Kaplanın Sırtında’ tarihsel bir romandır

Zülfü Livaneli ‘Kaplanın Sırtında’1 Sultan Abdülhamit’in İttihat ve Terakki yönetimi tarafından, Nisan 1909’da Osmanlı’nın Selanik’e sürülmesi ve bu kentte yaklaşık üç buçuk yıl süren sürgün yaşamı boyunca tek görüşebildiği kişi olan askeri hekim Atıf Hüseyin Bey ile yaptığı konuşmaların ve İmparatorluktaki diğer gelişmelerin yazınsallaştırılması olarak nitelendirilebilir. Livaneli romanın başında “Selanik sürgünü boyunca II. Abdülhamit ve ailesine bakan, sabık Sultanla her gün görüşmüş olan askeri hekim Atıf Hüseyin Bey’in anılarından yararlandım” açıklamasına yer verir. Gerçek tarihsel bir kişilik olan II. Abdülhamit’in biyografisinin bir bölümünü anlatılaştıran yazarın yararlandığı kaynakları açıklaması, hem romanı çeşitli nedenlerle eleştirenlere, hem de okuyucuya “ben bu kaynakları böyle değerlendirdim; sen de istediğin gibi değerlendirebilirsin” çağrısıdır.

Yazar, romanın ilk tümcesine içkinleştirdiği ‘kaplanın sırtında’ anlatımını bir eğretilememe/metafor olarak kullanmıştır. Bu eğretileme uyarınca, politik erki ya da gücü elinde tutan her şeyi yapabilir; erki yitirdiğinde de kendisine her şey yapılabilir. Burada yer alan “Şehzadelerin çoğu öldürülmeye yazgılı doğar” tümcesi, Osmanlı devlet yönetiminde ‘dünya düzenini koruma’ gerekçesine dayandırılan ‘Fatih Kanunnameleri’ne bir göndermedir. Romanda da II. Abdülhamid’in ağzından anlatılaştırıldığı üzere, ‘Fatih Kanunnameleri’ gerekçe gösterilerek, Osmanlı sultanları, babalarını, kardeşlerini, hatta oğullarını öldürtmüştür. Bu gelenek, Batı yazınında yüzyıllar boyunca Türklerin barbarlığının kanıtı olarak yazınsallaştırılmıştır. Alman edebiyat tarihinden Andreas Gryphius’un ‘Gürcistanlı Katerine’, Daniel Caspar von Lohenstein’ın ‘İbrahim Sultan’ ve Gotthold Ephreaim Lessing’in ‘Reddedilen Taht Veya Cihangir’ adlı yapıtları buna örnek gösterilebilir2 (Kula 2011, s. 171- 273).

Çok katmanlı bir kurgu ürünü olan tarihsel roman, tarihsel olaylara seçenekli bakmaya çağrıdır

Bütün yazınsal türleri harmanlaması nedeniyle, “tümel sanat yapıtı” olarak belirginleşen romanda kullanılan başlıca izleklerden biri de “geçmiş” ya da “tarihtir.” Çok katmanlı bir kurgu ürünü olan “roman” ve tarihçinin dilsel aktarımı dolayımıyla kurgulanan “tarih” arasındaki bağıntı duyarlılık gerektiren bir konudur; çünkü her türlü nesnellik arayışına karşın, tarihçinin öznelliği kaçınılmaz olarak yazdığı metinlere de yansır. Dilsel olarak düzenlenen her şey gibi, tarihsel metinler de en geniş anlamıyla “kurgu” ürünleridir; çünkü her türlü sözlü ya da yazılı anlatım, izlenen amaca uygun olarak dilsel malzemenin düzenlenmesi ya da kapsayıcı deyişle, kurgulanması ile gerçekleşir. Olayları, neden sonuç ilişkisi içerisinde irdelediği sürece, doğal olarak eğer bu başarılabilirse, tarih, bir bilimdir. Buna karşın yazın, sanattır. Yazına sanatsallık kazandıran nitelikler ise, tasarım ve kurgu ile somutlaşan, biçem ve biçemlendirme üzerinden gerçekleştirilen estetikleştirmedir.

Yazın ile tarih arasındaki gerilimli bir ilişki söz konusudur. Bunun nedeni, Aristoteles’in ‘Poetika’ adlı yapıtında dile getirdiği ve bu günde geçerliliğini koruyan “tarih olanı, yazın ise olabiliri anlatır” belirlemesinde görülebilir. Tarih bilimi, olup biteni, neden-sonuç ilişkisi içinde çözümler ve çıkarımlar yapar. Dolayısıyla, gerçek anlamda tarih bilimi, öznel değerlendirmelerden uzak durur. Buna karşın, yazın ise, olabiliri anlatır. Böylece hem duygulanmayı ve düşünmeyi özendirir. Yazar, yazınsallaştırdığı tarihsel olayı ya da kişiyi sahteleştirmeksizin, o olayın ya da kişinin istediği yönünü, istediği gibi kurgular ve betimler; öznel değerlendirmeler yapar. Böylece okuyucuyu birlikte duyumsamaya çağırır.

Öte yandan, tarihsel romanlar çok-katmanlı bir kurgu ürünüdür. Çok katmanlı kurgu kavramı, ‘Kaplanın Sırtında’ romanı örnek alınarak açıklanabilir: Romandaki birçok olayı, çıkar çatışması ya da çekişmesini, II. Abdülhamid kendince kurgulayarak, İttihatçı hekim Hüseyin Atıf Bey’e anlatmıştır. Yenilikçi ve Batılılaşma yanlısı bu askeri hekim, devrik Sultanın anlattıklarından önemli gördüğü olayları ya da olaylara ilişkin çözümlemelerini kendince bir düzene sokarak, daha açık anlatımla, yeniden kurgulayarak yazılılaştırmıştır. Zülfü Livaneli de anılan subayın aktarımlarını da göz önünde tutarak, söz konusu aktarımları kurgulayarak yazınsallaştırmıştır. Böylece, ortaya çok katmanlı bir kurgu ürünü olan yazınsal yapıt, diyesi, ‘Kaplanın Sırtında’ romanı çıkmıştır.

Lukacs’ın ‘Tarihsel Roman’ adlı yapıtındaki saptamasıyla, tarihseli anlatılaştıran yazınsal bir yapıt, “tarihsel gelişimin karakteristik ve vazgeçilmez tipik yönelimlerini, ayrışmalarını ve düğüm noktalarını”3 (Lukacs 2010, s. 15) betimler veya bunlardan birini öne çıkarır. Bu bağlamda yazar, “tarihsel gelişimin ana çizgisini, bunun içerisinde beliren önemli sorunları” görünür kılmaya ve böylece okuyucuya daha başka düşünme ve duyumsama ufukları açmaya uğraşır.

İttihat ve Terakki’nin 1908’de iktidarı ele alması ve Padişahı sürgüne göndermesi elbette yazınsal bakımdan çekici bir malzemedir. Lukacs’ın deyişiyle, bu tür büyük olayların gösterdiği gibi, “insan ilerlemesinin rasyonelliği/ussallığı, tarihte gizli bulunan toplumsal çelişkilerin iç savaşımı” ile gelişir. Bu düşünsel ilkeye dayanan Hegel felsefesi, “insanı, kendi kendinin ürünü olarak, kendi tarihsel etkinliğinin sonucu olarak görür” (Lukacs 2010, s. 32).

Görüleceği üzere, tarihsel roman, tarih bilimi anlayışıyla, tarihsel olayları ve kişileri yinelemez; anlatılaştırdığı olayı ve kişiyi, verili tarihsel durumun estetik-yazınsal betimlemesine dayandırır. Tarihsel romanı çekici kılan şey, yine Lukacs’ın anlatımıyla, tarihsel-kültürel-politik gelişmelerin “dramatik olarak yoğunlaştırımı ve güçlendirimidir.” Livaneli, anılan romanında yazınsal yoğunlaştırımı ve güçlendirimi büyük bir düşünsel-estetik yetkinlik ve insancıl derinlikle gerçekleştirmiştir.

Tarihsel roman, tarihsel olayları yeniden anlatmaz. Bu olaylarda etkin payı olan kişileri “yazınsal” olarak diriltir, bir başka deyişle, tartışmaya açar. Yazarın görevi, insanların “hangi toplumsal ve insani güdülerle düşündüğünü, duyumsadığını ve davrandığını” (Lukacs 2010, s. 50), tarihsel gerçekliğe uygun biçimde, okur için deneyimlenebilir, anlaşılabilir duruma getirmektir. Livaneli’nin ‘Kaplanın Sırtında’ romanında yaptığı tam da budur.

Öte yandan, her okuyucu, yazarın bu romanda anlatılaştırdığı kişilerin ve olayların başka yönlerini, yeterliliklerini ve yetmezliklerini de betimlemesi gerektiğini düşünebilir. Bu düşünce, sanatsal-yazınsal bakımdan son derece olağandır; ancak romanın yazınsal niteliği açısından belirleyici değildir. Hiçbir yazın eleştirmeni ya da okuyucu, yazara tarihsel bir olayın ya da kişiliğin nasıl yazınsallaştırması gerektiği konusunda kural koyamaz. Bu açıklamalardan da görüleceği gibi, salt roman kahramanı II. Abdülhamit ‘Kaplanın Sırtında’ yaşamamıştır. Romanın yazarı Livaneli de, böyle bir tarihsel kişiyi ve onun etrafında gelişen olayları yazınsallaştırmakla, ‘kaplanın sırtında’ devinmenin yarattığı gerilimi göze almıştır.

Theodor Adorno, ‘Yazın Kuramı’ adlı yapıtın yazarı Lukacs’ı eleştirirken, “gerçekliği olduğu gibi yansıtarak sanat yapılamayacağını” vurgular. Adorno’nun burada eleştirdiği şey, Lukacs’ın temel aldığı ‘yansıtım kuramıdır.’ Adorno’nun yazın ya da estetik yönünden tutarlı olan bu yaklaşımı uyarınca, sanat, gerçekliği “görüntüleyerek”, ya da belli bir “perspektiften” olduğu gibi yansıtarak oluşamaz. Sanat, “gerçekliğin görgül biçimince gizlenen şeyleri, özerk kurgulamanın gücüyle dile getirmek suretiyle” oluşur4 (Adorno 1998, s. 264). Sanat, malzemesini biçimlendirir. Biçimlendirme olmaksızın, sanat olmaz. Bu ilke, yazınsal yapıtlar, özellikle de roman için geçerlidir.

Sanat “tarihsel gerçekliği”, görgül biçimiyle yansıtmaz; onu biçimlendirir ve böylece tarihsel gerçekliğe estetik nitelik kazandırır. Ayrıca, tarihsel gerçeklik, sözlü olarak aktarıldığında ya da yazılılaştırıldığında da kurgulanır. Söz konusu nedenle, tarihselin; yazınsallık, daha kapsayıcı deyişle, sanatsallık niteliği kazanabilmesi, kurgulama, biçemselleştirme ve bunların doğal türevi olan estetikleştirme ile olanaklıdır. Dil dolayımıyla gerçekleştirilen biçemselleştirme ve estetikleştirme sonucu ortaya çıkan “özerk sanat yapıtı”, Adorno’nun yukarıda andığım yapıtında yer alan “bir şeyi anlatmak demek, özel bir şey söylemek demektir” (Adorno 1998, s. 42) saptamasında dile getirdiği özgünlük ve tekillikten doğar.

Tarih genellikle tümel söylemlerden oluşur. Tümel bir söylemden özgün, dolayısıyla da tekil bir söylem geliştirmek, Thomas Mann’ın deyişiyle, “anlatının şölenleştiği” romanı, roman, daha geniş bir deyişle, sanat yapıtını, sanat yapıtı durumuna getiren başlıca niteliktir. Bilgisizlik ve kasıt dışında, “tarihseli” estetikleştirerek, özgün bir söylem oluşturmak, söz konusu “tarihseli” bozmak ya da saptırmak olarak adlandırılamaz. Bu ilke, roman dâhil bütün sanat yapıtları için geçerlidir.

Tarihsiz yazın olamayacağı gibi, yazısız ve yazınsız tarih de olamaz

Tarihsel bir olayın yazınsal anlatımı ya da sanatsallaştırımı, çoğunlukla tarih-yazın ilişkisi bağlamında ‘olgu-kurgu’ ilişkisini gündeme getirir. Bu bağlamda doğal olarak olgu, bilimi; kurguysa yazını, daha açık anlatımla, dilsel estetikleştirim ürünü olan anlatı sanatını simgeler. Sanat, dolayısıyla da yazın, olgulara ve olaylara ilişkin değerlendirmeleri çoğaltır. Değerlendirme çoğulluğu, olaylara ilişkin bakışların görecelileştirilmesine uygun ortam hazırlar; başka bakışları gündeme getirir. Böylece tekliği, çokluğa dönüştüren bir işlev görür. Edebiyatın tekliği çokluğa dönüştürme işlevi, çoğulculuk ve tolerans bilincin gelişmesine ortam hazırlar. Yazınsal yapıtları değerlileştiren de bu işlevdir. Zülfü Livaneli ‘Kaplanın Sırtında’ romanıyla edebiyatın bu işlevini bütün yönleriyle belirginleştirmiştir.

Bu saptamaları açıklamak amacıyla dünya ve Türk edebiyatından bir örnek verilebilir. Tarihsel bir kişiliği ya da olayı yazınsallaştıran yazarların başında Goethe gelir. ‘Faust I-II’ Goethe’nin tarihseli yazınsallaştırdığı başyapıtıdır. Yaşamış gerçek bir kişi olan Dr. Faust (1480- 1541) sayısız yapıta konu olmuştur. ‘Faust I’ de Türk imgesi bakımından deyimleşen şu anlatım vardır: “Çok uzaklarda, Türkiye’de halklar bir birini yerken…” Öte yandan, ‘Faust II’ neredeyse tümüyle Osmanlı egemenliğine karşı başkaldıran Yunanları ve onlara destek olmak için, bu ülkeye giden Lord Byron’u edebiyat yoluyla kalıcılaştırmak için yazılmıştır. Goethe’nin ‘Doğu Batı Divanı’ adlı yapıtı da bu bağlamda anılabilir5 (Kula 2011, s. 360- 397). Bu bağlamda Goethe’nin ‘dünya edebiyatı’ kavramını geliştiren yazıncı olduğunu da belirtmek gerekir. Goethe’ye göre dünya edebiyatı ya da yazını, nitelikli yazınsal yapıtların toplamı ve bunların etkileşimle kazandığı yeni yazınsal olgudur.

Türk edebiyatında Kemal Tahir, toplu yazınsal yaratımında Osmanlı Türk tarihine bakışları çeşitlendirmeyi amaçladığını dile getirir. Kemal Tahir’e göre, “Türk romancısının ana ödevi, imparatorluk kurma gücüne sahip Türk insanının geleceği kurtaracak cevherini, bu cevherin tarih boyu taşıdığı insancıl birikimi, bu birikimin gelecekte işe yarar yönünü bulup çıkarmaktır.”6

Bu yazarın ödev olarak gördüğü ve başta ‘Devlet Ana’ olmak üzere, toplu yazınsal üretiminde değişik yoğunluklarda temel izlek olarak konulaştırdığı “Türk’ün tözünü” ya da “Türk’ün ruhunu” yazınsal alanda ortaya çıkarma girişimi, iki ucu keskin bir bıçak gibidir. Bunun başlıca nedeni, ‘Türk’ün tözünü’ açığa çıkarma girişiminin, ırkçılığı körüklemek amacıyla ideolojik kötüye kullanımlara açık olmasıdır.

Leyla’nın Evi’ ve ‘Serenad’ başta olmak üzere, yazınsal yapıtlarında tarihsel öğeleri de yazınsallaştıran Zülfü Livaneli de ‘Kaplanın Sırtında’ romanında II. Abdülhamid’in sürgün yaşamı kapsamında, 31 Mart Olayını da bir yan izlek olarak romana içkinleştirmiştir. İttihat ve Terakki yönetiminin 31 Mart Olayını dinci bir başkaldırı olarak gördüğü ve bu gerekçeyle milliyetçiliğe ve baskıcılığa yöneldiği öne sürülür.

Bu örgütün söz konusu ideolojik yönelim sonucu uyguladığı sıkıyönetim anlayışının, Türkiye’de siyaseti biçimlendiği gibi savlara Taner Timur da ‘Osmanlı Türk Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik’ adlı kitabında ver verir7 (Timur 2002, s. 61) yer vermiştir. Bu bilimci, Kemal Tahir’in ‘Devlet Ana’ romanını bir “Türk-İslam eseri” olarak nitelendirir. Timur’a göre, anılan yapıtın içerik bakımından Marksizm ile “hiçbir ilgisi yoktur”; yapıtın belirleyici niteliği, “İttihatçı dönemden beri birçok solcunun bilinçaltına işlemiş olan milliyetçi” savlardır (Timur 2002, s. 222).

Zülfü Livaneli’nin hoşgörü ve çoğulculuğu güçlendirmek amacıyla, tarihe bakışı çeşitlendirmeye katkı yapma girişimi, ‘Kaplanın Sırtında’ romanında somutlaşmaktadır. Livaneli’nin yapıtlarına içkinleştirdiği tolerans ve çoğulculuk kavramları, Marksist yazın bilimci Zoran Konstantinoviç tarafından da savunulur. Konstantinoviç’in yaklaşımı uyarınca, kurgu dolayımıyla güncelleştirilen “tarihsel”, salt ve değişmez değildir. Kurgulayanın düşünsel yönelimi doğrultusunda biçimlenen “tarihsel”, sadece bir “anlam ve anlamlandırma arayışı” ya da öznel bir yeniden anlamlandırma denemesidir8 (Konstantinoviç, 1988, s. 101102). 4

Bunun yanı sıra, tarihselliği içermeyen, tarihten kopuk bir yazın yoktur. Öte yandan, bu saptamanın tersi de doğrudur: Tarihsiz yazın olamayacağı gibi, yazısız ve yazınsız bir tarih de olamaz. Bu yüzden yazın ve tarih, birbirini içeren, bütünleyen ve gerektiren iki alan olarak nitelendirilebilir. Biri olmadan öbürü olamaz. Bunun yanı sıra, tarih, her iki anlamıyla “yazının” oluşum ve biçimlenim ortamıdır. Dolayısıyla tarih, yazını kuşatır. Yazın ise tarihsel olgu, olay ve kahramanları “geliştirmeksizin”, ya da “dönüştürmeksizin”, kurgu yoluyla sanatsallaştırarak, toplumsal bilincin ve kolektif belleğin süreklilik kazanmasına ve bakış açılarının çeşitlenmesine katkıda bulunur. Zülfü Livaneli’nin ‘Kaplanın Sırtında’ romanında yapmak istediği tam da budur.

Kaplanın Sırtında’ biyografik bir romandır

Öte yandan, ‘Kaplanın Sırtında’ aynı zamanda biyografik bir romandır. ‘Metzler Yazın Sözlüğü’nün ilgili maddesinde de vurgulandığı gibi, kişisel bir yaşamın betimlemesine dayanan bu roman türünde anlatılaştırılan kahramanların iç dünyasının derinliklerindeki olası gerilimler ve çatışmalar betimlenir; dünyaya bakışı, “ahlak değerleri” ve itkileri sorgulanır. Biyografi ya da özgeçmiş, “tarih yazımı ile kurguya dayanan yazın arasında ara bir konum” taşır ve olayları “psikolojileştirme eğilimine” ortam hazırlar.

Biyografik roman, temel aldığı kişinin biyografisinin olgusal-gerçek öğeleri ile sanatsal-yazınsal kurgu arasındaki gerilimi anlatılaştırmak suretiyle çekicileşir. Bu bakımdan, tarihsel bir figürün ya da olayın gerçek mi, kurgu mu olduğu metinin bütünlüğünden de anlaşılamayabilir. Söz konusu nedenle, bu roman türünde “olası belirsizlik” sonuna değin kullanılır; hatta amaçlı olarak okuyucuyu yanıltma da söz konusu olabilir.

Biyografik roman, “yaşamı görülür biçimde serimler”; başkahramanı “belli bir dönemin, sanat yöneliminin veya sosyal durumun temsilcisi” olarak betimleyebilir. Biyografik öğelerin yeniden oluşturulmasının “ötesine geçebilir”; kahramanın “psikolojik iç yaşamını” ayrıntılandırabilir; onun düşünce tarzını, eylemlerini, davranışlarını “psikolojik yapıdan” türetebilir. “Seçenek olayları” anlatıya katarak, biyografinin “olanaklarının düşünülmesini” amaçlayabilir9 (s. 90).

Ayrıca, bu roman türü, tek kahramanın başatlığı, konuların izleklerin sınırlılığı nedeniyle, yazarın anlatılaştırma olanağını belli ölçülerde kısıtlar. Livaneli, betimlediği konuları ayrıntılandırma ve yazınsallaştırma yetkinliğiyle, bu roman türünün sınırlandırıcı özelliğini aşmayı başarmıştır.

Kaplanın Sırtında’ romanında çizilen II. Abdülhamid imgesi

Nitelikli bir yazar, yapıtında yazınsallaştırdığı kişi ya da olaya ilişkin var olan imgeleri ve ideolojik önyargıları yinelemez, yeniden üretmez. Kendi öznel deneyim birikimi ve estetikleştirme yetkinliğiyle, var olan imgeleri sorgulayan, tümleyen yeni imgeler üretir. Böylece yapıtını özgünleştirir. Bu ilkeyi başarıyla romanına içkinleştiren Livaneli, romanın başlıca kahramanı II. Abdülhamit’in kuşku, korku, vehim ve güvensizlik ile çalkalanan iç dünyasını ayrıntılı betimlemiştir. Romandaki deyişle, “İhtilalciler, komitacılar ve Frenk yanlıları” nedeniyle, “kendi ordusunda düşmanı dostundan çok olan” Padişah sürekli “öldürülme korkusu” ile yaşar (s. 14- 15).

Romandaki anlatımla, “bu devirde hiçbir taç sahibinin başı, omuzlarında sağlam durmaz.” ‘Bu devir’, imparatorlukların parçalanma ve çöküş dönemidir. Her parçalanma ve çöküş, egemenleri de kapsayan büyük insani trajedileri birliğinde getirir. Sanatlar arasında yazın, yazınsal türler arasında da roman, insani trajedileri estetikleştirmeye en elverişli yazınsal türdür.

Kendini “bir siyaset adamı” olarak gören II. Abdülhamit, gerilimleri, uzlaşmazlıkları ve çıkar karşıtlıklarını savaşla değil, görüşmelerle çözmeye çalışan “siyasetle her şey çözülür” diye düşünen (s. 17), sarayına “bir opera salonu” yaptırtan ve “İtalyan artistleri saray kadrosuna katan”, “dünya siyasetiyle satranç gibi oynamaya” uğraşan bir egemendir (s. 20). Bu padişah özünden hoşnuttur; hayvan sever bir kişidir. Öz değerlendirmesi uyarınca, Osmanlı tebaasını oluşturun halkları “denge ve adalet ile yaşatmaya” uğraşmıştır. Karşıtları ise, tam da bunun karşıtını düşünmektedir. Livaneli söz konusu karşıtlıkları, bu roman türünün gereklerini de gözeterek, özgürlük, tolerans ve çoğulculuk kavramlarını temel alan bir tavırla anlatılaştırmıştır.

II. Abdülhamit yatırımları ve dünyadan borç toplama işlerinde hep Hıristiyan sarraf Zarifi’ye güvenmesine karşın, “Hıristiyan tebaasına gücendiği için, “birkaç yıl ülkedeki kiliselerin canlarının çalmasını” yasaklamıştır. Bazı Müslüman ileri gelenleri kendisine gelip, dedesi Sultan Mehmet’in Konstantiniyye’yi fethedişinin yıldönümünün kutlanmasını önerdiğinde, “Hayır, katiyen kabul etmem. Böyle bir fetih şenliği Müslüman tebaamı sevindirir; ama Rum tebaamı üzer” demiştir (s. 142).

Zülfü Livaneli ‘Kaplanın Sırtında romanında tarihsel ve biyografik roman türünün bütün yazınsal öğelerini derin bir insancıl duyarlılık ve estetik yetkinlikle yazınsallaştırmıştır. Anılan romandaki şu anlatımlar, bunun göstergesi sayılabilir: II. Abdülhamid “müzik ve marangozluğa çok önem verir.” Buna karşın, görkemli tarihi eserler onun “hiç ilgisini çekmez.” Örneğin, “Antik Bergama’yı ve diğer kalıntıları Almanlara” bağışlar. Buna karşın, Musul-Kerkük petrolünün “öneminin” ayrımındadır. Bu bölgelerin “kendi devletinin mülkü olmasıyla yetinmeyerek, oraları kişisel malı” durumuna getirir (s. 226).

Bu Padişah “az ve ölçülü içki içer; bir rom veya birayla yetinir” (s. 265). Her insan gibi sever, sevilmek ister. Pera’da tanıdığı ve “büyüleyici” güzelliğine âşık olduğu bir mağazada satıcı olarak çalışan Flora Cordier adındaki kadını her andığında “gözlerinden yaşlar” süzülür. Hiçbir taht varisinin “dinini değiştirmeyen Hıristiyan bir kızla evlenemeyeceğini” bilmesine karşın, kısa bir süre de olsa yoğun bir birliktelik yaşadığı bu güzel kadını ömrü boyunca unutamaz. Özgür bir kadın olan Flora “Müslüman olup, hareme girmeyi” kabul etmez. II. Abdülhamid “Anası ve eşi Müslümanlığa hiç dönmeyen” atası fatih Sultan Mehmet’in sahip olduğu güce de sahip değildir. Egemen anlayışa karşı gelemez. Kendisi tahta çıkar; Flora ise yurttaşı olduğu Belçika’ya döner (s. 270- 274).

Avrupa, hem aydınlanmacı, hem de sömürgecidir

Romanın İttihatçı kahramanı Doktor ile söyleşilerinde “savaş yıkımdır; kazananı da yitireni de yıkar” sözünü sürekli yineleyen devrik Sultan’ı “kana susamış bir katil gibi gösteren” Avrupa’ya eleştirel bakılmalıdır. Avrupa egemenleri ve basını “sözüm ona Avrupalı uygar bir kral olan” II. Leopold’un buyruğuyla, Kongo’da “on milyon insanın öldürüldüğünü, milyonlarca kişinin ellerinin kesildiğini” görmezden gelmektedir. Rus Çar’ının da “öldürttüğü, Sibirya’ya ölüme gönderdiği insanların haddi hesabı yoktur.” Ülkesini “parçalamak isteyenlere güçlük çıkaran” II. Abdülhamid, “bu yüzyılın tek suçlusu” gibi gösterilmektedir (s. 280- 281).

Bu değerlendirmeler, bilim ve teknik alanında ilerleyen, Aydınlanmayı güçlendiren Avrupa’nın aynı zamanda sömürgeciliğini ve sömürgeciliğin eleştirisini gündeme getirmektedir. Sömürgecilik, özellikle Afrika ülkelerinden getirilen yüz milyona yakın köle ya da tutsağın Avrupa’nın ilerlemesi ve refahı için yaşamını yitirmesine yol açmıştır. Böylece, Avrupa daha da ilerlerken, sömürgeleştirilen ülkeler ve kıtalar gerilemiştir.

Romanda II. Abdülhamid’in ağzından anlatımla, bu padişah “tebaasına, bir babanın çocuklarına davrandığı gibi eşit davranmıştır.” Birçok Ermeni aile, “onun sayesinde zengin olmuştur; sarayları, köşkleri Balyan ailesi inşa etmiş, hükümetlerde Ermeni bakanlar görev yapmıştır.” Rumlara da öyle insancıl ve eşit davranmıştır. Sarraf Zarifi’yi “baba” diye hitap edecek kadar sevmiş, Karatodori Paşa Berlin Konferası’nda kendisini temsil etmiştir. Yahudilere de eşit davranmıştır. Baş haham, bunun tanığıdır. II. Abdülhamid tüm tebaası arasında hiçbir ayrım yapmazken, “Avrupa hükümdarları, dünyanın dört bir yanını sömürmüş, köle ticareti yapmıştır” (s. 282).

Özgürlük düşüncesi için savaşım verenlere göre, II. Abdülhamit “yalnız Müslümanlara değil, Ermenilere, Rumlara, Yahudilere acı çektiren eli kanlı bir katildir.” Bu baskıcı Padişah, uygulama sözü vermesine karşın, “Anayasayı (Kanun-ı Esasi’yi) ortadan kaldırmıştır.” Gazeteler ağır bir sansüre tabi tutmuştur (s. 32- 34). Muhalifleri sürgüne gönderen ve bazılarının öldürülmesine ortam hazırlayan bu Padişahın yönetimi döneminde “bir buçuk milyon kilometre kare” (bugünkü Türkiye’nin iki katından fazla) toprak yitirilmiştir (s. 54).

Romanda betimlenen İttihatçı imgeleri

Selanik, egemen erke karşı özgürlük ve direnişin simgesi olan kenttir ve Selanik’teki “bütün genç subaylar gibi”, devrik padişahın güvenliğinden sorumlu olan Ali Fethi Bey de “kılıç gibi bir ittihatçıdır.” Böyle olmasına karşın, eski sultana karşı “son derece saygılı” davranır; çünkü hem “düşmüş bir kişiye karşı vurma huyu” yoktur, hem de eski sultanın “durumuna üzülmektedir”; ancak sultanın sözleri ve davranışının “kendini aklama çabası” niteliği taşıdığını da bilmektedir. Ayrıca, kararlı bir karşıt olmasına karşın, devrik Sultana karşı basının ve yazarların “nefreti, aşağılaması, alayları ve hakaretlerini, çok abartılı, haksız ve zalimce bulur.” Kısa bir süre öncesine kadar “önünde yerlere kapandıkları, tahtından uzatılan sırma kordonu öptükleri” halifeye karşı “salyaları akan kuduz köpek” gibi nitelemelerle saldıran İstanbul basını, “kumandanın midesini bulandırmaktadır.” En fazla saldıranlar arasında “Abdülhamid’in servete ve makama kavuşturduğu, Boğaziçi’nde yalı, Nişantaşı’nda konak hediye ettiği” kişiler başı çekmektedir (s. 132). Bu tümceler, sanki bugünlerde ‘yandaş basın’ diye nitelendirilen televizyon ve gazete sahiplerini anlatıyor gibidir.

Romanda anlatılaştırılan ikinci İttihatçı, askeri hekim Atıf Hüseyin Bey’dir ve ‘Doktor’ diye anılır. Livaneli’nin anılarından yararlandığı bu Doktor, ‘İyi kumandan- kötü Doktor” adlı bölümdeki nitelemeyle, düşünme tarzı ve yaşam biçimiyle, “Batılı, özgürlükçü, saltanat düşmanı” bir kişidir. Doktor, özgürlük tutkusunu, Namık Kemal’in ‘Hürriyet Kasidesi’ şiirinin “Ne efsunkâr imişsin ah ey hürriyetin yüzü/ Aşkının esiri olduk gerçi kurtulduk esaretten” dizeleriyle dile getirir (s. 157).

Yine anılan bölümdeki anlatımla, devrik Sultan da Batı’nın bilimine tekniğine karşı değildir; “Batı hayranıdır”; ancak Batılı büyük devletlerin Osmanlı’yı “parçalamaktan” ve Osmanlı topraklarındaki petrolü ele geçirmekten başka bir amaç taşımadığını da deneyimlemiştir (s. 149- 150).

Doktor, Abdülhamid üzerine arkadaşlarıyla yaptığı tartışmadan sonra Mehmet Akif’in, II. Abdülhamid’i ‘baykuş’ ve “kızıl kâfir” diye nitelendir dizleri okur. Bu baskıcı Padişah “şeriat diyerek” otuz üç yıl insanları korkutmuştur (s. 239- 240).

İttihatçı Doktor: Osmanlı ülkesi de Avrupa gibi olmalıdır

Abdülhamit, İngiltere’yi, Fransa’yı gezmiş, o ülkelerin gerçekleştirdiği “teknik ilerleme” karşısında hayran kalmıştır. Avrupa ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki “mesafenin yetişilemeyecek kadar açılmış olduğunu”, kadınlar ile erkeklerin birlikte yaşamını, aydınlık kentleri görmüştür. Doktor ve Avrupalılaşma yanlılarının da tek istedikleri, Osmanlı’nın da Avrupa gibi olmasıdır”; ancak Padişah bu yolda çalışacağına, onların “peşine hafiyeler takıp, ses çıkaranı hapse tıkmış”, en yoğun baskıları uygulamıştır.

Doktorun “aydınların ağzını kapatmasaydınız, onlar halkı aydınlatabilirdi” demesi üzerine, eski Sultan ülkedeki yobazların teknik ve bilimin gelişmesini engellediğini, gerileme ve dağılmaya yol açtıklarını anlatır. Gerileme ve dağılmayı önlemek için, “içerde sükûnu sağlamaya, dışarda da büyük devletleri birbirine düşürüp, devleti ayakta tutmaya” çalışmıştır. Buna karşın, Yeni Osmanlılar “bunların farkında değildir; özgürlük diyorlar, başka bir şey demiyorlar.” Oysa Padişah özgürlük kavramının, “mülkümüzü perişan edeceğini, devletimizi parçalayacağını” bilmiştir. Özgürlük korkusunun baskıcılığa dönüşmesi, ‘Kaplanın Sırtında’ romanında anlatılan başlıca izlektir.

Doktor, Kıbrıs’ta sürgünde yaşamak zorunda bırakılan, aydınların ve gençlerin bilincine “özgürlük” kavramını yerleştiren, direniş ruhunu canlandıran Namık Kemal Bey’in yaşaması ve Abdülhamid’in devrildiğini görmesini diler ve bu büyük yazıncının “Mahvoldu mülk ve millet, kahroldu şan ve şevket/ Hala yerinde duruyor o Allah’ın belası” dizelerini anımsar. Doktor, Namık Kemal ve Tevfik Fikret gibi özgürlük savaşımı verenlerin yanı sıra, Mehmet Akif gibi içten dindar, geleneğe bağlı ve dürüst şair de Abdülhamid’i ‘Kızıl Kâfir’, ‘iblisin ruhu’ gibi nitelemelerle eleştirmiştir (s. 85- 92).

Bu belirlemeler, hem romanda betimlenen baskıcı Sultan’ın kişisel açmazını, hem de özgürleşmek isteyen halkların kaçınılmaz olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasına yol açacağını anlatması bakımından önemlidir. Bu süreçte Doktorun iç konuşmaları salt eleştiri olmaktan çıkıp, özeleştiri niteliği de kazanır. Söz konusu özeleştiri, Selanik’ten giden İttihat ve Terakki önderleriyle ilgilidir (s. 101- 102).

Eski Sultan’ın romanda yer verilen bir başka ilginç kararı, İttihat ve Terakki yönetimindeki “ihtilalci ordu” İstanbul’a geldiğinde, Saray’ı korumakla görevi İkinci Ordu’ya bağlı muhafız birliği cephaneliği açmak istediğinde, “Kapatın cephaneliği, tek bir kurşun atılmayacak. Ben Müslüman kanı döktürmem” buyruğudur (s. 106). “Müslüman kanı döktürmem” diyen eski Sultan, İtalyan sanatçı Arturo Stravolo’nun başında olduğu sanatçı topluluğunca, Avrupa’da güncel oyunları sunmalarından mutluluk duyar. Romandaki nitelemeyle, “Anadolu’da İslam’ın koruyucusu olarak sağlığına dua edilen halife, bir Avrupa kültür hayranıdır” (s. 109). Bu padişahın İngiliz polisiye roman yazarı Şerlok Holmes ve Fransız Piyer Bonson’un yapıtlarını okuması da bu kapsamda değerlendirilebilir (s. 111).

Devrik Sultan, Meclis’i savunan İttihatçıları, bilgisizlikle ve Osmanlı İmparatorluğu’nu, ulus devlet olan Fransa ve İngiltere ile karıştırmakla suçlar. Osmanlı ülkesi, dünyada “ne kadar insan, millet ve din varsa” tümünü içermektedir ve bunları kaynaştırmak zordur. Hele herkesin “bağımsızlık” istediği modern çağda bu iş daha da zorlamıştır. Hem imparatorluk, hem de ulus devlet olan İngiltere ve Fransa’nın böyle bir sorunu yoktur. İlk Meclis’i kapatmasının nedeni, “Türklerin azınlıkta” olmasıdır. İmparatorluğu “yıkmak isteyen” milletlerin temsilcileri çoğunluktur. Müslüman Araplar bile İngilizlerin kışkırtmasıyla ayrılıkçılık yapmaktadır. “Meclis, meclis değil, bir milletler sofrasıdır” (s. 160- 161). Bu yaklaşım, Osmanlı İmparatorluğu ile ulus devlet niteliği taşıyan Fransa, İngiltere, Almanya ve hatta Rusya arasındaki yapısal farklılık üzerine düşünmeye bir çağrıdır.

Ermeni kıyımının anlatılaştırılması, geçmişle yüzleşme çağrısıdır

Geçmişle yüzleşme, kültürel mirası eleştirel bir yaklaşımla ayrıştırma, bir halkın ya da ulusun insanlaşması ve insancılaşması için önemli bir adımdır. ‘Kaplanın Sırtında’ geçmişle yüzleşmeyi özendiren bir romandır. Romanda Doktorun ağzından anlatımla, Padişah “bütün aydınları sürgüne göndermiş”, Sadrazam Mithat Paşa’yı Yemen’de öldürtmüş “binlerce Ermeni yurttaşı” katlettirmiştir. Devrik Sultan “ben bunlarla suçlanamam. Tarih yazacaktır” diye söze girer. Kendisine suikast düzenleyen, yirmi altı insanın ölümüne neden olan ve Osmanlı Bankası’na bombalı saldırı düzenleyen Ermeni komitacıların bile yurtdışına çıkmalarına izin vermiştir. Öte yandan, Van, Sason, Zeytun, Bayburt ve Erzurum’da Ermeni komitacılar tarafından, “binlerce günahsız Müslüman öldürülmüştür.”

Padişah, bu öldürümleri işleyen Ermenileri cezalandırmak yerine, “Ermeni halkıyla kanlı kavgalar içinde bulunan Kürtleri silahlandırmış ve Hamidiye Alayları” adıyla örgütlemiş, “Kürt ağalara paşa unvanı vermiştir.” Kısacası, Abdülhamid’in yönetim anlayışı, “herkesi bir birine kırdırıp, kenardan masum ifadeyle” izlemektir. Sason’da öldürülen Ermeni sayısını az göstermek için, “hükümet güçleri Ermenilerin çoğunu sünnet edip, Müslüman olarak kayda geçirmiştir.” (s. 96- 98).

Romanın İttihatçı kahramanı Doktorun anımsadığı kadarıyla, gerçi Ermeni suikastçılar bağışlanmıştır; ama “ertesi gün omuzuna baltasını alan Türk, Kürt, Boşnak, Müslüman ahali herkesin gözü önünde Ermeni komşularını öldürmüş, olay bir kıyıma dönüşmüştür” (s. 282). Ermeniler “her zaman zulmün kurbanı” (s. 283) olmuştur. Ermeni suikastçılar bağışlanmasına karşın, Ermenilere yönelik kıyım yapılmasının, bir yan izlek olarak romanda anlatılaştırılması, Türklere, Kürtlere ve Ermenilere kültürel geçmişle yüzleşme çağrısıdır. Kültürel geçmişle yüzleşme, insanın insanlaşmasının ve toplumun çoğulculaşmasının da gerekli önkoşuludur. Her halk, her ulus kendi kültür mirasını eleştirel bir yaklaşımla ayrıştırmak zorundadır. Karmaşık bir bütün oluşturan kültür mirasını eleştirel çözümleme girişimi, insancıl ve demokratik kültürel öğelerle, insanlık dışı öğelerin ayrıştırılması, tolerans ve çoğulculuk kavramlarının yerleşmesinin de önkoşuludur. Bu bakımdan, Türk’ün, Kürt’ün ve Ermeni’nin kendi kültürel geçmişiyle eleştirel bir yaklaşımla yüzleşmesi, demokratik ve insancıl bir toplumsal-kültürel yaşam kurmak ve bunu kalıcılaştırmak için zorunlu gereklidir.

Okuma yazma veya dil ve düşünme arasındaki belirlenim ilişkisi

Livaneli romanda dil sorununu da anlatıya katmıştır. Selanik’te güçlenen muhalif subaylar, İmparatorluğun yüzünü “Batı uygarlığına çevirmesini”, Almanya, Fransa, İngiltere gibi gelişmiş, uygar, sanayileşmiş, özgür bir ülke haline gelmesini” istemektedir. İşin garip yanı, “mahpus sultan da” böyle düşünmektedir. Bu düşüncesini Doktor’a şöyle dile getirmiştir: “Maalesef tebaam içinde en geri olanlar Müslüman ahalidir. Hıristiyanlara, Yahudilere karşı okuma yazma çok azdır; çünkü bizim yazımızı öğrenmek zordur” der ve yazının, bir başka deyişle, Arap alfabesinin değişmesi gerektiğini dile getirir. Bu bağlamda Livaneli’nin bütün yazınsal yapıtlarında oluşturduğu estetik ve özgün biçemle, Türkçenin yetkin bir yazın dili durumuna gelmesine yaptığı değerli katkıları da anmak gerekir.

Son söz: ‘Kaplanın Sırtında’, Livaneli’nin hem duygu ve düşünceleri estetikleştirme yetkinliği, hem de tarihsele bakışın çoğullaşmasına yaptığı katkı bakımından olağanüstü ve ayrıksı bir romandır.

1 Zülfü Livaneli (2022): ‘kaplanın Sırtında’; İnkılap Yayınevi İstanbul

2 Onur Bilge Kula (2011): ‘Batı Edebiyatında Oryantalizm II’; İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul

3 Györgi Lukacs (2010): ‘Tarihsel Roman’, Epos Yayınları, birinci baskı, Ankara

4 Theodor W. Adorno (1998): “Noten zur Literatur” (Edebiyat Üzerine Notlar); Toplu Yapıtlar 11, Wissenschaftliche Buchgesellschaft

5 Ayrıntı için: Onur Bilge Kula (2011): ‘Batı Edebiyatında Oryantalizm II’; Türkiye İş Bankası, İstanbul

6 Aktaran: Mustafa Kemal Şan: ‘Kemal Tahir ve Tarihsel Gerçeğin İnşası’ ; yayımlandığı yer: Kemal Tahir’in

30. Ölüm Yıldönümü Anısına”; Sosyoloji YıllığıKitap 10, Sosyoloji Araştırmaları Merkezi Kemal Tahir Vakfı Çalışması.

7 Taner Timur (2002): ‘Osmanlı Türk Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik’; İmge Kitapevi Yayınları, Ankara 2002, s. 222.

8 Zoran Konstantinovic (1988): ‘Vergleichende Literaturwissenschaft- Karşılaştırmalı Yazınbilim’; Peter Lang, Bern.Frankfurt a.M. New York.Paris

9 Yayıma hazırlayanlar: Dieter Burdorf/ Christoph Fasbender/ Buekhard Moennnighoff (2007): ‘Metzler Lexikon- Literatur’; J. B. Metzler Verlag Stuttgart