İstanbul’un güzel yüzü Balat’la tanıştığımda sene 1999’du. Canon AE1 makinemin 50 mm’lik objektifiyle ilford filmlere 36 karelik siyah beyaz “an”ları kaydettiğim, ölümsüz hatıralar biriktirdiğim, Balatlı çocuklarlarla su savaşı yaptığım, kahvelerinde soluklanmak için çay içtiğim, tarihi yüzyıllar öncesine dayanan güzel yüzlü Balat.

Hayat kargaşası, iş güç gibi nedenlerle aylardır uğramadığım bu güzel semte Galeri Eksen Balat’ın düzenlediği “Özgün Baskı Sergisi”ni gezmek için gittim. Semtin sokaklarında galeriye doğru yavaş yavaş ilerlerken, semtin bizden önce kaç yaşama tanık olduğunu düşündüm. Medeniyetlere ev sahipliği yapmış, Bizans, Roma ve İstanbul kadar esrarlı, büyülü bir semt… Balat’ın o yaşam dolu sokaklarında, bir 23 Nisan günü içim neşe ile doldu. Havanın, kapı önlerinde oturan insanların, cumbalı tarihi evlerin dokusunun sıcaklığı içimi sardı.

Alyan Caddesi No: 32 ye geldiğimde saat 17.00 civarlarıydı. Balat’ın ruhunu taşıyan 150 yıllık bir binada, harika bir sergiye ev sahipliği yapan galeri alışılmışın dışında adeta bir ev sıcaklığında, mutfağından gelen kakao kokularıyla beni karşıladı. Görmek için gittiğim Özgün Baskı eserlerinin yanında tarihe şahitlik etmiş masalar, koltuklar, lambalar, tablolar bir çok güzel duyguyu bir arada hissetmemi sağladı. Balat’a benziyordu burası. Balat kadar çok yaşam dolu.

Kahvemi yudumlarken gravür, serigrafi, litografi ve ağaç baskı olan eserleri izlemeye başladım. Eren Eyüboğlu, Erol Akyavaş, Saim Bugay gibi 19 değerli sanatçının eserleri tuğla duvarların sunumuyla karşımdaydı. Sergide eserleriyle yeni tanıştığım sanatçılarda vardı. Bunlardan birisi gravür tekniğiyle yaptığı eserini izlediğim Kasım Koçak’tı.

Gravür, eserin işlediği konu ne olursa olsun hep çok farklı ve özel bir teknik olarak gelmiştir bana. Eserin yapım yılı çok yeni bile olsa, sanki yıllanmış bir şarap tadında o eseri keyifle izlerim. Gravür sanatı, grafik sanatların bir kolu olan Osmanlıcada “hakk“ (kazıma-kabartma) sözcüğü ile ifade edilen bir resim tekniğidir ve XV. yüzyıl’da Hollanda’da başladığı sanılmaktadır. İlk bilinen gravürler Ren kıyılarında ağaç üzerine kazınarak yapılmış olan figürlerdir. XV. Yüzyıl’da Albert Dürer ağaç ve bakır üzerine yaptığı gravür eserleriyle dünyada ses getiren bir sanatçı olmuştur. Gravür Sanatı, Almanya’dan Avrupa’ya tüm dünyayı etkilemiş Türkiye’de 2. Abdülhamit devrinde saray çevresinde gelişmiştir. Önceleri konu olarak din ve dini semboller işlenirken sonraları doğaya, insana, şehirlere yer verilmiştir. XVII. yy ‘da batılı sanatçılar tarafından çalışılan İstanbul konulu gravürler o dönem yaşamını ve mekanlarını günümüze taşımıştır.

Evet, tuğla duvarların sunumunda, seyrederken çok etkilendiğim eser Kasım Koçak’ın 1987 yılında yaptığı “Söz Meclisi” adlı çalışmasıydı. Bu sergi ve bu eser beni Kasım Koçak’la tanıştırdı. Sergiden sonra yaptığım araştırmalarda çağın bilgi bankası Google’da bile sanatçı ve eserleri hakkında çok fazla bilgiye ulaşamadım. Ama az da olsa gördüğüm akrilik tabloları, gravür çalışmaları beni onun dünyasına daha çok çekti.

Biraz onun kim olduğundan ve neler yaptığından bahsetmek istiyorum. 1951 yılında Tokat’ta doğmuş, 1970-75 yılları arasında İstanbul Devlet Güzel sanatlar Akademisi Resim Bölümü’nde Neşet Günal ve Özdemir Altan atölyelerinde öğrenim görmüş bir sanatçıdır. Ressam Aysun Koçak ile Maltepe’de bir atölye açmış ve Maltepe Ressamları olarak anılan sanatçı topluluğunun kurucusu ve öncüsü olmuştur. Hayatında iki defa resim yarışmalarına katılmış, 1981 yılında DYO Resim Yarışması’nda başarı ödülü, 1985 yılında Deniz Kuvvetleri Anıt Yarışması’nda mansiyon ödülü kazanmıştır. “Cumhuriyet dönemi Türk Resimlerinden 75 Başyapıt” isimli koleksiyonda bir resmi bulunmaktadır. Kasım Koçak’ın resimlerini incelediğimizde sanatçının resimleriyle adeta bir günlük tuttuğunu, yaşamında tanık olduğu sosyal, siyasal olayları sanatıyla işlediğini görürüz. Madenciler, Bozkırın Dilsizleri, Gittikçe Çoğalır Delimiz Bizim, Maymun Padişahlar eserlerinden bazılarıdır. Halen Maltepe’de bulunan atölyesinde çalışmalarını sürdürmektedir. Ve onunla Balat’taki bu Özgün Baskı Sergisi aracılığı ile tanıştığım için kendimi çok mutlu hissediyorum.

Evet, Söz Meclisi adındaki o büyüleyici eser…

Bir koç, çobanının karşısına oturmuş kaval çalıyor. Gravür sanatının siyah beyaz ton geçişleri arasında beni düşünceler ve kelimeler arasında bir yolculuğa çıkartıyor.

Kaval, çobanlar için gerçekten çok önemli bir müzik aletidir. Genelde sürüyü otlatmak, sürüye su içirmek ve bir yerden bir yere götürmek için kaval çalarlar. Yani kaval çalarak sürüye egemen olurlar. Bu eserde ise çoban koçtur ve koç kavalı çalmaktadır. Tam anlamıyla ironik bir yaklaşımdan söz edebiliriz. Sanatçı eseriyle neyi anlatmak istemiştir? Bir yandan kahvemi yudumlarken bir yandan 2016 yılının geçmiş yüzyıllardan çokta farklı olmadığını, etrafında olan biten şeylere duyarlı olan tüm insanların iktidar ve kimlik olgusunu her zaman sorguladıklarını düşündüm.

Dünya’da insanın var oluşundan beri tam anlamıyla barışı, adaleti, eşitliği, insanlığı, özgürlüğü ve kendimizi tanımlayamadığımızı, bulamadığımızı, keşfedemediğimizi düşünüyorum. Hep birileri kaval çaldı. Ve insanlık olarak, hangi topluma, ulusa ait olursak olalım, kaval sesinin eşliğinde büyülenmiş gibi bizlerden ne isteniyorsa onu yaptık. Savaşa git dedi ses, hep beraber savaşa gittik. Evleri yıktık, çocukları ağlattık, mavi gökyüzünü griye boyadık. Evet çoğu zaman birey olarak değil bir sürü olarak hareket ettik. Peki neden?

İktidarlar sürü psikolojini insanlık tarihinin en başından beri kullanmaktadırlar.

Tüm dönemlerin iktidarları bireylerin hayal gücünden beslenir. Bizlere sağlık, iş, eğitim, güvenlik, ev, yol, hastane, metrobüs vs. gibi şeyler vaad ederler. Ama bu vaat ettikleri şeylere öncelikle ihtiyaç duymamızı sağlarlar. Ne garip bir döngüdür ki bu, olan biteni fark etsek te fark etmemişiz gibi davranırız.

Sürüyü meydana getiren bireyler kimler olursa olsun; yaşama biçimleri, iş güçleri, karakterleri yahut zekâları ister benzer, ister ayrı olsun kalabalık haline gelmiş olmaları onlara bir nevi kolektif ruh aşılar. Kolektif bilinç içerisinde, bireylerin aklî yetenekleri ve kişilikleri silinir. Aynı cinsten olmayan aynı cinsten olanın içinde boğulur, kaybolur ve bilinçaltı özellikleri üstün duruma gelir (Egonun hâkimiyeti). Sürüler zekâyı, muhakemeyi, değerlendirmeyi değil, iyi-kötü ayırmaksızın ortalama değerleri bir araya toplarlar.”

Son yıllarda hepimizin tanık olduğu birkaç olayı örnek olarak vermek istiyorum. Örneğin Sağlık segmentindeki yaşadığımız kuş gribi vakaları. İnsanlar özellikle medya aracılığıyla toplumsal bir paranoyaya sürüklenmiş, bunun paralelinde ilaç satışlarında büyük bir patlama olmuştur.

Medya, bir olay karşısında (vatandaş tepkisini … yaparak gösterdi)! gibi yönlendirmeler yaparak bizleri etkisi altına kolayca alabilmiştir.

Moda ve yaşam tarzımız hedeflendiğinde basılı ve görsel medya aynı tip slogan ve ürünlerle bir anda dört bir yanımızı kolayca sarabilmiştir.

Yaşadığımız ve bize yaşatılan örnekleri yazarak bitiremeyiz. Ressam Kasım Koçak’ın eserinde Koç figürünün eline kavalı alıp çalması gibi, biz de kendi kavallarımızı çalmalı, kendi hür irademizle, yalnızlık korkusundan uzak, eğitim ve farkındalıkla popüler olana, bize baskı veya dolaylı yollarla yapılan yaptırımlara aldırmadan kendi yolumuzdan gitmeliyiz.

Boyutları küçük olan (40cm x 45 cm), içeriği ise bana büyük şeyler hissettiren eserin sahibi Kasım Koçak bir gün bu yazımı okursa ne düşünür bilmiyorum. Ama kendi kavalını kendisinin çaldığını, dayatılanı değil hissettiğini resmettiğine inanıyorum.

Tüm bu düşüncelerle iç içeyken galerinin sıcaklığı, Balat’ın yaşam dolu neşesi, sergilenen diğer eserlerin hikayeleri, kakaonun mis gibi kokusu sanatın hep var ettiğini, mutlu ettiğini bir kez daha kanıtladı bana. Sanat aracılığıyla sorular soruldukça, sorunlar irdelendikçe ve bir araya gelindikçe barışa, adalete, özgürlüğe, sevgiye her zaman çok yakınız.