlığında olan hareketsiz dilinin kibri adeta hiçliğin sınırına dokunmak istemektedir. Lirizmin yokluğu diline bir kasvet bahşededursun, şiirini adeta bir duygu mezbahasına çeviriyor:

“Hâlâ hangi çağrının izini sürüyor kelimelerin? / İşte midyeler, istiridyeler ve kabukları / Ve işte bir ömürden geriye kalan kum: / İnce kıyılmış / Un ufak olasıya hor kullanılmış / ve rüzgarca hoyratça sürüklenen…”

Emaz , “kelimeler ve şeyler” arasındaki Foucaultcu ikiliğin, gerçekliği kelimelerle kuşatmayı yasakladığını anımsatmak istercesine, doğruyu ifade edememekten şiiri sorumlu tutan Platoncu sava telaşla sığınmaktadır.

Antoine Emaz’ın, toprağın kaba eşelenişi gibi, mısralarının doğuştan gelen, uyduruk, varsayılan ve kendinden emin beceriksizliğini, dünyanın güzelliği ve trajedisi karşısındaki aşkın [transandant] diyapazonu sevdiğimi belirtmeliyim; ancak onu incitmeden, köreltmeden kavramak o kadar zor ki, çünkü:

“Sözcükler sevmek için varlar her zaman / Yeterince tiz bir çığlık atmanın bir yolu / Ya da bir şekilde bağırmanın / Kadifesi yırtık rüzgârda…

Ekim 2011’de Antoine Emaz, İstisna (Sauf ) başlıklı bir șiir derlemesi daha yayınladı. Sauf Emaz’ın, kısa, toplu, parçalı, eksiltili ve eliptik tarzda yazdığı şiirlerinden oluşan bir derlemeydi. Derleme, şairin on beş yıl boyunca katettiği yolu takip etmeyi sağlayan kişisel bir antoloji olarak ön plana çıktı.

Derisi soyulmuş, kırılgan, ölçülü bir anlatım, yazarının hem iç gücünü hem de acziyetini ortaya koyuyordu. Az’ın şiiri olarak da nitelenebilen bu derleme, yorgunluğun, vücuttaki yıpranmanın, hastalığın, yaşlılığın ağırlığına rağmen yaşamayı, tutunmayı ve her gün inatla orada olmayı öğrenenin şiiriydi.

Onunkisi, yalnızlık boğuntusuna, bedenin ve eşyaların darlığına rağmen dinlenen, gücünü geri kazanan, büyük bir sessizliğin içine, nefes almak için, dalıp sakinleşen, eşyaya, dünyaya ve mekâna mesafe alan birinin tutkulu anlatımıydı.

Bahçenin, çiçeklerin, ağaçların, manzaraların, doğanın ve en çok ışık ile gökyüzünün yeri doldurulamaz önemi betimlemelerinde göze çarpıyor:

“Her gün geçilen şaşırtıcı manzara / Yavaş yavaş, ama nadiren keşfettiğimiz / ve içinde kayıtsızca yaşadığımız / iç bahçe mi dediniz /onu artık görmüyoruz bile / Oysa içindeyiz / hep kıyısında / Birçok metin için hakiki bir mekâna dönüşen / orada ağırlığın biraz hafifletildiği mekân / içinde bir miktar tutunmayı öğrendiğimiz / Rakipsiz bu uzun savaşta /sırtımızı yasladığımız…  Şimdilik sınırlı bir alanı ayarlıyoruz / ve artık duvarları göremiyoruz kitapların altından… ”

Bazen varlığın bu apansız aşırı okunabilirliği, bu azıcık süren akik şeffaflığı ışığın; orada iç davullar neredeyse sessiz, varlık orada havada asılı ve aynı zamanda dengede ve kendi vücudunun içinden geçen bir hologram gibi görünmeyen o noktada aslında her şey, bence, çok yalın ve nettir. Özne orada eşya yığınından azade bir mekânın parçası gibi; sonra her şeyin ansızın geri gelip, her şeyi dar ve ağır kıldığı bir mekânın parçası gibi duruyor.

