KAYBOLAN BABIÂLİ’NİN ARDINDAN: 2

 

Birinci Meşrutiyet’in hemen ardından başlayan İstibdat Dönemi’ndeki gazete ve gazeteciliğe bakacak olursak neler görürüz?

Öncelikle gazetelerin basıldığı matbaa, teknolojik olarak henüz çok ilkeldi. Bir sonraki dönem olan İkinci Meşrutiyet’in cesur ve muhalif kalemi Refik Halid Bey “Üç Nesil Üç Hayat” kitabında üç devirdeki gazete ve gazeteciliği ahlatırken; ilk dönemin baskı makinesini kahve değirmenine benzetir. Sayfalar baskıya hazır hale getirildikten sonra, mürettip başı dışarıya seslenir:

-Karabet! Neredesin? Bırak şimdi ziftlenmeyi de gel, çevir şu mereti!..”

Karabet” kim midir?

Karabet Muşlu bir hamaldır. Birkaç beygir kuvvetinde enerjisi olan canlı motor, diezel markalı değilse de, yine zamanın en sağlam yerli motoru odur, kendisidir. Sokak kapısı eşiğine çömelip tuza batırarak yediği soğanlı ekmeği kuşağının arasına sokar; gelir, makine çarkına yapışır, başlar çevirmeye!”

Bu yöntemle topu topu 300 kadar gazete basılabilir.

Peki gazetenin –daha doğrusu ceridenin- yazı işlerinde kaç kişi çalışmaktadır?

Refik Halid Bey onu de anlatıyor:

Kalem erbabından birkaç memurun, ara sıra verdikleri “bend”ler dışında –o zamanlar “makale”nin adı “bend” idi- gazetenin sahibi olan tek bir adam… Bu adam hem muharrir, hem idare memuru, hem muhbirdir; işte şimdi, Avrupa’da lokomotiflerin süratini anlatmak için Tanzimat üslubuyla makalesini yazıyor…”

Peki bu şekilde basılıp meydana çıkan gazete okuyucusuyla nasıl buluşuyordu?

Daha “Müvezziler” Ortada Yok!..

Refik Halid Bey anlatıyor:

Hani ya nerede gazete müvezzileri? Aramayınız. Bu zamanın gazeteleri yolda satılmaz! Satıldığı yerler son sayfasında ilân olunmaktadır: Sahaflar Çarşısı’nda elhaç Feyzullah Efendi’nin kitaphanesi; Bahçekapı’da, tütüncü Kırımlı Abdi Ağa ile Balıkpazarı’nda sarraf Kayserili Ohannes’in ve Beyazıt’ta Şimkeşhane karşısında Elbasanlı şerbetçi Bayram’ın dükkânları!..”

Ahmet Midhat Efendi, bu sıralarda Avrupa’da motorlu matbaa makinelerinin kullanılmaya başlandığını öğrenince, fabrikasına sipariş vererek bir adet getirtir. Motorlu matbaa makinesi bütün aksamıyla birlikte gümrüğe gelir, oradan da altı sırık hamalı Ebussuud Caddesi’ndeki Tercüman-ı Hakikat binasına taşırlar. Bir şeye benzetemedikleri bu aletin taşınmasını seyredenlerin arasında, sarayın jurnalcıları da vardır. Jurnalcılardan biri olayı çözer; “Bu son sistem bir havan topu” der. Bunun üzerine ilk ihbarcı şerefini kazanmak için, jurnalciler Zaptiye Nezareti’ne koşarlar. İhbarı alan Zaptiye Nazırı’nın bizzat kendisi başlarında olmak üzere bütün hafiyeler, “olay mahalliTercüman-ı Hakikat binasına doluşurlar. Ahmet Midhat Efendi, hiçbir şeyden habersiz, odasında yazı yazmaktadır. Gürültüye sofaya çıkan Ahmet Midhat Efendi’ye yaverler; “Çok şükür, alçak tasarınızı tam zamanında anladık. Şu andan itibaren mevkufsunuz!” derler.

Ne diyeceğini ve ne yapacağını bilemeyen Ahmed Mithat Efendi, birkaç saat sonra matbaaya gelen uzmanların, bu aletin top değil matbaa makinası olduğunu belirten raporları üzerine serbest bırakılır.

23 Temmuz 1908’e kadar süren İstibdat Dönemi’nde gazete ve gazeteciler sıkı bir “sansür” denetimi altında mesleklerini sürdürmeye çalışırlar. Sarayla çatışma halindeki muhalif gazeteciler ise, genellikle yurt dışında sürdürdükleri yayınlarını gizlice ülkeye sokarak faaliyetlerini devam ettirmektedirler.

İstibdat Dönemi Gazeteciliğine Damga Vuran “Baba Tahir”…

Bu durumda İstibdat Dönemi gazete ve gazeteciliğine damgayı; Türkiye’nin gazete ve gazetecilik tarihinde; günümüzdeki ihale takipçisi, belediye beslemesi, rüşvet şantajcısı gazetecilerin atası sayılacak “Baba Tahir” denilen biri vurur.

Baba Tahir” lakabıyla anılan bu kişinin asıl adı; Mehmet Tahir’dir.

1864’te İstanbul’da doğmuştur.

Yirmili yaşlarından itibaren dönemin önde gelen gazetecilerinden birisi kabul edilen Mehmet Tahir, İstibdat Dönemi’nin tam ortasında, 1895’te “Malumat” adında, önce haftalık bir dergi yayımlamaya başlar.

Basın tarihinde önemli bir yeri olan ve sekiz yıl kesintisiz yayımlanan “Malumat”ta dönemin ünlü yazarları yazı yazmıştır. “Malumat”ın sayfalarında Ahmet Rasim, Rıza Tevfik, Faik Ali ve Ali Kemal gibi imzalar görülmüştür…

Malumatçı Tahir” ya da “Baba Tahir” lakaplarıyla anılmaya başlayan Mehmet Tahir Efendi’nin gazeteciliği şantaja, faaliyetleri de Saray Jurnalciliğine dayanmaktadır.

Yoksa aleyhine yazarım ha!” tehdidiyle pek çok kimseden para almakta, alamadıklarını da yerden yere vurmaktadır.

Çok yakın gazeteci ve yazar arkadaşlarını Saray’a jurnal etmekten bile çekinmeyen “Baba Tahir”in her türlü marifeti Sultan Abdülhamit’in kulağına kadar gitmektedir. Ancak Saray’a ve kendisine bağlılığı nedeniyle takdir ve iltifat gören “Baba Tahir”, aynı zamanda “aylığa” bile bağlanmıştır.

Baba Tahir”, “Malumat”ı günlük gazete olarak da yayımlamaktadır.

1900 yılının ilk başlarında İstanbullular, “Baba Tahir”in “Malumat” gazetesi aracılığıyla kendilerini bir “domuz” tartışmasının içinde bulurlar.

İstanbul’un içme suyunun sağlandığı Terkos Gölü’ndeki arıtma tesislerini Fransızlara ait bir şirket işletmektedir.

Malumat” gazetesinde kendileri için arada sırada hoş haberler yayımlayan “Baba Tahir”i, şirket “aylığa” bağlamıştır.

Baba Tahir”e aylık bağlayan şirketin Fransız müdürü, bir zaman sonra memleketine döner. Yerine Fransa’dan yeni bir müdürü gelir.

Yeni müdür; “Bizim aleyhimizde yazı yazmasın diye, hiç kimseye aylık ödeyemeyiz” diyerek “Baba Tahir”e bağlanan parayı kestirir.

Bunun üzerine “Baba Tahir”in “Malumat” gazetesinde şöyle bir haber yayımlanır:

Avcıların yaraladığı bir domuz Terkos Gölü’ne düştü ve boğuldu.”

Haberi okuyan İstanbulluyu bir telaş alır ve Fransızların şirket binasına akın eder. Yaptığı işin vahametini anlayan yeni müdür, “Baba Tahir”in kesilen aylığını hemen o gün, tekrar bağlatır.

Baba Tahir” de şantaj haberini, “Malumat”ın bir sonraki sayısında şöyle düzeltir:

Aldığımız son istihbarata nazaran domuz, hakikaten vurulmuş ama göle düşmemiş, sahilin gerisinde gebermiş ve leşi de bulunmuştur.”

Türk basınına şantajcılığı sokan “Baba Tahir” bununla da yetinmez, sahte belge ve madalya imal eden İtalyan ustaları İstanbul’a getirttir. Bu ustalara yaptırdığı sahte nişanları Avrupa’daki asalet meraklılarına satınca, Abdülhamit’in tahammül sınırlarını da aşmış olur. “Baba Tahir” Trablus’a sürgün edilir. Bir yıl sonra II. Meşrutiyet’in ilânıyla çıkarılan afla İstanbul’a döner. Ancak Trablus sağlığını çok bozmuştur, ancak birkaç ay yaşayabilir ve 1909’da ölür.

Baba Tahir”in basın tarihindeki bu olumsuz rolüne sonraki yıllarda da sürekli gönderme yapılır.

1930’lu yıllarda Arif Oruç, Cumhuriyet gazetesi sahip ve başyazarı Yunus Nadi ile giriştiği polemikte, “Baba Tahir”i öne sürmeden edemez. Arif Oruç, 23 Haziran 1931 tarihli “Yarın” gazetesinde; “Matbuat Dolandırıcısı Yunus Nadi” başlıklı tefrikasına şöyle başlamıştı:

Matbuat Dolandırıcısı Yunus Nadi, Nasıl Milyoner Oldu?

Baba Tahir’in Mel’anet Çömezi İken… -I-

Eski Adliye Vekili Mahmut Esat Bey, “Halk Dostu” gazetesini çıkarırken bir çok muharririn yanında:

-Yunus Nadi baldırı çıplağının nasıl milyoner olduğunu biliyor musunuz? diye sormuştu.

Baba Tahir’lik, berberlik, Abdülhamitçilik, İttihatçılık dolandırıcılıklarını bilenler vardır. Babıâli’nin eski kitapçıları Yunus Nadi’den bahsedilince:

-Baba Tahir mezardan kalksa da çömezinin marifetlerini görse… mukaddimesiyle (girişiyle) söze başlarlar, dünyanın hiçbir serserisine nasip olmayan yüz kızartıcı dolandırıcılıklarını, sahtekârlıklarını, nişan satmalarını, jurnalcılıklarını anlata anlata bitiremezler.

Sonunda da:

-Babıâli’ye ilk düştüğü zaman sarıklı, cübbeli bir puserdi (oğlandı) Baba Tahir yanına aldı, yetiştirdi. Yaman çıktı ha! Hem ustasına külah giydirdi, hem de İttihatçılara… imalarıyla sözlerini bitirirlerdi.”

İşte “Baba Tahir” böyle bir kimseydi.

Ahmet Rasim Bey de Gazeteciliğin Adını Kötüye Çıkaranları Anlatıyor

“…Sorunun en can alacak noktası işte burada. O tarihte “gazeteci” demek: Yerici, ara bozucu, laf taşıyan, yalancı, dolandırıcı (türlü türlü abone, ilân işleri dolayısıyla) iftiracı, rüşvet yiyen (Ya şu kadar para verirsin yahut yazarım ha! ilintisiyle) anaforcu (Tiyatrolara, oyunlara parayla girilen her yere biletsiz, ücretsiz girip çıkmaları nedeniyle)…

Daha sayayım mi? Sanırım ki yeterlidir! Bana öyle geliyor ki, “gazeteci” sözcüğüne de bu anlamları verdiren Osmanlı basınının ilk döneminde, her iki, üç, dört sayıda ad değiştirerek İstanbul dışı abonman paralarını iç etmeğe alışmış olan “Vatan”, “Ayine-i Vatan”, “İstanbul” gibi gazetelerin sahibi, ünlü Eğribozlu Arafakiler, yine bir zamanlar valileri, mutasarrıfları, kaymakamları, kısaca, şunu bunu gözdağı ile düşünme ya da övme ve alkışlamayla dolaba koymakta ün yapmış başka imtiyaz sahipleri, yazarlar, idare memurları, gazeteyle ilişkili kişiler veya ilişkili geçinenler, yarım pabuç muhabirler, İstanbul dışı (muhbir-i sadıklar) rastgele, çalakalem mektup gönderenler… Sözün kısası, bir gazetecinin ahbabının ahbabı olanlar… idi. Diyojen’lerin, Hayal’lerin, İstikbal’lerin, Çaylak’ların, Çıngıraklı Tatar’ların dil temizliği ve şakalarını, kimi okurlarca kuşku ve bir düşünce sapmasıyla, dillere düşürmeye yönelik sayılmış olması da caba!

Rahmetli Faik Reşat Bey’in “Nevsal-i Osmanlı”adlı yapıtı, Arifaki hakkında yazdığı uzun makalede, onun serserilik ve gazetecilik yoluyla yaptığı kötülük ve dolandırıcılıklarının şaheserleri vardır.

Yine bir zamanlar Basiret’in, Vakit’in bunlardan örnek almış olan ve batıp çıktıklarından ötürü “Meryem Ana Kandili” denilen bir takım basılı kâğıtların, İstibdat Dönemi’nde eşsiz, biricik, bir yönden de bilgili geçinmiş olan “Malumat”ın vurgunculukla dillere destan, dahası, Meşrutiyet Dönemi’nde bile epeyce örnekleri görülmüştür.

İşte yıllar, bu kokuşma ve savsaklanmayı “gazeteci” sözcüğü üzerine yığa basa basbayağı saydığımız niteliklerle eşanlamlı yapmıştı…”

23 Temmuz 1908’de ilan edilecek İkinci Meşrutiyet’e işte bu şartlarda varıldı.