Akış anlamına gelen Fluxus, geleneksel anlamda bir akım olarak değerlendirilmemesine rağmen, Almanya’dan çıkıp, pek çok Avrupa kentinde ve New York’ta etkili olan ortak bir üslup olmaktan ziyade, sanatçıların sergiledikleri ortak bir tavır olmuştur. Genel avangard yapısı itibariyle Dada ile birçok benzerlik taşımaktadır. Fluxus terimi ilk kez 1961 yılında George Maciunas tarafından ortaya atıldığı ifade edilmektedir. 1960’lı yıllar ile 1970’li yıllara uzanan süreç içerisinde fluxusla ilişkilendirilen sanatçılar arasında Joseph Beuys (1921-1986), John Cage(1912-1992), Nam June Paik (1933-2006) gibi isimler sayılabilmektedir.

George Maciunas, hazır nesneyi Duchamp’ten, kolajı Dadacılardan ve gürültü fikrinin de fütürizmden etkilenerek harmanlandığını, John Cage ‘in hazır nesne düşüncelerini de hazır ses kullanarak uyguladığını ve fluxus sanatçılarının tüm bunları hazır eyleme dönüştürmüş olduklarını ifade etmiştir. John Cage, kendi yaşam felsefesini Zen budizmine ve Çin Felsefesi üzerine temellendirmiştir. Sanatçı, sanatın bir işlevi olması ve sanatın insanların bakış açısını değiştirmesi gerektiğini savunmuştur. Bu söylemleri, fluxus ideallerinin bir özeti gibi ifade edilmiştir. Fluxus’un temel amaçları, insan kaynaklarının ve maddi kaynakların tüketimine tepki vermek arzusu ile şekillenmiştir. Bu nedenle fluxus, sanat nesnesinin sanatçı için geçim kaynağı olması için alınıp satılan bir meta olmasına ve sanatın sanatçının egosuna hizmet etmek için yapılmasına karşı çıkmıştır. Fluxus sanatçıları sanat bağlamı içerisinde uygulanabilecek malzemelerin ve yöntemlerin sınırlarını genişlemekte de önemli rol üstlenmişlerdir. Elektronik müzik konserleri, sokak gösterileri, ses enstalasyonları ve performanslar sergileyen sanatçılar, 1960’lı yıllarda toplumsal ortamda gençliğin ruh halinin ifadesi olmuşlardır. Fluxus sanatçıları, geleneksel sanat nesnesini dışlamakta, geçiciliği bir tavır olarak benimsemekte, bitmiş yapıt yerine, süreçselliği ve an’ı önemsemişlerdir. Fluxus’un disiplinlerarası yapısı en önemli özelliğidir. Fluxus etkinlikleri şairleri, edebiyatçıları, ressam ve heykeltraşları, müzisyenleri, tiyatrocuları bir arada toplamıştır. Düsseldorf, Paris, Amsterdam, Londra, Kopenhag gibi kentlerde Fluxus festivalleri gerçekleştirilmiş, farklı sanatsal ifade biçimleri birbirleri ile ilişkilendirilmiştir. Hareket, uluslararası bir oluşum haline gelmiştir. Fluxus’un ilk temsilcileri arasında: Dick Higgins, (1938-1998), George Brecht (1926), Nam June Paik, Ray Johnson (1927-1995), Robert Morris (1932-), Henry Flynt (1940-), Walter De Maria (1935-) gibi sanatçılar, dans performansları ve deneysel müzik dinletileri düzenleyen fluxus sanatçıları arasında yer almışlardır. Sanatçıların sergiledikleri aksiyonların özelliği son derece kısa, anlık olması, tek bir ana odaklanması ve izleyicileri şaşırtmak, uyarmak gibi etkileşimler içermesidir. Bu aksiyonlar, aynı dönemde Allan Kaprow ve Claes Oldenburg’un happening’lerini anımsatmaktadır. Yoko Ono’nun “Kesip Biçme İşi”nde, (1964) izleyiciden, sanatçının üzerindeki giysilerini makasla kesmesi istenmiş ve izleyiciler de bu performansa katılmışlardır. Fluxus, sanattan çok yaşamı değiştirmeyi hedeflemiştir. Pek çok hazır nesne ile çok sayıda asamblaj gerçekleştirilmiştir. Alman sanatçı Wolf Vostell’in 1954’ten itibaren yırtık afişlerle ürettiği kolaj çalışmaları, fluxus ruhu ile gerçekleştirilmiş, sanatçı yırtık afişlerle yapılan bu tür kolajlara da “dekolaj” adını vermiştir. 1962- 1969 yılları arasında dekolaj (decollage) adında bir dergi yayımlayan Vostell, malzeme olarak sadece yırtık afişleri değil, ‘dekolaj happening’ adını verdiği performanslarla da ilgilenmiştir. Paris’teki 1968 olaylarını en büyük happening olarak değerlendirmiştir.

Joseph Beuys sanatı, sosyal bir olgu, bir değişim, bir devinim mücadelesi olarak algılamıştır. Beuys, performanslarında, sanatın bir süreç olduğunu yansıtmış, tarihten felsefeye uzanan konularda gerçekleştirdiği konferanslarını da birer sanat eylemi olarak görmüştür. Beuys’un sergilediği “Ölü Bir Tavşana Yapıtlar Nasıl Anlatılır” (1965) performansı, sanatın kısıtlayıcı durumlarını gözler önüne sermiş, yeni sanat anlayışının bireye, topluma ve doğaya yönelik duyarlılıklarını ifade etmiştir.

Joseph Beuys, “Ölü Bir Tavşana Yapıtlar Nasıl Anlatılır”, Performans, 1965

Joseph Beuys, bu performansında, ölü bir tavşana sanat anlatmanın uygarlaşmış insanlığa dert anlatılmasından daha kolay olduğuna dair göndermelerde bulunmuştur. Beuys, “sosyal heykel” kavramını ortaya atmış, heykelin sosyal bir yapı olarak, bir çeşit evrimsel bir süreç olduğunu ifade etmiştir. Beuys’un pek çok yapıtında süreçsellik, kimyasal ve fiziksel süreçlerle simgelenmiştir.

Performans sanatı, 20. Yüzyılın ortalarından itibaren disiplinler arası özelliği ile dikkat çekmiş, 1970’lerde başlı başına bir tür olarak kabul edilmiştir. Beden sanatı, aksiyon happening gibi çeşitli isimler almıştır. Feminist sanat, fluxus, Arazi sanatı gibi farklı akımlar dahilinde de uygulanmıştır. 1950’lerden başlayarak Jim Dine (1935-), Allon Kaprow (1927-2006), gibi Amerikalı sanatçıların öncülüğünde happening’lerle birlikte dikkat çeken performansın geçmişi de 20. yüzyıldaki çeşitli avangard akımlara kadar uzanmaktadır.

Allon Kaprow

Dadacılar, fütüristler, gerçeküstücü sanatçılar, performans kapsamında çeşitli etkinlikler düzenlemişlerdir. 1916’da Zürih’te açılan Cabaret Voltaire’de gerçekleştirilen dans, kukla şiir okumaları, dada gösterileri geleneksel sanatların: resim ve heykelin ötesinde performans sanatının tarihi süreçte gelişmesine öncülük etmiştir. Performans sanatının izleyici önünde sahnelenen bir eylem olması bakımından tiyatro ile benzerliği görülmesine rağmen, kavramsal sanatın bir kanadı olarak gelişme gösterdiği ve tiyatro ile ilişkisinin mesafeli olduğu ifade edilmiştir. Performans sanatı, bünyesinde şiiri, müziği, dansı da içermektedir. İzleyicilerin önünde saatlerce ya da günlerce sürebilen tek ya da birkaç sanatçı ile de gerçekleştirilebilen performans sanatı, uluslararası özellik gösterebilen sanat akımları arasında olmuştur. 20. Yüzyılın ikinci yarısında başlı başına bir tür olarak gelişme gösteren performans sanatı, kavramsal sanata yönelmiş sanatçıların kendilerini bedenleri ile ifade ettikleri bir akım haline gelmiştir. Performans sanatçıları geleneksel mekanlara, müze ve galeri gibi belli ideolojileri barındıran ortamlara karşı muhalif bir tavır sergilemişlerdir. Dönemin toplumsal dönüşümleri içerisinde kendi ideolojik duruşlarını aktif bir biçimde ortaya koymuşlar, sanat piyasasının dinamiklerine karşı, kendi bedenlerini sergilemişlerdir… Performans sanatı geleneksel kategorilerin ötesinde, disiplinler arası yaklaşımlarla sanatın sınırlarını sorgulamaktadır. O güne kadar iki boyutlu yüzeyler üzerinde çalışılan beden, performans sanatı ile birlikte sanatsal bir malzemeye dönüşmüştür. Kavramsal sanat, geleneksel boya yerine, kavramları ve dili kullanmakta, performans sanatı da bedeni kullanmaktadır. Performans sanatçısı, yapıtının anlamını, görüşlerini, konusunu kendi bedenine aktarmış ve beden, tiyatro sahnesindeki kullanımın dışında bir ifade alanına dönüşmüştür. Beden, bir doğallık, doğaçlama içerisinde sunulmaktadır. Performans sanatçılarının bu tavrı, izleyicilerin olayı bir gösteri olarak değil, gerçek bir deneyim olarak algılanmasına neden olmaktadır. 1950’lerde happening (oluşum) olarak nitelendirilen ve tiyatro dışında gerçekleştirilen bu yaklaşımların ilk örnekleri olarak ABD’li John Cage’i göstermek mümkündür Cage, 1952’de Black Mountain Collage’de düzenlediği “İsimsiz Etkinlik” adlı performansını, izleyicilerle birlikte gerçekleştirmiştir. Allan Kaprow, 1959’dan itibaren resim, müzik, tiyatro gibi farklı branşları barındıran happening’ler gerçekleştirmiş, yeni bir sanat anlayışının öncülüğünü yapmıştır.

Kaprow’un performans etkinlikleri enstalasyon sanatının gelişmesinde katkı sağlamıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın sonrasında avangard sanatçılardan biri olan Yves Klein, (1928-1962), 1958’de Paris’teki Iris Clert Gallry’ de “Boşluk” adlı bir sergi oluşturmuştur. Performans sanatçıları, 1960-1980 arasındaki süreçte bağımsız olarak ya da grup oluşturarak etkinliklerini sürdürmüşlerdir. 1960-1970 lerin feminist sanatçıları da performans etkinlikleri ile kendilerini ifade etmişlerdir. Performans ‘da sanatçının bedenini düşüncelerine, duygularına yönelik bir başkaldırı olarak simgeleştirmesi ve bir eylem alanı olarak kullanılması söz konusu olmuştur. Bedenin bir araç olarak kullanılması, toplumsal düzeyde bir ifade biçimine dönüşmesini sağlamıştır. Performans sanatı, cinsiyet, ırk ve savaş karşıtı protestoların bir yansıması olmuştur. İzleyici-sanatçı ilişkisi de yeni boyutlar kazanmıştır. Sanatçı ile izleyicinin iş birliğine dayanan performans sanatının örneklerini Fransız sanat kuramcısı Nicolas Bourriaud (1965), “İlişkisel Estetik” adıyla ifade etmiştir. İzleyici kavramı ortadan kaldırılarak katılımcıya dönüştürülmüştür. İlişkisel estetik, izleyicinin katılımında sanatı, sosyal iletişim yönünde yeni bir araç haline getirmiştir.

Kaynakça

  • Antmen, A, 20.yüzyıl Batı Sanatında Akımlar, Sel Yayıncılık, İst, 2013

  • Erden, O.E., Modern Sanatın Kısa Tarihi, Hayalperest Yayınevi, İst, 2016

  • Harvey, D., Postmodernliğin Durumu, Çev. Sungur Savran, Metis Yayınevi, İst, 2012

  • Lynton, N., Modern Sanatın Öyküsü, Çev. Cevat Çapan, Sadi Öziş, Remzi Kitabevi, İst, 2015

  • Butler, C., Modernizm, Çev. Nursu Örge, Dost Yayınevi, Ankara, 2013