Émaz, çıkışa açılan geçidin bir kapı mı yoksa bir yörünge kayması mı olduğunu bilmeksizin yazmaktadır. Şair hangi yöne savrulduğunun ayırdına, ancak etrafında dönen zaman girdabının içine sürüklendiğinde varabiliyor. Șair aslında, bütün kovalamacaların ve sürüklenişlerin dairesel olduğunu bilmektedir. O, yazının, benliğin yüksek duvarlarını aştığı noktada, kör düğümleri çözüp iyileştirdiğinin ayırdına varmış bir bilinçtir. Emaz, çıkışın olmadığı yerde kafesin yeniden keşfedilmesi gerektiğini, bir kere yeniden keșfedilmeye görsün, kafesin o zaman daha büyük ve daha geniş olacağını göstermek istiyor. İşte tam da o bilme ânında, esenlik veren bir kayıtsızlık tesirinde bir katarsis baş gösteriyor:

“Küçük zaman yığınını sayıyoruz günün / Biz hala buradayız / Yarını bekleyebiliriz bu yüzden / Başka bir küçük yığını bekleyebiliriz / Sıkıntı yok, her şey yolunda…”

Şair, son yazda neredeyse pembeleşmiş gökyüzü karşısında acıyı dindirecek şiiri araya dursun, okuyucuya, “sayfayı çevirerek, bu can çekişen güneşle kuşaksız, uzun bir kışa girmesini ” ve “gece ağır ağır yürüyüp uykusuz geçen saatlerin kefenini çekerken üstüne”, şiiri, bir ayin ilahisi okur gibi, mahrem ve alçak bir sesle okumasını salık veriyor:

“İçsel bir bilgeliğin sükûnetine erişir gibi topla şiirlerini / Şimdikileri hafifletmek için eskil acılara sırtını yaslar gibi / Akvarel bir tablo resmetmek için onları sulandırır gibi topla…

Rastlantıdan başka bir şey olmayan bu beklenmedik küçük renk saçağı, perdeye çarpan anlık ışık açısı, tam da bu huzmeler, gün ışığına karşı dengeleyici bir ağırlık gibi orada durmaktadırlar:

Perdelerin terileninin dibindeki bu mavi kenar / kumların üzerinde bir küçük dalgacık gibi duruyor gelgitte / Dışarıdaki ışık sonbahardan daha erken söndüğünde / kuşkusuz daha mavi görünür her şey…”

Aslında Emaz’ın tutkuyla istediği tek şey, bir renge yerleşip, onun tarafından emilmek ve onun içinde erimektir:

“Ben yazmaya başladığım zaman/renk kaybolmuş olacak / ve sönmüş olacak her şey / ve gri lekenin içine dümdüz düşüşü kalacak perdelerin/ Ve işte şimdi / mavi fosfor saçağını yere bırakıyor gece / Perde boyunca akıyor gri / ve evin karo zemini hiç olmadığı kadar solgun…”

Çocukluk Emaz’ın gidebileceği en uzak topografya olarak ön plana çıkıyor. O, çocukluktan gelen bir sesle, fısıldar gibi konuşan birinin çığlığını şiirine yedire dursun, retorik etkiler veya metaforlar olmadan bir şiir konsepti inşa etmeye çalıştı. Onunkisi, çığlığı sessiz, hayatı akışına bırakan ketum birinin, okuru uçurumunun kenarında tek başına bırakmayı amaçlayanın şiir konseptiydi.

Şiirinde gözlemlediğim, yorgun beden, yalnızlık, geçip giden ve özneyi tüketen zaman, hayatın boğucu darlığının içinde küçük soluklanma cepleri ve ani kaygılar gibi izlekler, Sartre’ın formüle ettiği bulantı hissine çok yakın olgular olup varoluş sorunsalına keskin göndermelerde bulunuyorlar:

“İçi boş ve tekbenci dökümden bir kalıp gibi / hey Sen /yalnız kal…”

Bence Emazcı mide bulantısı, Sartrecı mide bulantısından daha da belirgindir. Çünkü, Sartre’da varlık, kendisiyle [hâlâ] karşılaşma olanağı bulurken, Emaz’da, her varlık adeta bir varlık adasına hapsedilmiș gibi duruyor. Yaralı kuşların ölmek için gizlendiği bu yalnızlık adasında Emaz’ın düşünceleri, kafasının duvarlarına çarpıp çarpıp tekrar içeride kalıyorlar.

Zira “kirli bir ırmaktır insan” ve arınmak için denize akacak bir yol bulmalıdır. Ve işte sırf bu yüzden, yalnızlık, adada bir tatmin [satisfaction] olarak deneyimlenemiyor, çünkü, dünyadaki olumsuzluk dalgaları tarafından kıyıları dört bir yandan aşındırılan ve her varlığın kendisini içinde inzivaya çektiği o tarifsiz ada, tek başına yeterli olamıyor, çünkü bu ada gerçeklikten fena halde yoksundur. Ve orada özne kendini tanımak istediği her defasında, giderek bir Terra incognita’ya dönüşen egosuna toslamaktadır. İşte bu yüzden, orada, kendinden kaçış yolu olarak, bir kendilik nefreti baş gösteriyor.

Sartre’ın Nausée’si varoluşsal bir kaygı oladursun, Emaz’ınki kanımca tamamen fizikseldir, mideden yükselir. Çünkü Emazian ıstırabının kökenleri, günden güne ezen bir [The]’nin varlığının sonucu olarak ortaya çıkıyor.

Emaz’yan şiirindeki bunaltı (la Nausée), satır aralarında yatan bir nihilizmi de ele veriyor.

Okuyucu, Emaz’ın şiirindeki karamsarlığın etini sıyırdığında, yaşamanın ya da kendini tam olarak gerçekleştirmenin imkansızlığıyla karşılaşıyor. Bu bakımdan, eseri, toplumu ve değişen derecelerde tüm kültür katmanlarını taciz eden bir çeşit nihilizmin meyvesi gibi duruyor.

Ancak bu nihilist seyir, hayatın ve onun payına düşen güçlüklerin bilincinde olanın, dikenli patikalarında düzensizlik, kargaşa ve çatışmalar içinde bir yaşam yürüyüşü tutturanın direnciyle karşılaşıyor.

Emaz’ın eserinde, görünür bir başlangıç ​​noktası olmayan, sebepsizce ve ansızın belirip yaşamanın boşluğunu hissettiren, yaşam içinde ölümü deşen melankoli ya da bıkkınlık denebilecek yaygın bir burukluk ve hiçlik hissinin ısrarı da hissedilmektedir:

“… geleni görmek için bir balkon / Ve işte olması gereken gece / Sağlam ve istikrarlı / Oraya sırtımızı yaslayabiliriz / Akşama ve sessizliğe / Ve geldiğini gördüğümüz şeye… / Suskun bekleyişlerinde kelimeler ve biz / Oradayız hâlâ…/ Orada yalnız / Altın mavisi kolay bir yaz akşamını yazıyoruz / Ama bu o değil / Maviden daha fazlasını engellediğimiz şey o değil…”

Emaz’ı içgüdüsel olarak rahatsız eden kaybolanların yüzleri, șiir öznesini bir sürek avı gibi kovalayıp taciz ediyorlar. Şiiri, bu bakımdan, sanki ıstırap ve ölüm arasındaki etik karamsarlığın kısa bir anlatısını dillendiriyor.

Emaz’ın yapıtında ölüler her yerdedir; kâh uzaklaşır kâh kalırlar. Onlar, sadece zaman zaman görünen, yine de, onlara imrenmesi gereken yaşayanların arasında bilgelikle yerlerini alıp, büyüyen ve gelişen ağaçlar gibidirler.

Emez’in şiirini direngen kılan, bir bakıma, bu Olumsuzun enerjisidir; özneyi aşağı çeken şeyi, ilerlemeyi sağlayan şeye dönüştüren enerji. Havada süzülen ve ancak karamsar bir șiir okunduğunda yavaşça gerçekliğin dünyasına inen özgür bir elektron gibi hissettiren enerji. Bu enerji, Baudelaire’in onda sağaltım bulduğu ve bir bakma, “Sen bana çamurunu verdin ve ben ondan altın yapıyorum”, dediği șeydir.

Kısacası Emaz’ın șiiri, karamsarlığın içine gizli olan tutunma arayıșının, direngenliğin soykütüğünün bir parçasıdır. O bunaltılarını zamanın kanlı lirizmine gömmek yerine, olay mahaline “Geri dönecegim” dedi, “Oraya gideceğim ” Bunun nedeni, kökünden sökülmüş adamın kendi sözlerini nasıl ürettiğini ve sabanın toprağa saplanması gibi onları yaşamına nasıl soktuğunu uzun zaman önce öğrenmiș olmasıydı.

O, diline attığı gemici düğümlerini, güzellemelere başvurmadan, yine en yalın ve samimi itiraflar aracılığıyla çözmeyi başarıyor.

Dipnot: Çevirdiğim şiirleri Sauf adlı derlemesinden alınmıştır.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl