Ana Sayfa Litera Karşılaştırmalı Edebiyatın Olanakları ve Sınırları(*)

Karşılaştırmalı Edebiyatın Olanakları ve Sınırları(*)

Karşılaştırmalı Edebiyatın Olanakları ve Sınırları(*)

Zoran Zivkoviç’in “Armağan Zamanlar”ında Ziyaretçi olarak adlandırılan doğaüstü bir karakter, çeşitli mesleklerden insanları ziyaret ederek onları geleceğe, gerektiğinde de geçmişe doğru yolculuklara çıkarır. Ziyaret ettiği kişilerden biri de antik dilbilim uzmanı bir akademisyen bilim insanıdır. Üniversitenin eskiden ardiye olarak kullanılan bir bodrum katına atılmıştır. Artık antik dilbilim ile kimsenin bir işi kalmamıştır. Ziyaretçi bu bilim dalıyla ilgilendiğini söylediğinde akademisyen bu hevesinden vazgeçmesini ima edecek şekilde bir süre susar. Çünkü kendine göre hiçbir işlevi kalmamış bu bilime ömrünü adamış ve hayatını boşa geçirmiştir. Ziyaretçiye aynen şunları söyleyecektir: “Etrafınıza tekrar iyice bir bakın. Bir zamanlar ardiye olarak kullanılan küçücük bir bodrum katındasınız ve burası birkaç ay içinde emekli olduğumda eski işlevine geri dönecek. Bu eşyaları yanımda götüremeyeceğime göre kitaplar ile sanat eserlerinin hepsi bir kenara atılacak. Faydası yok. Yanımda götürsem de fark etmez. Ben öldükten sonra hepsi çöp yığınına dönecek. Orası, antik dilbilimine adanan bir hayatın başarısına dair iyi bir kriter. O yüzden tavsiyemi dinleyin; ilgilenecek başka bir şeyler bulun. Herhangi bir şey. Tarih öncesi çağlara ait dilleri ve uzak geçmişi aklınızdan çıkarın. Modern dünyada kim eski dillerle ilgilenir ki? Geleceğinizi boş yere mahvetmeyin.” (Zoran Zivkoviç, Armağan Zamanlar, çev: Banu Irmak, İstiklal Kitabevi, 1. Basım Ekim 2006, s. 42-43) Akademisyen daha sonra bölüm başkanının emekliliği yaklaştığı için bu yıl işine son vermediğini, çünkü yıllardır tek bir öğrencisinin olmadığını anlatıyor. Akademisyenin çizdiği tablo aslında bugünkü akademinin de bir yansılaması oluyor. Bertall Ollman ise “Diyalektiğin Dansı”nda bugünkü akademinin “alabildiğince az şey hakkında alabildiğince çok şey bilmeyi bir marifet” saydığını söylüyor. (Bertall Ollman, Diyalektiğin Dansı, çev: Cenk Saraçoğlu, Yordam Kitap 1. Basım Ekim 2006, s. 29) 15. yy anonim bir İngiliz şiirinden örnek veriyor sonra: “Yasa tıkıyor hapse erkeği ve kadını/Çaldığında ortak toprağın üstündeki tek bir kazı/ Ama kazın altından çalanlar toprağı/Büyük hain onlar ama, serbest elleri kolları” (Ollman, s. 189) Bugün akademinin “ortak toprağın üzerinden tek bir kazı çalanlara” yöneldiğini ama (Ortak Toprağın Üzerinden Kazı Çalan Çalışmaları) “kazın altından ortak toprağı çalanlar”a yönelemediğini (Kazın Altından Ortak Toprağı Çalan Çalışmaları) çünkü bunun sistematik ve bütüncül bir bakışın gerektiğini söylüyor: “Akademi gerçekten de bilgiyi, her biri yalnızca kendisine ait bir dizi sorunsal ve yöneteme sahip, birbiriyle alakasız ve hatta birbirine düşman olan disiplinlerin dar alanlarına hapsederek parçalara ayırıyor ve ortaya her kafadan bir sesin çıktığı kulak tırmalayıcı seslere bırakıyor. Böylece bilgi ile eylem arasındaki diyalektik bağı koparıyor (…) böylece akademisyenler ve aydınlar bilmekten gelen sorumluluktan rahatlıkla feragat edebiliyorlar. İşte bu mevcut durumu eleştirmek ve bütünleşmiş bilgi gövdesi geliştirmek adına bugün artan sayıda araştırmacı yüzünü Marksist diyalektiğe dönüyor. (Ollman, s. 29)

Zuvkoviç’in pasif, emekliliğini ve çaresiz, çıkışsız bir şekilde doğaüstü Ziyaretçisini bekleyen akademisyeninin tersine Ollman’ın yüzünü Marksist diyalektiğe dönen akademisyenlere yaptığı vurgu çok büyük bir önem taşıyor. Goethe’nin “evrensel dünya edebiyatı” kavramını ortaya attığı “bütün insanlığın edebiyat kültürü” göndermesini içeren aydınlanmacı ve modernist içeriğinin ortadan kalktığını varsayarak postkolonyal ve postmodernist akademinin doğması bugünkü Karşılaştırmalı Edebiyat Bilimi’nin de içeriğini belirliyor. Oysa yine doğması ve ortaya çıkması, evrensel bir insani uyumluluk ve ahengin gerektiği düşüncesinde yatan bir bilimin Ollman ifade ettiği gibi “uyumun yerine kulak tırmalayıcı seslere” bıraktığı günümüzde, kendi başına bir disiplin olmaktan öte bölgesel ve kültürel çalışmaların bir alt kategorisi olarak (Ortak Toprağın Üzerinden Çalınan Kaz Çalışmaları) ele alınışına karşı yüzünü Marksist diyalektiğe dönen ve önemli bir itiraz yükselten incelemeci ve akademisyenlerden biri de Mediha Göbenli. Peter Weiss’ın Direnmenin Estetiği (çev: Çağlar Tanyeri- Turgay Kurultay, YKY, 1. Basım Kasım 2005) ve Vedat Türkali’nin Güven I-II (Gendaş Kültür, İstanbul 1999) eserlerini karşılaştırmalı edebiyat bağlamında incelediği çalışması Direnmenin Estetiği’ne Güven’de (Mediha Göbenli, Direnmenin Estetiğine Güven– Karşılaştırmalı Edebiyat Bağlamında Peter Weiss ve Vedat Türkali, Donkişot Yay. 1. Baskı Kasım 2005) çalışmasında Göbenli’nin “Kazın Altından Çalınan Ortak Toprağı” gösterme çabasında olduğunu belirtmek gerekiyor.

Karşılaştırmalı Edebiyatın Bugünkü Olanakları

Goethe’nin yukarıda değindiğimiz aydınlanmacı ve ilerlemeci “dünya edebiyatı” kavramıyla birlikte –özellikle bu kavramın günümüz için de ne anlama geldiğini sıklıkla vurgulayarak- başlayan çalışma, “karşılaştırmalı edebiyatın” gelişimini ayrıntılı bir şekilde inceliyor. Özellikle “Doğu Bloku” olarak adlandırılan eski sosyalist ülkelerde yapılan karşılaştırmalı edebiyat çalışmalarının ayrıntılı bir şekilde incelendiği bölümler ayrı bir belgesel niteliği taşımakla birlikte, daha da önemlisi Göbenli’nin tarihsel bir bakış açısı sunarken, o dönemde Marksist estetikçilerin yeni bir proleter sanatın bilinen ve kavranan özünün nasıl biçimle karşılanacağı üzerinde yürütülen tartışmalarını bugüne sıklıkla göndermeler yaparak ele alması, incelediği her iki eserin temel özelliğini –bellek kazandırmak– kendi çalışması için de bir ayırıcı bir özellik olmasını sağlıyor.

Göbenli’nin “edebiyat tarihi” ile bugünkü edebiyat ideolojisi ve yapısı arasında kurduğu bu tarihsel koşutluğun gerçekleşebilmesi Marksist diyalektik yöntemi sayesinde mümkün olabiliyor. Bugün için “çokkültürlülük, yapıbozum, bölgeselcilik, postkolonyalizm ve postmodernizmin (hepsi de birbirinin türevi olarak; Ortak Toprağın Üzerinden Çalınan Tek Bir Kaz Çalışmaları!) çıkardığı kulak tırmalayıcı sesler karşısında karşılaştırmalı edebiyatın evrensel insanlık kültürü teziyle bir ahenk kazanan sesini duyurması açısından da önem taşıyor. İşte karşılaştırmalı edebiyatın bugün için taşıdığı temel olanak, onun temel verisi olan bütünsel ve evrensel bir insanlık kültürünün hâlâ mümkün olduğunu ortaya çıkarmasında yatıyor. (Bu aynı zamanda karşılaştırmalı edebiyatın en yetkin çalışmalarının neden eski sosyalist ülkelerin üniversitelerinde gerçekleştirilebildiğinin de bir açıklaması elbet.) Bu olanağın içinde başka olanakları da barındırdığını söyleyebiliriz artık. Aslında bu olanağa da başka bir soru sorarak ulaşıyoruz. Göbenli’nin çalışmasını gerçekleştirirken bugün karşılaştırmalı edebiyatın getirdiği yaklaşımları reddedip, karşılaştırmalı edebiyatın mirasını benimseyerek yaptığı çözümlemenin nasıl anlamlı sonuçlara varabildiği sorusuna verdiğimiz yanıtın içinde bulunuyor.

Bu yanıt bugün “değişen ve değişmeyen” ilişkisindedir. Karşılaştırmalı edebiyatın bugünkü uygulayımının artık dünyanın değiştiğini sınıf çelişkilerinin bittiğini, yerini kimlik vurgusunun aldığını ve sömürgecilik sonrası bir dünyaya ulaştığımız savlarıyla temellendiğini söylemiştik. Değişen buysa Göbenli’nin de gösterdiği gibi değişmeyene bakmamız gerekiyor. Değişmeyen kapitalizmdir. Kapitalizmin içinde gerçekleşen her türlü niceliksel değişimin niteliksel olduğunu söylemek onun bugün yaşadığımız sonuçlarını “gizlemek” anlamına geldiğini söylemek demektir. Değişmeyenin kapitalizm olması asıl değiştirilmesi gerekenin o olduğu vurgusunu da içinde taşır. İşte bugün bir karşılaştırmalı edebiyat çalışmasına Göbenli’nin neden Direnmenin Estetiği ve Güven’i seçmiş olduğunu ortaya çıkıyor. Kapitalizmin karşısında edebiyatın bir gücü olduğunu düşünüyorsak bunu göstermek için bu iki romandan daha iyisinin seçilmesi herhalde imkânsızdı. Her iki yapıt da kapitalizmin kültürüne karşı edebiyatın bir sınıf kültürü yaratmak için ve bunun için de gerekli tarihsel birikimin varolduğunu gösteren yapıtlar olması, bugüne bir yanıt niteliği taşıdıkları için “kendi içlerinde olanakları barındıkları için” aslında Direnmenin Estetiği’ne Güven bize olanakların olanağını da göstermiş oluyor.

Karşılaştırmalı Edebiyatın Bugünkü Sınırlılıkları

Bu olanaklara değişen ve değişmeyen diyalektiğinden baktığımızda olanakların bazı “sınırlılıkları” da taşıdığını söylememiz gerekiyor öyleyse. Ama önce bu sınırlılıkların hangi karşılaştırmalı edebiyat için geçerli olduğunu belirtelim. Aslında açık. Artık bir “studies”e dönüşmüş bugünün karşılaştırmalı edebiyatı değil, Göbenli’nin anladığı ve uyguladığı bir “bilim” olarak karşılaştırmalı edebiyat.

Goethe’nin “dünya edebiyatı” kavramının dayandığı evrensel insanlık kültürü, tarihsel olarak da aydınlanmanın başlarına rastlıyor. Aydınlanma ve modernliğin iç içe geçmişliğe ile biçimlenen beş yüz yıllık bir kültüre kapitalizmin eşlik ettiğini unutmamak gerekiyor. Bu beş yüz yılın yüz elli yıllık bir dönemini Marksist düşüncenin ve pratiğinin eşliğinde yürüyen bir “sınıf mücadelesi” dönemi olarak düşünsek bile bu mücadelenin aydınlamanın sabitlerinde bir devrimi gerçekleştirebildiğini ileri sürmek mümkün gözükmüyor. “Sosyalist aydınlanma” kavramının kapsamı ise sürekli bir belirsizlik taşıdı. Sosyalist gelenek daha çok burjuva aydınlanmasının mirasını devralarak krizi aşmaya çalıştı ve bu doğruydu da. Doğruydu çünkü bir dünya devrimine kadar “mücadelenin yaratacağı” bir aydınlanmanın önsel olarak varlığı tartışılmazdı. (Göbenli’nin referansları arasında da gördüğümüz) Perry Andersson’ın da vurguladığı gibi “modern”liği lağvedecek olan da Marksizmin kendisiydi. (Perry Andersson, Postmodernizmin Kökenleri, çev: Elçin Gen, İletişim Yay., 2002) Burjuva aydınlanması ile kendi aydınlanmasını bir türlü gerçekleştirememiş sosyalizm bu çelişkisini bağrında hep taşıdı. Ancak mücadele beklenen aydınlanmayı yaratamadığı gibi -şimdilik kaydıyla- yenilgiye uğradı. “İlerleyemezsen gerilersin” kuralı uyarınca sağ bir savruluşla postmodern dönemin hâkimiyeti altında yaşadığımız döneme girdik. Sonuçta günümüz için bütün bunları bir veri olarak düşündüğümüzde dönüştürülememiş bir aydınlanmanın hasarlarını bünyesinde barındıran karşılaştırmalı edebiyatın, sınıf mücadelesinin kültürel alanının önemli çözümlemelerinden biri olan “egemen kültürlerin baskılayıcı” etkisini nasıl bertaraf edeceği tartışmalı bir noktadır. Şüphesiz artık bu noktada, bu saptamayı yaparken kapitalizmi gizleyen yukarıda değindiğim akademi yapılanmasını, Ortak Toprağın Üstünden Çalınan Tek Bir Kaz Çalışmaları’nı dikkate almadığımı belirtmeye gerek var mı? Kastım Göbenli’nin önerdiği biçimiyle bir “olanakların olanağı” olarak karşılaştırmalı edebiyata içkin sınırlılığı bir çelişki olarak görüp görmediğini anlamaya çalışmak. Örneğin Goethe’nin “doğu edebiyatları”yla fazlasıyla etkilendiğini biliyoruz. Bu etkinin bir yansıması olarak Alman şiirinde bazı gazel örneklerinin yazılmış olduğunu da. (bkz: Zeki Karakaya, Karşılaştırmalı Edebiyat-Alman Şiirinde Gazel Örneklerinin İncelenmesi, On Dokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 14, 2002 http://www.omuegitim.edu.tr/dergi/sayi14/almansiirinde.pdf) Ancak bu tür örneklerin sorunun bir yanıtı olmadığını, aksine sorunu daha bir gözlerimizin önüne serdiğini söyleyebilirim. Çünkü batı edebiyatında bu tür etkilenmelerin çok sınırlı kaldığını biliyoruz. Bu tür etkilenmeler son dönemde postkolonyal bir etkiyle mistik bir havada batı romanını etkiliyor gibi gözükse de bu etkilenmenin daha çok batının hiç vazgeçmediği oryantalist merakının bir sonucu olduğunu söylemek mümkün. Burada Göbenli’nin çalışmasının başka bir olumlu özelliğini saptayabiliriz: O da karşılaştırmak için seçtiği örneklerin de gösterdiği gibi karşılaştırmalı edebiyata Marksist diyalektik yöntemle yaklaşmak gerektiği. Bu yöntemin dışındaki bütün yaklaşımlar karşılaştırmalı edebiyatın bu sorun karşısında çaresizliğini göstermekten başka bir içerik taşımıyorlar maalesef.

Bugün için karşılaştırmalı edebiyatın kuramsal sınırlılığı olarak düşündüğüm içkin sorunun yanı sıra daha çok pratik uygulamaya yönelik bir sınırlılıktan söz etmek mümkün. Karşılaştırmalı edebiyatın böyle bir sorumluluğu taşıyıp taşımadığı ayrıca tartışılabilir ama yine de onu bugünün sıkışmışlığında bir olanak olarak görüyorsak bu konuda da söyleyecek sözü, gösterecek yöntemleri olması gerektiğini de söyleyebiliriz. Örneğin Göbenli’nin yaptığı gibi Alman ve Türk edebiyatından iki eser seçmiş olalım ve yine Göbenli’nin düşündüğü gibi ülkelerin edebiyatlarında toplumsal koşulların belirleyici olduğunu düşünelim. (Ben de öyle düşünüyorum.) Türkiye edebiyatının son 50 yılının darbelerle biçimlendiğini söyleyebiliriz. Çok uzağa gitmeye gerek yok en son yaşadığımız 80 Şiiri tartışmaları bile bunu kanıtlamaya yeter. Bu tartışmada 12 Eylül darbesinin genel tartışma noktasını belirlediğini hemen görebiliriz. Alman edebiyatının son 50 yılında darbelerle biçimlenmiş bir edebiyatın olduğunu söyleyebilir miyiz? Direnmenin Estetiği’nde de gördüğümüz gibi yegâne süreç olarak İkinci Dünya Savaşı’na doğru gidilen koşulları, savaş koşullarını ve savaştan sonra gelinen noktayı bir benzerlik olarak görsek bile, Direnmenin Estetiği’ne politik roman olarak görüldüğü için uzun yıllar soğuk bakıldığını, İngiltere’de halen çevrilmediğini (Direnmenin Estetiği, Çevirmenlerin Önsözü, s. 5) ya da özellikle Alman edebiyatında İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan, cephe dönüşü askerlerin hayal kırıklarını anlatan romanları düşündüğümüzde ülkelerin toplumsal koşullarının edebiyatta genel ve dönemsel eğilimleri ortaya çıkardığını görürüz. Ancak yine de Direnmenin Estetiği’nin bize bugün Alman edebiyatının genel eğilimini gösterdiğini ya da Güven’in böyle bir eğilimi yansıttığını söyleyebilir miyiz? Yansıtması gerekir mi? Tabii ki hayır! Söylemek istediğim eğer toplumsal koşullar genel eğilimleri edebiyatta belirliyorsa karşılaştırmalı edebiyatın bu genel eğilimleri vermekte ve çözümlemekte yöntemsel sınırlılıklarının olduğu. Bugün için özellikle genel eğilimler bir ülkenin edebiyatını anlamak için çok büyük önem taşıyor. “Küreselleşme” dönemi deyip piyasa koşullarının ülkelerin edebiyatlarında da genel eğilimleri belirlediğini söylersek (ki bu çok da yanlış değil) bu bilgi bizim için sadece ele aldığımız ülkenin edebiyatı hakkında bir kalkış noktası sağlar ama genel eğilimi saptamak için yeterli veriyi sunmaz.

Sonuç

Direnişin Estetiği’ne Güven’in, Marksist diyalektik uygulayımıyla, Marksist bir akademisyenin biraz da isyan bayrağını çekerek Ortak Toprağın Üzerinden Çalınan Tek Bir Kaz Çalışmalarına kendi alanında verilmiş önemli bir yanıt olduğunu düşünüyorum ve bu yanıtın iyi okunması gerektiğini.

(*) Bu yazıyı on bir yıl önce Varlık dergisinde yazmıştım (Sayı: 1198/ Temmuz 2007). Yazıda da belirttiğim gibi bugün; “dünya edebiyatı”, enternasyonalizm, evrensellik ve emperyalizm kavramlarını yaratan bir dünyadan, “sınıfın” yok sayıldığı, sömürünün cinsiyetseleştirip kimlikleştirildiği, tarihin bütünsel akışının değil insanın beceriksiz, çıkarcı, kötücül bireysel kısırdöngüsünün “tarihselliği” yarattığının ileri sürüldüğü bugünün; postkolonyalizm, metinlerarasılık, pastiş kavramlarının dünyasındayız.

“Böyle bir dünyada elbette karşılaştırmalı edebiyat bir “bilim” değildir. Bugün “karşılaştırmalı edebiyattan” söz edenler, sınıfı, evrenselliği, insanın tarihselliğini düşünmeyi çoktan bıraktı. Yine de “tarihin” ve insanın dönüşü yavaş yavaş sürüyor. Şimdiki karşılaştırmalı edebiyat tartışmaları ancak bu dönüşün şafağını görmek ve kabul etmekle mümkündür.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl