Ana Sayfa Kritik Karagözden Beyaz Perdeye, Sinema Yazarlığından Pelteye

Karagözden Beyaz Perdeye, Sinema Yazarlığından Pelteye

Karagözden Beyaz Perdeye, Sinema Yazarlığından Pelteye

Sosyal medyanın tarifi-kontrolü zor gücü sinefil kültürü ile birleştiğinde ve ana akım medya, sinema eleştirisini neredeyse tamamen dışladığında; rütbeli, kıdemli, tescilli yazarlarla amatör kalemler arasında bir atışma, tatsız ama sert bir tepişme baş gösterdi.

Sinemanın ülkemizdeki evrimi için geleneksel bir sanatın gösteri temeli korunmak üzere teknik ve ticari yeni forma doğru ilerleyişini ifade eden ‘‘Karagözden sinemaya’’ deyişi sıklıkla kullanılır. Nijat Özön’ün, sinema tarihimize, sorunlara eğilen, kırk yıllık bir süre zarfında yazdıklarını topladığı kitabının da adıdır bu cümle, dersler taşır; ötesinde ‘‘özet’’ içerir.i

Günümüzde sinemanın devinimi ayrı bir boyutu meydana getiriyor. Bu ticari işin ayrı boyutunu ele almak; yeniliklere ve alıcıdaki taleplerin değişimine değinmek şüphesiz uzun, meşakkatli bir çalışmanın ürününü vereceğinden kendi adıma başka bir noktaya değinmek niyetindeyim. Yazının başlığını açacak ve ikinci kısma yoğunlaşacağım. 

Sinema yazarlığı pelteleşti mi?

Başlıktaki ilk ifadeye pek itiraz yönelmez, artık alana yerleşmiştir, kalıplaşmıştır; ancak ikinci ifadeye herkes katılmak mecburiyetinde değildir. Zira karagöz ve beyaz perde somut anlatı biçimleridir: gelenek ve güncel gelecek son derece açıktır, anlatı ve iletişimdeki geçiş belirgindir. Nedir ki sinema yazarlığının pelteye, dahası çorbaya dönmesi öznel yorumu yansıtmaktadır.

Öznel bir yorumu yansıtır ayrıca sinema yazarlığı ve pelte ilk ifadedeki beyaz perde ve karagöz gösterisi kadar somut da sayılmaz. Belki hiç olmamıştır! Öyleyse bir kafa karışıklığı söz konusu: eleştirmenlik, yazarlık, habercilik, reklam-tanıtım, akademik söyleyiş… Tüm bu saydıklarım sinema yazarlığını, ondan beklentileri kapsıyor ve hoş bir rastlantı olarak peltenin de altı doluyor! 

Yazıyı biraz daha daraltırsak geleneksel sinema yazarlarının, karagöz tarafında kalanların ilgi çığlıkları attıkları, okurlara kur yaptıkları bir dönemden geçtiğimizi belirtmek gerekecek. Eski tüfekler, eski topraklar, eski çamlar “son kurşunumuz tükenmedi, fidan veririz, bardak falan olmadık” diye yumruklarını masaya vurmak istiyorlar. Tabi ilgi komiserliğini görev edinenleri; hepsi değil de “devirlerinin geçtiği” sanrısına kapılanları demek doğru olacak. Masaya yumruk vuracaklar ya önlerinde bir masa yok! Birileri o masayı çoktan devirmiş haberleri yok! Ruhları yaşanıp bitenden memnun kalmış, gözleri deseniz geçen bulutlardan nem arar olmuş, sinirceğizleri bir hayli hırpalanmış. Elbet masanın uçtuğunu bilmeyecek kadar saf olamazlar ama bilmezden gelmeleri söyleyecekleri sözün tükenmemesine yarıyor.

*

Sosyal medyanın tarifi-kontrolü zor gücü sinefil kültürü ile birleştiğinde ve ana akım medya, sinema eleştirisini neredeyse tamamen dışladığında; rütbeli, kıdemli, tescilli yazarlarla amatör kalemler arasında bir atışma, tatsız ama sert bir tepişme baş gösterdi. Huysuz eşyanın huyu suyuna uygun tabiatıdır! Rant, bir iktisadi tanım olarak kabaca ‘‘topraktan elde edilen kazancı’’ karşılar. İtibar arayışı ise ‘‘görünür olma’’nın, dillerde tüy bittirme pahasına konuşulmanın ve bir nevi saygıdeğerliğin debdebesini omuzlar. Bilgi paylaşmak, tecrübe aktarmak, yol göstermek gibi dertlerin son kırıntıları da hem faili hem maktulü haline gelinen sosyal medyanın ilgi terörizmi sonucu ortadan kalkınca ve tıklanma sayılarının, o çılgın sayaçların süpürgeleri bu darmaduman olmuş bardakların cam kırıklarını süpürünce kral, tüm o soylu giysilerinden istemsizce soyunur. 

Kıdemli yazarlar bugün artık çıplaklar; evvela geleneklerinden bizzat kendi talepleri ve kararları doğrultusunda sıyrıldıklarından böyleler. Onlar, sahnede ‘‘beni alkışlarınız namına avuçlarınız ve ceplerinizi karıştırıp para sayan parmaklarınız’’ var etti diyenlerin bir benzer örneğinde olduğu üzere kendilerini var eden, ekmeğini kazandıran ilkelerden büsbütün ayrıldıklarında dayanaksız kaldılar.

‘‘Dayanaksızlık’’ belalardan bela bir kurumdur. Dayanaksız kurumlular bu kuruma çatmaya görsün, seyreyleyin o vakit gümbürtüyü! Çaresizliklerinden çürür ve çürümelerinden doğan aksilik ile kediye yükledikleri sermayelerini peşin yahut peyderpey rakip gördüklerini harcamaya yöneltirler.

Sinema Yazarlığında Rekabet mi? Neyden Bahsediyoruz Yahu!

Sinefillerin sanal hesaplar açıp izledikleri her filme dair beğeni ve yergilerini yazdığı bir kuşağa sinema yazarlığı anlatmak yerine deveye hendek atlatmak yeğlenecekken bir de “rekabeti” açıklamak imkânsıza yakındır. Sinema yazarlığı uğruna iktidar mücadelesi verilen bir cazibe odağı olmaktan çıkmıştır. İnternet ve sosyal medyada görüş bildirme enflasyonu, like ekonomisi; kompozisyon kurma becerilerini darmaduman etmiştir. “Çağın ortadan kalktığı” yanılgısı “çağa ayak uydurma” zorunluluğunu da sonlandırmış, bu köksüzlük ve gövdesizlikten pelteye geçilmiştir.

Sinema yazarlığına yönelik tartışmalar, salt bu sanat dalının yazınsal emeği ile sınırlanamaz. Yazarlık, eleştirmenlik ciddi bir solunum depresyonu yaşıyor. Yazıların içeriği, niteliği denli yazarların iletişimi ve okura ulaşımı artık akımlara kuramlara, dünya görüşlerine, tarihsel arka planlara değil; tümden kurumlara ve kurumların karşısında müthiş bir özgüven/özgürlük sahası görülen sosyal medyaya, sanal etkileşime bırakılır hale gelmiş. Bir anlamda başa gelen çekiliyor!

Eskiden beri yayınlar, kurullar, isimler olmuştur, yarın da olacaklardır. Kısıtlamalar, yetkinlikler her dönem değerlendirilecek, çıkarımlar kıstasları belirleyecektir. Sanırım kimse adı konulmamış bu prosedüre itiraz etmez fakat mevcut bulanıklık, yazarların iyi niyetini hedef almakta, yazarlığa küstürmekte ve çemberin dışına itmektedir.

*

Bir kez daha sinemadan çıkıp yazarlığın genel durumuna, ‘‘büyük resme’’ bakarsak karanlıkla yüzleşiyoruz. Yazarlığın tescil meselesi, kıdem meselesi mesleki bağlılığa ve oradan da kurumlara uzanıyor.

Mesleki itibarla ego tatmininin yolları tam burada ayrılıyor yahut ayrılması gerekiyor; öyle umuyoruz. Mümkün mü? Kurumlar da pelteleşmişken, yazarlık bir meslek değilken kısaca iktisadi bir zeminde profesyonelliğe sığmazken; mürekkeple para kazanmak iğneyle kuyu kazmaktan beter iken kurumların, ‘‘mesleki itibar değirmeni’’ne su taşıması gerçekçi bulunabilir mi? Bu gerçekle doyulabilir mi? Karınlar doymuyorsa egoların doyması fayda eder mi? Ortada nasıl bir pasta var ki dilimlerin dağılımı esnasında bir rekabeti konuşalım?

‘‘Ustalık Çağı’’ Kapandığında Kurallar Acemileşiyor

Tüm çağlar kapanıyordu birinciliği ustalık çağına verdiler ve her şey acemileşiyordu ipi kurallar göğüsledi! Eski bir hikâyedir bu: katı olan şeylerin buharlaşması! Post modern, post truth, post zıkkım, ‘‘zehir zemberek’’ çağlarında İbrahim Tatlıses ete, yazarlar ilgiye doymuyor! Kurumlar ise kurallarını, kurullarını işletmeyi sürdürüyor. Ustalık-çıraklık anlayışının ufalandığı bir devirde, ‘‘amatörlük’’ öykünmeye ve heveslenmeye kapandığı sürece kuralların varlığını sürdürmesi acemi gözükmelerine yol açıyor. Dernekler, sendikalar, aidatlar…

Yıllar evvel şimdi hatırlayamadığım bir kaynaktan kulağıma şöyle bir bilgi çalınmıştı. Bu bilgi çoğunuza tuhaf gelebilir, bilgi doğru olmayabilir. İddia diyeyim o halde. Doğru olsa makul karşılayacağım, düzenin tekerini döndüren bir iddia… Türkiye Yazarlar Sendikası’na üye olmak için basılı kitap sahibi olmak lazım geliyormuş. Hak verilebilir. Hani tuhaf karşılanmayabilir en azından. Varacağım yer şu: kuralların hükmü kalmadı! Herkes yazar artık. Kitap bastırmak ayağa düştü. Bir kavga verilecekse, sendikanın bu türden bir derdi bulunuyorsa, hak savunulacaksa Nuh Nebi’den kalma kuralları yaşatmak engel arz etmenin ötesine geçmiyor. Neyse belki de bu iddia gerçek dışıdır. Aradım taradım, sendika sitesinden tüzüğe ulaşmaya çalıştım, bulamadım. ii

Fakat sinema yazarlığı özelinde dileyen SİYAD’ın yönetmeliğini okuyabilir.iii Yazarlıkta istikrar, matbu ürünlerde bir devamlılık aranıyor. Haksız değiller. Peki, sonuç? Bu vasıflarla yazmanın haricinde yazanlar yazar sayılmıyor mu? Vasıfsızlar mı? Alaydan mı yetişmişler, iyi pişmemişler mi? Odun nerede? Ocak nerede? Ustalık-çıraklık ilişkisi dağıldığında ve ilkeleri birbirine bağlayan köprüler atıldığında, ateşler söndüğünde kurallar da kurumlar ve kurum üyeleri gibi anadan üryan kalıyor. Yazarlar ise doğduğuna bin pişman oluyor!

Gelin akıl yürütelim. İşin ehli, akademik unvan sahibi yaşını başını almış bir sinema yazarı bu derneğe üye olmayabilir. Onun yazacakları sinema yazarlığının dışında mı kalacaktır? Bu tür kurumların kapsayıcılık sorunu beraberinde Türkiye entelektüel cenahının hiç aşamadığı bir problemi, tekkeleşme problemini önümüze getirmektedir. 

Konuşuyoruz konuşuyoruz boşa: Hoş(t)!

Geçenlerde sinema yazarı Ercan Dalkılıç’la konuştuk. Uzun yıllar düzenli ve düzeyli bir biçimde yazmayı sürdürmüştü. Sinema yazarlığı alanında, o bir kaşık suda kopan fırtınaya kayıtsız kalmadı; tescilli ve kıdemli yazarlarından, SİYAD’ına, telifine, iciğine-ciciğine dek girmeye çalıştık. Hatta ‘‘yıkıcı eleştiri’’yi bile gündemimize alma iddiasını koyduk ortaya. 

Biz konuştuk, yarın başkaları konuşur, öbür gün başkaları… Tescillisi tenezzül buyurursa yanıtlar, tescilsizi kendi köşesinden kendi âlemine bakar ve bu su durmaz akar.

Tunca Arslan’ın yazısında köpek görselinin kullanılması “amatör” sinema yazarlarını, eleştirmenlerini kızdırmış, kışkırtmıştı. Köpek, çok eski bir gönderme elbette ve ilk ‘‘sahiplenilenlerden’’, sadık, evcil… ‘‘Vahşi doğa’’ propagandisti olmasam da ‘‘sahiplenme’’ söylemine ifritimdir. Köpeği, kediyi sahiplenmek, beslemek ne saçma! Hayvanların ekolojik dengelerini bozup üstüne bir de iyilik pozlarına girmiyor muyuz! Köpeğin sadık olmayanı, bir bakıma başıboş dolaşanı tekinsizdir, malum. Bir üçüncü gönderme itin ürdüğü sıra kervanın yürümesidir. Hiçbir özel ismi kastetmeden, toparlayarak söylemek gerekirse ‘‘köpek çeken’’ bu sinema yazarları, günümüzde o kervanları yolda düzecek kabiliyetten bile uzaklaşmış, festivallerin jüri koltuklarını ısıtmaya can atar bir ruha bürünmüştür. Bu ‘‘fit olma’’ durumu ellerin güçsüzlüğüne işarettir. Ellerinde köpekleri savacak değnekler yok, çağın tüm taşları bağlı; eleştiriden kendi gönülleriyle indiler. Öyleyse bu neyin havası? 

Niçin küçük hesapları el birliğiyle şişirme gayreti sergiliyoruz? Eleştireceksek eleştirelim, yazacaksak yazalım; izleyelim okuyalım. Herkes kendi penceresinden kendi gölgesine baksın. ‘‘Havlayan köpek ısırmaz’’ misali biz konuştukça boşa gitmesin, bir yerlere ulaşsın sesimiz. Her ağzımızı açtığımızda bir ‘‘hoşt’’ duymayalım. Ayrıca tescilliler, köşe başları tutanlar, kitap sahipleri, yani kendi düzenlerinin peygamberleri gölge etmesinler; bizim karanlığımız bize yeter!

i Nijat Özön’ün kaleme aldığı ‘‘Karagözden Sinemaya Türk Sineması ve Sorunları’’ adlı eser.

ii http://www.turkiyeyazarlarsendikasi.org/

iii https://www.siyad.org/uyelik-basvurusu/

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl