MURAT BAŞEKİM’İN DEMİR ABİ ÖYKÜLERİ VE ANADOLU’DA KORKU

Gotik bütünüyle Avrupai bir kavram mı? Gotiği, Anadolu’da arayabilir miyiz, aramalı mıyız? Edebiyatımızda korku arayışı yeni olsa da, unutulmuş geçmişe uzanan tekinsiz dalları, kökleri olduğunu biliyoruz. Murat Başekim, bir dönem kaleme aldığı “DG” adlı öykü kitabında, ancak özellikle “Hayal Et Hikâyeleri” ve “Demir Dövme Öyküleri”nde bu kökleri deşeleyen, Anadolu korkularının ve “Şark Gotiği”nin peşine düşen kalemlerimizden. Bugün “tarihi korku” ile müsemma saydığınız bu satırların yazarını bloglarda, sitelerde, e-dergilerde öyküler kaleme aldığı dönemde etkileyen isimlerden Başekim’in kaleminde hayat bulan “Demir Abi”1 karakteri, hem korku edebiyatımıza hem de korku folklorumuza dair söyledikleri ve hatırlattıklarıyla incelenmeyi hak ediyor.

Ancak ona gelmeden önce kısaca Türk edebiyatında “korku”nun yerine, 2000’lerde “internet devrimi” ile doğuşuna ve gelişimine şöyle bir bakmalı…

1. Gotik Edebiyat… Neden? Nasıl?

Arkadaş sohbetlerimden birinde, “korku edebiyatı”nın ortaya çıkışında, “gotik” kavramının etkisinden ve gotik edebiyatla başlayan tarihi süreçten hareketle, edebiyatımızda korkunun uzunca bir süre eksikliğinin bu kavramın bizde olmayışı ile, bizim kültür havzamızla ilgisiz olması ile açıklayan bir yoruma denk gelmiştim. Hatırlayabildiğim kadarıyla kubbelerimizin kenarlarını “gargoyle” denilen heykellerin yokluğuyla bağdaştırılmıştı bu durum. Peki, gerçekte “gotik” bizim kültür havzamızdan gerçekten uzakta mıydı?

Avrupa’da, doğudan Sicilya’daki İslam kültürü üzerinden kıtaya geçen bir mimari unsur olan sivri uçlu kapı ve pencere kemerlerini göz önünde2 bulundurunca bu yorumu temelsiz bulmuştum. Neticede mevzunun kökleri, Roma’nın çöküşündeki Gotların barbarlığına atıfta bulunmak amacıyla, 12. yüzyılın ortalarında, Fransa’da Rönesans öncesinde Romaneskin içinden doğan ve sonrasını etkileyen, mimari üzerinden şekillenen bu Ortaçağ sanatına3 dayanıyordu. 1700’lere gelindiğinde, mimari ve resimdeki bu etkileşimde, yine Sicilya’nın etkisi devreye girmiş, 1631’de Napoli’de (bu mimarinin çıkış yerlerinden) Vezüv yanardağının patlamasının tahrip ettiği eski Roma yıkıntıları ve kemerli geçitler, hemen hemen aynı dönemde Salvatore Rose başta olmak üzere4 önce resimde, sonra mimaride belli yapılarda, bahçelerde, köşklerde karşılık bulmuştur. Bunlardan birisi de İngiltere’de, Horace Walpole’un Strawberry Hill’de arazisinde yaptırdığı gotik tarzda villadır ki5 Walpole gotik edebiyatın ilk eseri sayılan “Otranto Şatosu”nu 1764’te yazmıştır.6 Gotik romanlar, “ölümü mekânlar aracılığıyla çağrıştırarak okuru dehşete düşürmüş”tür. Uğur Tanyeli’nin vurguladığı gibi: “Kısacası, mekânlar korkuturlar. Ölümün gerçekçi betimlendiği değil, vuku bulduğu veya sadece akla geldiği mekânların tasvir edildiği anlatılardır onlar. Masum bir eski konak artık meşum bir korku şatosu olup çıkmıştır.”7 Her ne kadar gargoyle’larımız yoksa da 1800’lerin başında Anadolu’da inşa edilmiş “ayan kuleleri”, garbın gotik şatolarını, mahzenlerini pek de aratmamaktadırlar ki bunlardan birisi (Arpaz Kulesi) Istrancalı Abdülharis Paşa (2019) adlı romanımın ilham kaynaklarından birini teşkil etmiştir.

18’inci yüzyıl itibarıyla insanların birdenbire kasvetli binalara ilgi göstermeye başlamaları, eski hayalet hikâyelerini yeniden yorumlayıp kurgulamaları, edebiyatta yeni bir arayışa girmeleri, “Aydınlanma Dönemi” yahut “Akıl Çağı”nın fikri çalkantılarıyla bağlantılıdır.8 Cevabı Aydınlanma döneminde saklı. Gotik edebiyatta Aydınlanma’ya duyulan bir tepki söz konusudur. Gotiğin yeniden doğuşunun Aydınlanma Karşıtlığının bir ifadesi olarak nitelendirilmektedir. Davenport-Hines’ın tabiriyle, “On sekizinci yüzyılda hâkim olan, doğru akıl yürütme yoluyla insanlığın gerçek bilgiyi ve uyumlu sentezi elde edebileceği ve böylece kusursuz erdem ve mutluluğu yakalayabileceğine olan inanca duygusal, estetik ve felsefi bir reaksiyon. …Gotiğin yeniden uyanışı irrasyonalizmi, karamsarlığı ve sonuçta anti-hümanizmi yansıtan tarihsel bir süreç içinde gelişti. Güç imajları gotik yeniden uyanış sembolizminin anlamları için her zaman çok önemli olmuştur. …Güç, karşı koyma, yıkım ve ölüm içgüdüsü; bunlar el birliğiyle korkuyu doğurdular. Gotik, ürkütücü üstünlükleri akla getirmektedir.”9 Salt gotik değil, fantastik yazın da 18. yüzyılda mucizelere, doğaüstü olaylara inanılmayan, her şeyin akıl, mantık ve bilimle değerlendirilip sorgulandığı bir dönemde, bu dönemin getirdiği kurallar ve etik anlayışına karşı bir tepki olarak doğmuştur.10

Bilhassa Fransız İhtilali’nin (1789) ve sonrasının çalkantılarında11, Aydınlanma döneminin ışığında canavar motif ve tasavvurları, ortaçağ mistisizmi ve sihirli yaratımlara dayanan gotik roman sayesinde popüler kültürde önemli bir yer elde etmiş, Mary Shelley’in Frankenstein’ı (1818), John Polidori’nin Vampir’i (1819) ve Charles Maturin’in Gezgin Melmoth’u (1820) gibi belli başlı eserlerin akabinde gotik geleneği önemli bir dönüm noktası kaydetmiştir.12 Korku edebiyatı da, “gotik”in arz-ı endam etmeye başlamasının akabinde kendini göstermeye başlar. Howard Phillips Lovecraft’ın tabiriyle: “Bazen fantezinin meraklı okları, en zor kafaların karanlık köşelerine doğru yol bulur ve ne kadar rasyonalizasyon, reform ya da Ferudyen analizler yapılırsa yapılsın, ıssız bir orman veya şömine başından gelen bir fısıltıyla gelen heyecan ortadan kaldırılamaz. Burada, insanoğlunun başka diğer model veya gelenekleri gibi, zihinsel deneyimlerine gerçekten derince yerleşmiş, dini duygularına denk ve birçok yönüyle yakından ilgili psikolojik bir model veya gelenek vardır.”13 Lovevraft, yazmayı tercih ettiği edebi türü açıklarken bir anlamda “korkunun ve doğaüstünün cazibesi”ne dair şu açıklamayı yapar: “Hikaye yazmamın sebebi, sanat ve edebiyatta karşılaşılabilecek birtakım gözlemler (pitoresk, mimari, atmosferik vb.) fikirler, olaylar ve görüntüler yoluyla bende uyanan, tarifi zor ve bölük pörçük merak, güzellik ve serüven beklentisi intibalarını daha açık, ayrıntılı ve istikrarlı bir şekilde canlandırabilmenin memnuniyetini yaşayabilmektir. Tuhaf hikâyeleri tercih ediyorum çünkü eğilimlerime en uygun olanlar onlar. En kuvvetli ve en daimî arzularımdan biri, bizi mütemadiyen zincirleyen ve gördüklerimizle, mantığımızın ötesindeki sonsuz kozmik alanlara ilişkin merakımıza ket vuran zaman, mekân ve doğa kanunlarının can sıkıcı kısıtlılıklarının bir anlığına da olsa tuhaf bir biçimde sekteye uğradığı ya da ihlal edildiği illüzyonuna ulaşmaktadır. Bu hikâyeler sıklıkla korku unsurunu kullanır çünkü korku en derin ve en güçlü duygumuzdur; aynı zamanda da doğaya meydan okuyan illüzyonların en büyük yardımcısıdır.”14 Bu hususu Stephen King kendine has tarzıyla –meşhur Hansel ve Gretel masalına atıfta bulunarak-şöyle özetler:“Yasaklı bir kapıya veya pencereye kendi isteğimizle gideriz muhtemelen, çünkü istesek de istemesek de, gitmek zorunda kalacağımız zamanın er ya da geç geleceğini ve bunun sadece oradan bakmak için değil, içine itmek için olduğunu biliriz.”15 Korku edebiyatı, sonrasında “korku kültürü” ve “korku endüstri”si kavramlarını doğurmuştur. Bir korku anlatısı halk ağzında mite dönüşüp topluma mal olmuşsa, bu unsurlar yeniden metalaştırılabilmekte ve kâr için yeniden üretilmektedir. Romanlardan dergilere, reklam kampanyalarından müzik videolarına, tematik müzik gruplarından konfeksiyon ürünlerine ve koleksiyon eşyalarına “korku mitleri” sosyal bir külte dönüşmeye başlamıştır. Ezgi Aksoy’un tabiriyle: “Kitlesel bir korku yaratmak için, kitlesel bir korkuyu külte çevirmek için tek bir yönetmenin ya da yazarın ortaya az-çok tutarlı bir tez, bir fikir atması yeterlidir. Gerisi çorap söküğü gibi gelir.”16

2. “Kocakarı Edebiyatı” ile Çeviri Arasında: Edebiyatımızda “Korku”nun İlk Kıpırtıları

Korku edebiyatı” böylesine gelişip serpilirken, yeni dallara hayat verirken, bu süreç bizde neden daha geç işlemiştir? Daha doğrusu doğunun efsane ve mitleri, neden Tanzimat edebiyatı ve Cumhuriyet döneminin mühim bir kısmında ötelenmiştir?17 Asırlar içerisinde muhtelif kültürel etkileşimlerin izlerini taşıyan mitik tasavvurlar18, halk hikâyeleri19 ve meddah anlatıları20 -ki tesirini Evliya Çelebi’de dahi görmekteyiz21-, Divan edebiyatının olağanüstü unsurları22, kimilerinde olağanüstü olayların da konu edilebildiği Karagöz-Hacivat fasılları23, doğaüstü olay ve varlıklara dair memoratlar ile halk inanışları24 gibi zengin kaynaklara karşın, “korku” anlatılarının bizde yazıya geçmesi neden geç olmuştur?

Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın 1913 tarihli “Gulyabani” romanının girişinde, “Haminneden Yazara Mektup” başlığıyla paylaştığı okur mektubu, kültür tarihimize ilişkin dikkatlerden kaçmış bir ayrıntıya sahiptir. Hüseyin Rahmi Gürpınar’a eski İstanbul’da ihtiyar bir hanımın bir sorusu ve yazarın cevabı Türkiye’de korku edebiyatına ve fantastiğe neden bu kadar uzun süre soğuk bakıldığını da açıklamaktadır. Mektup gönderen hanım yazara, kendisi gibi yaşlı İstanbul hanımlarıyla birlikte oturup yaptığı sohbetlerden bahseder. Romanlarını onlara sesli bir şekilde okumaktan hoşlandığını kendisi ve yaşıtları gibi İstanbul hanımlarının konuşmalarını birebir yansıttığı için bundan büyük keyif aldıklarını belirtir daha sonra bu hanımların anlayabileceği, sevebileceği türden “romanla masal arasında” şeyler yazmasını şu ifadelerle ister: “Bilgiden, teknikten ve sosyal problemlerden kaçacaksınız. Konunuz esrarlı cin, peri gariplikleri yahut bir çarşambakarısı, bir dev, bir gulyabani olacak. Olay o kadar meraklandırıcı bir ustalıkla düzenlenecek ki biz hep buna susamış kocakarılar hikâyenin alt tarafı acaba ne çıkacak diye bekleye bekleye tandır başında titreşeceğiz. Zaten sarsılmış sinirlerimizi bu merakla büsbütün sarsacaksınız.25

İhtiyar hanımın bu mektubu, sözlü geleneğimizin kış gecelerinde çocuklar ve büyükler arasında anlatılan korku hikâyelerine dikkat çekmektedir. Hüseyin Rahmi’de bu geleneğe göz kırpış vardır, Ali Rıza Seyfi de Kazıklı Voyvoda26 adıyla Dracula (Bram Stoker, 1897) romanını 1928’in İstanbul’una uyarladığında birebir bu sözlü geleneğe, kış gecesi anlatılan çocukların korktuğu hikayelere değinmiştir. Hüseyin Rahmi Gürpınar, Gulyabani’de anlattıklarıyla toplumun boş inançlarını eleştirirken diğer yandan da korku unsurunu ustalıkla kullanır, bu açıdan sözlü korku geleneğinin yazıya başarıyla aktarılmış önemli ilk örneklerinden biridir. Fakat daha da önemlisi, 1900’lerin başında korku geleneğinin yazıya geçirilmesine yönelik bir okur arzusunun doğrudan dile getirilişini görmemizdir. O dönemlerde bu türde eserler yazılsa benimseyebilecek bir taban oluşturulabilme ihtimali varken neden bu talep karşılanmamıştır? Hüseyin Rahmi Gürpınar, bahsi geçen mektupta okuru hanımefendiye verdiği cevapta bir anlamda kendi tarzını ve Tanzimat akabinde gelişen batı tarzı edebiyat dönemindeki genel bakış açısını ifade etmiştir. Okuruna istediğini yapmanın zor olduğunu zira bugüne kadar hiçbir şekilde doğaüstü bir yaratıkla karşılaşmadığını, görmediğini, görenlerin de yeminler etmesine rağmen onların sözlerine inanmadığını söylemiştir. Hüseyin Rahmi yazdıklarının etkisinde kaldığını, kendisinin de korktuğunu itiraf eder ama bunları neden yazmadığına dair kendince bir nedeni vardır. Hüseyin Rahmi Gürpınar gözlemcidir, natüralisttir ve gördüğü şeyleri kendi üslubuyla birleştirerek, pozitist mercekten yazmaktadır. Belki korku ve heyecan unsuru kendisini bile etkileyecek denli gerçekçidir, ama bir gulyabani ya da cini görmeden, gözlemleyemeden yazamayacağını belirtir müstehzi bir ifadeyle: “Tavsiyenize uyarak masalı şimdi ki romanlar derecesinde sadeleştirmeye uğraştım. Meydana şu eser (Gulyabani romanı) geldi. Bu hikâayede gariplikler yahut tabiatüstündeki olaylara susamış zihinleri memnun edecek boyda ve görünüşte bir gulyabani, bir alay da cin ve peri var. Eserin yazıldığı tarihte bu acayip ve korkunç yaratıklarla öylesine uğraştım ki bazı akşamlar ev halkı uykudayken gecenin sessizliği içinde bana yazı odamda gürültüler, patırtılar oluyor gibi gelirdi… Hikayeme bilimle, teknikle, sosyal problemlerle ilgili teoriler karıştırmamamı tavsiye ediyorsunuz… Ah Hanımnineciğim… Dürbünlerden, Kodak makinelerinden, her türlü teknik kovalamalardan kaçan gulyabaniyi bu âaciz romancı nerede yakalayıp da gerçek tasvirleriyle hayrete düşürecek, gözünüzün önüne koyabileceğim?… Yazış sırasında iyi saatte olsunlar rüyama girdiler. Bakalım okuduktan sonra size neler olacak?”27

Öte yandan Tanzimat dönemi ve sonrasının bu tavrından çok önce, Divan edebiyatı yahut klasik edebiyatın hakim olduğu dönemde, cinler ve periler başta olmak üzere doğaüstü unsurlar sıklıkla kullanılmaktaysa da birer dekordan öteye geçmemiştir, bu devrin kalemlerinde de fantastik ve korkuya yönelik bir edim söz konusu değildir. Yegane istisna klasik edebiyatın hâkim olduğu dönemde, 1790’larda Prusya elçimiz Giritli Ali Aziz Efendi’nin Horace Walpole’un Otranto Şatosu’ndan 30 küsur yıl sonra yazdığı Muhayyelat adlı eseridir. Muhayyelât’ı bu denli önemli kılan, 1797 gibi erken bir tarihte eski halk hikâyeleri geleneği ile Batı edebiyatının nesir tarzını yansıtmasıdır.28 Ancak en mühim yönü olağanüstü olayları içermesi ve bunları ön plana çıkararak anlatmasıdır, meddah veya halk hikayeleri tarzında bir anlatının nesir (düz yazı) tarzında klasik edebiyat devrinde zuhur etmesidir. Bu istisnai eser, Osmanlı yazarları arasında “gotik” benzeri bir çığır açamamış, akıma dönüşememiştir. Batı tarzı edebi eserler vermeye, çevirilerle haşır neşir olmaya başlanılan dönemde “gotik edebiyatı” doğrudan tanıma imkanı bulunsa da, bu sefer fantastik ve korku türlerinde eserler yazma gayesi, tabiri caizse “imparatorluk çökerken insanları kocakarı masallarıyla oyalamak” endişesiyle boğulmuştur. Bahsi geçen türlerin ötelenmesi ve ciddi mesafeli durulmasını, devrin kalemlerinin muhtelif eleştirilerinde ayan beyan görürüz. Örneğin Namık Kemal, Divan Edebiyatı dünyasını bile gerçek dışı olarak niteleyip Divan şiirlerini okurken kendisini gulyabaniler âleminde hissettiğini nitelemiştir.29 Namık Kemal’in kati şekilde ifade ettiği bu bakış açısı Osmanlı yazarları arasında, hatta okur nezdinde de karşılık bulmuştur. Bu dönemin yazarlarının Muhayyelat’a dair eleştiri, fantastik ve korku gibi türlere karşı beslenen ve tesirleri 2000’lere dek süren önyargıyı alenen göstermektedir.

Ahmet Mithat Efendi, Muhayyelat’ı hiciv amacıyla cinleri ve perileri varlığı bildirilmiş şeklinde kabul edilmiş olarak nitelediği eserlerden biri olarak sayar, isim vermeden gotik türüne dâhil eder.30 Kendisi Ann Ward Radcliffe’in Udolf Hisarı (1794, Ahmet Mithat Efendi çevirisi 1891-92) adlı gotik türdeki eserini tahminen Fransızca çevirisinden Türkçeye çevirmişse de türünden ziyade eserin gördüğü ilgi ve edebi yönüyle alakadar olduğu31 görülmektedir. Namık Kemal’in, bir sanat eserinin gerçeklerden çok uzak olmamasını savunan görüşünü, üç aşağı beş yukarı diğer Tanzimat yazarları da paylaşmış ve Muhayyelat tenkitlere uğramıştır. Yeliz Özge Toyman’ın “Nazlı Eray’ın Roman Dünyasında Düşsü ve Büyülü Gerçekliğin Kurgusu İle Fantastik Unsurlar” adlı yüksek lisans tezinde belirttiği üzerere: “Şemseddin Sami, Ahmet Mithat Efendi, Mizancı Murad, Nâbizâde Nâzım ve Sâmi Paşazâde Sezâi gibi pek çok Tanzimat dönemi sanatçısı, fizikî gerçekliğe aykırı gerçek dışı ve gerçeküstü olayları kurtulunması gereken bir hastalık olarak değerlendirmişlerdir.”32 Sadece batı tarzı edebiyata yaklaşanlar değil, eski edebiyatı savunan Muallim Naci de eserin fantastik unsurlarla dolu olmasını bir kusur olarak görmektedir. Bu nedenle Toyman’ın: “Muhayyelât-ı Aziz Efendi (1796) fantastik türün ilk örneklerindendir. Çünkü Tanzimat döneminin olağanüstüye karşı savaşına tezat bir kurguyu içerir.” şeklindeki saptaması, Muhayyelat’ın önemini açık bir şekilde göstermektedir.33

Gotik edebiyat örneğinde korku ve fantastiğin bizdeki 2000’lere kadar olan serüvenini şöyle özetleyebiliriz: 1700’lü yıllarda (özellikle Lale Devri itibari ile) Türkiye’de yavaş yavaş taraftar bulan batı tarzında yenileşme fikirlerine paralel olarak, batı edebiyatı ve kültürüne de aşina bir kesimin oluşmaya başlamıştır. İdari ve askeri teşkilat alanındaki reformlarla başlayan atılımlara kısa sürede mimari ve edebi yenilikler de eklenince vuku bulan “eski-yeni çatışması” bu alanlarda da görülmüştür. Tanzimat’tan itibaren batı tarzı nesirin, şiirin, tiyatronun ve benzeri ürünler ile doğunun meşhur divan edebiyatı ürünleri arasında bir çatışma cereyan etmiştir. Buna göre batı tarzı edebiyatı üretip tüketenler, halk yararına ve “gerçekçi” şeyleri anlatacak konuların işlenmesini istemişlerdir. Bu nedenle mistik Divan Edebiyatı’na bu açıdan karşı çıkmışlardır. Aynı dönemde batıda gotik edebiyatın ürünleri görülürken orada da benzeri tepkilerle (ucuz edebiyat) karşılaşılmıştır. Fantastik türü ne Divan çevresinde ne de Batı tarzı edebiyat çevresinde pek tutunamamış, istisnaların yahut marjinallerin denediği, gerçeklerden uzak bir tür hatta “kusur” olarak görülmüştür. 1900’lerden itibaren toplumcu gerçekçi edebiyat çerçevesinde bu ürünlere yönelik önyargılar sürmüştür.34 Zaten bu durumu Osmanlı döneminden Cumhuriyet’in 50’li yıllarına kadar sayabilmenin kabil olduğu az sayıdaki eserden de görebiliriz.

Gulyabani (1913), Cadı (1913) ve Mezarından Kalkan Şehit’te (1929) Hüseyin Rahmi Gürpınar zihnin yanılgılarını ve boş inançların yersizliğini ifşa ederken diğer yandan korku unsurlarını başarıyla işler. Eserleri arasında sadece 1932’de tefrika edilen ve 1973’te romanlaştırılan Ölüler Yaşıyorlar mı? epey tekinsiz bir atmosferde geçmekte olanıdır ve metafizik unsurlara hayli yakındır.35 Edebiyatımızda yakın zamana kadar bilinen ilk korku eseri Ali Rıza Seyfi’nin, Bram Stoker’ın 1897 tarihli tabir-i caizse “ölümsüz eseri” Dracula’yı uyarladığı Kazıklı Voyvoda (1928) romanıydı. Seyfi, eski harfle basılan son romanlardan -Harf Devrimi’nden birkaç yıl önce yayımlanmıştır- Kazıklı Voyvoda’da Karpatların korkunç vampiri Drakula’yı 1880’lerin Londra’sından 1920’lerin sonundaki İstanbul’a taşır. Roman her ne kadar gençlere yönelik heyecanlı sergüzeştler başlığı altında ticari kaygılarla basılmışsa da, daha 1920’lerde Kafkasya, Karadeniz havzası ve Balkanlardaki vampir motiflerinden, cadı-hortlak motiflerinden, bunlar arasındaki etkileşimden bahseden pasajları hasebiyle epey özgün bir uyarlamadır.36 Merve Köken’in gayretiyle 2020’de günümüz Türkçesine aktarılan Canvermezler Tekkesi ile, ilk gotik ve korku romanımızın tarihini 1922’ye çekilmiştir. Selim Nüzhet Gerçek’in Claude Farrere’nin La Maison des Hommes Vivants adlı 1911 tarihli romanını, Ahmet Kâmil takma adıyla 1910’ların İstanbul’una uyarladığı bu roman önce İleri gazetesinde 15 Eylül-30 Ekim 1921 tarihleri arasında 37 sayılık tefrika olarak yayımlanmış, sonra da 1922’de kitap olarak basılmıştır.37 Sonradan bahsi geçen bu Fransızca roman 1955’te Hamdi Varoğlu tarafından Ölmez Adamların Evi adıyla uyarlanır.38 Edebiyatımızın ticari kaygı gütmeksizin doğrudan “gotik” türde öyküler kaleme alan, korku edimi açıkça görülen ilk ismi, ağırlıklı olarak 1930’larla 40’lar arasında yazmış olan Kenan Hulusi Koray’dır.39 Onun muhtelif tarihlerde ve mecralarda neşredilen; Bir Garip Adam, Kavaklıkoz Hanı’nda Bir Vaka, Tuhaf Bir Ölüm, Gece Kuşu, Kemiksiz Kadın, Doktor Popen’in Karısı, Köyde Cinayet, Ömer Besi’nin Başı, Belki Bir İllüzyon, Kemahlı Değirmenci, Bir Mezarcının Hayaleti, Bir Cinayetin Hikâyesi, Bir Tutam Saç, Bir Kölenin İntikamı, Dirilen Mumya, Denizin Aldığı Adam, Sazlık, Bir Yarasa Bir Kıza Âşık Oldu adlı öyküleri bu türdedir. Yine bu dönemde 1929-1933 yılları arasında Suat Derviş’in yazdığı Onları Ben Öldürdüm (1933) ve Ne Bir Ses Ne Bir Nefes (1923) adlı romanları, Mumya (1929), Hikâyesi… (1929) ve Bakışlar (1929) adlı öyküleri korku türünün Türk edebiyatındaki öncüleri arasındadır.40 Nezihe Muhiddin’in İstanbul’da Bir Landru (1934), Benliğim Benimdir! (1929) ve Sus Kalbim Sus! (1944) adlı eserleri de gotik unsurlara sahiptir.41 Edebiyatımızın 1960’lardan önceki korku örneklerinden biri de Kerime Nadir’in Hakkari’de Cilo Dağları’nda hortlaklı bir kasrı anlattığı, fantastik unsurlara da fazlasıyla sahip 1958 tarihli Dehşet Gecesi adlı romanıdır.42

Az sayıda olsa da korku türünde, gotik türde eserler üretmekten kendimizi alıkoyamamamız çok olağandır zira bizde de yazının başında bahsettiğim gibi birebir gotik olmasa da kasvetli yapılar, mekanlar söz konusudur. Korkulu mekanların edebiyata etkisi malum ancak biz neden uzunca bir süre bunu görmezden geldik? Bunda batı ile doğu arasındaki mekanları yorumlamadaki farklılık dikkat çekmektedir. Uğur Tanyeli, Korku Metropolü İstanbul-18. Yüzyıldan Bugüne adlı çalışmasında: “Neredeyse 20’inci yüzyıla kadar mezarlık İstanbul’da ölüm korkusu vermekten veya estetik deneyim üretmekten uzak olağan bir gündelik yaşam alanıdır.” tespitinde bulunur, sonrasında gotik akım ve akabinde edebiyatta işlenen doğaüstü korkularla birlikte mekânla ilgili korkuların ortaya çıktığını, batı örneğinde “ölümün estetizasyonunun” söz konusu olduğunu anlatır. Tanyeli’nin bu bağlamda, “Örneğin Geç Osmanlı’da, Türkiye’de ve İstanbul’da, özetlemeye çalıştığım bu estetizasyon biçimleri hemen hiç yaşanmadı. Burada tarihsel-fiziksel gerçeklikler (yani yapılar, mekânlar, yerler) ölümü çağrıştıran duygusal bir inşa eyleminin nesnesi olmadılar. Ama yine de zihinsel olarak inşa edildiler. Örneğin 18. Yüzyılda yapıların ve bahçelerin estetik anlatımı İstanbul’da da gündemdeydi. Nedim başta olmak üzere şairler bu doğrultuda yoğun etkinlik gösterdiler. Bu etkinliğin neleri kapsamadığını konuşmak çok kolay. Ölüme ilişkin bir estetizasyonu içermiyorlardı. Oysa İstanbul’a 19. yüzyılda gelen her Avrupalı kentin pitoresk mezarlıklarından söz edecekti.” yorumu epey açıklayıcıdır. Burada Moltke’nin İstanbul mezarlıklarıyla ilgili bir tasvirini alıntılayan Tanyeli, şöyle diyor: “Dikkat edilirse bu mezarlık güzellemesi Alman romantizmiyle beslenmiş biri için anlamlıdır. Osmanlı eşdeğerleri bulunmaz. Öte yandan, elde pitoresk mezarlık gravürleri, sonraki dönemde de fotoğrafları vardır. Ama bazıları Osmanlı fotoğrafçılarının ürünü olsalar da, Avrupalılara pazarlamak içindirler. İstanbullular mezar görselliğine ilgi duymaz ve onu pitoresk bir yaklaşımla zihnen üretmezler.”43

Batının bu gotik ve egzotik olanı, eksantrik olanı görme çabası bizde pek söz konusu olmamıştır. Ömer Seyfettin’in 1919’da yayımlanan kısa öyküsü var Gizli Mabet, gotik ve korku, fantastik bağlamında bahsi geçen akımların batıda neden daha önce başladığını, doğuda neden geç başladığını daha iyi anlatmaktadır.44 Öyküde, “Azizim, siz kendinizi bilmiyorsunuz. Avrupa’yı bir şey zannederek kendi güzelliklerinizi göremiyor, kendi esrarlarınızı yaşamıyorsunuz. Üç gecedir Sermet’in evindeyim. Her şey alafranga: Yemek salonu, yatak odası, karısının, kardeşlerinin giyinişleri, hareketleri, hatta zihniyetleri, telâkkileri bile hep Avrupavâri! Ah nerede Loti’nin Türkiye’si?” eleştirisinde bulunan genç bir Avrupalı, bu otantik Türk yaşayışını görmek ister, “Fakat içine girilmez bir âlem! Yazık ki siz bu pitoresk âlemi sevmiyorsunuz!..” der. Ardından öykünün anlatıcısı, “Beyoğlu’ndan öyle nefret etmişti ki: ‘Ne iğrenç Garp karikatürü, yarabbi!’ derken âdeta sarararak tiksiniyordu. Kafası Loti’nin muhayyilesiyle doluydu. Bizim sefalet, vahşet, cehalet dediğimiz perişanlıklarımıza o ‘harika!’ diyor, bu nihayetsiz mezbeleler, baykuşlu viraneler karşısında nasıl olup da bediî bir heyecan duymadığımıza şaşıp kalıyordu. Nihayet kendisinin, Avrupalılaşmamış bir Türk evine götürülmesini benden rica etti. Aklıma birdenbire Karagümrük’te oturan ihtiyar süt annem geldi. Bu gayet sofu ve gayet stoik, gayet muhafazakâr bir kadındır, kendinden büyük eski Arap halayıkçığıyla oturur, kocasından kalan ufacık bir iratla rahat rahat geçinir.” diyerek genç Avrupalının isteğini yerine getirir.

Bu otantik Türk evinde bir gece geçiren Avrupalı, Türklerin “gizli mabet”lerini keşfettiğini iddia eder. Türk korku edebiyatının 60’lardan sonraki kıpırtısını ve 2000’lerde zuhur etmesini, Murat Başekim’in öykülerinin yerini irdelemek için hiç yorum yapmaksızın öykünün son kısmındaki Avrupalı ile Türk anlatıcı arasında geçen konuşmayı olduğu gibi alıntılıyorum. Burada birkaç sayfada izah etmeye çalıştığım vaziyeti, bakış açısı farkını benden daha iyi açıklayacağı muhakkak:

(Alıntıdır) Frenkçik dayanamadı. Cebinden maroken kaplı bir defter çıkardı.

Bak görmüş müyüm, görmemiş miyim?!

Dedi. Son sayfaları okumaya başladı:

…Sabah! Büyük bir heyecan, bir haz heyecan içinde şu satırları yazıyorum. Dün Sermet’in takdim ettiği bir Türkle bu İstanbul’un en meçhul yerine geldim. Meğerse Jacques Casanova, Pierre Loti filân konaklarla yalıların selâmlık dairelerinde birer kahve içmekle Şarkı gördük sanıyorlarmış. Asıl Şark görünmeyen tabakalarda… Ben işte hiçbir Avrupalının görmediği şeyi gördüm. Burası ihtiyar, dul bir kadının evi. Gayet dindar bir kadın. Evin içi, sofra takımı, âdet, tarzlar, hâsılı her şey hiç bozulmamış… Tamamıyla alaturka. Gece beni en üst katta bir odaya yatırdılar. Sabahleyin gayet erken uyandım. Yataktan kalktım. Garip bir tecessüs içimi yiyordu. Ayaklarımın ucuna basarak dışarı çıktım. Karşıda bir oda vardı. Kapısı aralıktı. Yavaşça ittim. Bir de ne göreyim? Gizli bir aile mâbedi!..

Beyaz perdeler inik. Aralarından soluk bir aydınlık giriyor. Duvarlarda birçok büyük levhalar asılı. Köşelerde ağır, ceviz ağacından yapılmış, demir çemberli mezarlar duruyor. Şüphesiz bu mezarlarda sevgili ölülerin mumyaları var. Bir tanesini açmaya çalıştım. Mümkün değil, kilitli! Sonra yerde irili ufaklı birçok kaplar duruyor. Bazıları bakırdan, bazıları porselenden! İçlerinde kıymetlileri var. Mesela kapının hizasında, birinci mezarın önündeki gayet kıymetli, etrafı altınla yaldızlanmış bir kap. Köşedeki yeşil bir vazo… Kim bilir nasıl bir topraktan yapılmış, mâbedin içinde mânâsını anlayamadığım bir nisbet dahilinde ipten birtakım dılılarla zâviyeler gerilmiş. Bu mukaddes zâviyelerin üzerinde şüphesiz ölülere ait olan birtakım relique’ler asılı. Kaplarda mukaddes sular duruyor. Bazısında taşacak derecede çok. Mekke’nin, Medine’nin, kim bilir, hangi meçhul, hangi mukaddes köşelerinden gelen bu esrarlı, bu mukaddes sulardan tattım. Biraz kekremsi… Kapların dibinde hafif, ama gayet hafif bir toprak tortusu var. Her kaptan içtim. Hepsinin tadı var. Kalbim çarpmaya başladı. Memnû bir mâbede girmiş bir küfürbaz, bir hain, bir kâfir heyecanıyla dışarı çıktım. Sanki bu mezarlar birdenbire açılacak, içlerinden yüzlerce sene evvel ölmüş ihtiyar Türkler kavuklarıyla, yatağanlarıyla, kalkıp üzerime yürüyecekler sandım. Sanki duvarlardaki levhalar sallandı. Mukaddes kapların içi çalkandı. Sanki o an bir deniz olacak, oralarda beni boğacaklardı. Bu mukaddes suların hiddetini, sükûtunu, ulviyetini şimdi içimde duyuyor gibi oluyorum.

Esrarlı, müphem bir rehavet, bir ateş damarlarıma yayılıyor. Beynimde karanlık, meçhul bir kubbenin derin akislerini işitiyorum. Öyle anlatılmaz bir heyecan duyuyorum ki…”

. . . . . . . . .

Kendimi tutamadım. Öyle bir kahkaha attım ki… Frenk marpucunu elinden düşürdü. Az daha nargilesi devrilecekti. Sabah keyfini çatmaya gelmiş müşterilerin afyonlarını patlattım. Dik dik yüzüme bakıyorlardı.

Frenk sordu:

Neye gülüyorsun?..

Ayol sen gizli mâbede girmemişsin!

Dedim.

Ya nereye girmişim?..

Süt annemin sandık odasına!

Sandık odası ne?..

Bizim evlerde komod, aynalı dolap falan yoktur. Eşyalarımız, birer sandıkta, sandıklar da bir odada durur. O mezar zannettiğin demir çemberli, ceviz tabutlar, bizim çamaşır sandıklarımızdır.

Ya duvardaki levhalar?..

Süt babamın eserleri! Yadigâr diye süt annem satmıyor.

Frenk inanamıyordu. Ben hâlâ gülüyordum.

Ya ipten yapılmış hendesî şekiller? O “relique”ler?..

Yağmurlu havalarda çamaşır asmaya mahsus ip. Zâviyeler, müsellesler, tesadüfen teşekkül etmiş; relique zannettiğiniz de kullanılmayan esvaplar..

Frenk yine inanamıyordu. Mavi gözleri birdenbire bulutlanmıştı. Yalanımı yakalamış gibi başını salladı:

Ya o mukaddes sular? Onlara ne diyeceksin azizim?..dedi.

Gece yağmur yağdı. Süt annemin sandık odası, bildim bileli akar. Tavandan damlayacak yağmur suları yerleri ıslatmasın diye geceleyin Karanfil, o kapları odaya sıra sıra dizmiş olmalı…

Dedim. Frenk evlerimizin üzerindeki “Maşallah” levhalarını millî bir sigorta şirketinin işaretleri, saçaklarımızda sallanan nazarlık pabuçlarını damdan dama kaçan hırsızların oralara takılıp kalmış ayakkabıları zanneden meşhur milletdaşı gibi, bir an durdu, düşündü. Derin derin nargilesini çekti. Yutkundu. Elinde açık kalan defterini cebine soktu. Ben hâlâ duruyor, duruyor, gülüyordum.

Gülme azizim, sizin sandık odalarınızda bile öyle esrarlı, öyle anlaşılmaz, öyle müphem, öyle dinî bir hâl var ki…

Ne gibi?..

Öyle bir şey ki… Siz körsünüz… Göremiyorsunuz vesselam…

Dedi. Fakat bizim göremeyip de o yalnız kendi gördüğü şeyin ne olduğunu bir türlü söyleyemiyordu.

Malûm ya, Türkler hükümlerinde çok naziktirler! “Biz kör isek, işte siz de dilsizsiniz!” cevabı ta dudaklarımın ucuna gelmişken sustum. Hiç ses çıkarmadım.

3. Gotiği Anadolu’da Arayanlar: “Anadolu Korku Öyküleri”, “Deli Gücük” ve Öteki Dehşetler

Kabaca 1950’lerden 1970’lere kadar korku türündeki filmlerin, bilimkurgu yapımlarının vs. sinemada boy göstermesi45, Uzay Yolu (Star Trek) ve The Twilight Zone (Alacakaranlık Kuşağı) gibi tv yapımları, Korku, İmdaat!, Süper Drakula, Süper Korku gibi korku temalı çizgi romanların çevrilmesi46, bir devrin yazar, illüstratör kuşağının ortaya çıkışını hazırlamıştır. 70’lerin bu anlamda önemli kıpırtılara sahne olur. Örneğin Türk Dili dergisinin “Bilim Kurgu” özel dosyası 1973’te yayımlanmıştır47 ki bu sayıyı hazırlayan ve “bilim-kurgu” tabirini Türk Dil Kurumu’na öneren Orhan Duru olmuştur.48 Yine bu dönem, Yankı Enki’nin tanımlamasıyla çok bilinmeyen, gotik ögelere dayanan bir eser, Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken adlı öykü kitabı yayımlanmıştır ki Enki söz konusu eserin genelde bu çerçevede değerlendirilmediğini ifade eder.49 80’lere doğru video kaset dönemiyle birlikte farklı türlerde filmlere ulaşabilme50 ve Stephen King’in romanları başta olmak üzere51 çevirileri, üreticilerde yerli muadilini arama ve yaratma eğilimini arttırmış, 2000’lere gelindiğinde Türk korku edebiyatı tam anlamıyla oluşmaya başlamıştır.52 Ancak bu hareketlilik tepeden inme değildir, belli bir tabana sahiptir. 90’lar burada ciddi bir doğum evresidir. Sadık Yemni’nin Muska adlı romanı 1996’da yayımlanmış ve adından söz ettirmiştir. Yine bu dönem Gerek eserleri ve çevirileriyle Türkiye’de korku kültürünün yerleşmesinde en önemli isim olan Giovanni Scognamillo ile fanzin ve çizgi roman üretiminden, “öteki filmleri” toplamaya bu alanda ciddi bir yeri olan Metin Demirhan’ın 1997’de birlikte çıkardıkları Nostromo bilimkurgu dergisi (Orkun Uçar ve Doğu Yücel gibi alanın öncü kalemlerinin ilk öykülerinin çıktığı mecralardan) dört sayı kadar neşredilse de önemli bir adım olmuştur. Keza yine 1996-2000 yılları arasında yayımlanan Atılgan Bilimkurgu dergisi, 1998-2003 yılları arasında yayımlanan Geceyarısı Sineması dergisi de işte yukarıda bahsettiğim hareketliliğin meyveleridir. Fakat bu kıpırdanmanın yankı bulan bir harekete dönüşmesi 2000’lere doğru internetin yaygınlaşmaya başlaması sayesindedir. İnternette Xasiork, Lost Library, Düşler ve Kabuslar forum, Kan Güncesi, Gizemli.org, Perili Ev gibi sitelerden yetişen, öykülerini paylaşan ve “bizde niye yok” sorusu üzerinden korku edebiyatımızın bu edimi taşıyan önemli adımlarını atan kalemlerle Türk korku edebiyatının tam anlamıyla neşet ettiğini söyleyebiliriz.53

Burada tek tek bahsi geçen dönemdeki eserlerin kronolojik dökümünü yapmaktan ziyade o dönem korku edebiyatımız çerçevesinde ses getirmiş, okur nezdinde bilinirlik kazanmış bazı eserlere değineceğim. Murat Başekim’in “Demir Abi” karakterinden ve öykülerinden bahsetmeden önce böyle bir girizgahın gerekli olduğunu düşünüyorum.

Doğrudan korku türündekiler ile, fantastik edebiyat içerisinde kalan ama korkuyla dirsek teması olan roman ve öyküler vesilesiyle Türk korku edebiyatı 2000’lerde tam anlamıyla varlık gösterebilmiştir. Bunlardan ilk kategoriye girenler; Işın Beril Tetik, Galip Dursun, Demokan Atasoy, Koray Günyaşar, Ayşegül Nergis ve Kayra Küpçü’nün yazarları olduğu Anadolu Korku Öyküleri adlı öykü kitabı (İlk baskı: Laika Yayıncılık, 2006), Erkut Deral’ın Kötü Ölü (İlk baskı: Okuyanus Yayınları, 2004) ve Gece Gelini (İlk baskı: Okuyanus Yayınları, 2005) ile Orkun Uçar’ın Zifir (İlk baskı: Altın Kitaplar, 2007) romanlarıdır. Yine bu kategoride öykü ve çizgi romanlardan müteşekkil Deli Gücük: Osmanlı Taşrasından Korku ve Dehşet Hikâyeleri (Kamra Yayıncılık, 2009) çıkmıştır. Aziz Tuna C.’nin yaratıcısı olduğu dizinin bu ilk kitabın yazarları arasında; Aziz Tuna C., Özgür Kurtuluş, Murat Başekim, çizerleri arasında ise Melike Acar, Coşkun Kuzgun, Murat Gürdal Akkoç, Koray Kuranel, Ozan Küçükusta, Uğur Bülent Sertçelik, M. Korkut Öztekin ve Emre Yüce yer almıştır. İkinci kategoriye giren yani korku ile dirsek temasında bulunan, bahsi geçen hareketliliği etkileyen kitaplar ise; Yiğit Değer Bengi’nin Çift Başlı Kartal (İlk baskı: Artemis Yayınları, 2006) adlı öykü kitabıyla, Saygın Ersin’in Zülfikar’ın Hükmü (İlk baskı: Karakutu Yayınları, 2005) ve Erbain Fırtınası (İlk baskı: Karakutu Yayınları, 2005) adlı romanlarıdır.

Bu eserlerin ortak noktaları geleneksel korku unsurlarına, folklor malzemesine dayanmalarıdır. Örneğin; Anadolu Korku Öyküleri’nin Giovanni Scognamillo tarafından yazılan “Kırsal Alan Dehşetleri” başlıklı önsözünde, 2000’lerdeki Türk korku edebiyatına yönelik internet sitelerinde amatör öykülerle başlayıp basılı eserlere dönüşen ivmeye dair şu kritik ve temenni yer alır: “Çağdaş korku edebiyatına baktığımızda, sinemada da olduğu gibi, ağırlığını korkuyu bir endüstri haline getiren Amerikan yazarlarının, başta Stephen King, Peter Straub, Dean R. Koontz ve diğerlerinin ağır baskısı altında olduklarını görürüz. Bunlardan etkilenerek yazılanlar, yazılmak istenenler (sinemamızda olduğu gibi) bir özentiden, bir kötü kopyadan öteye gidemezler. Kaldı ki gereği yoktur çünkü fantastiğin arayışında temel olarak bir Türk folkloru, bir Türk mitolojisi, Türk destanları ele alınacaksa elde edilecek zengin ve özgün malzeme yeter de artar da.”54 Anadolu Korku Öyküleri’nde cinler başta olmak üzere Anadolu’dan Asya bozkırlarına uzanan korku motifleri arz-ı endam eder, Gece Gelini’nde Alkarısı, Zifir’de cinler, Zülfikar’ın Hükmü’nde “Geceliler” adıyla vampirler, Çift Başlı Kartal’da antik dehşetler görünür. Deli Gücük’te ise ecinni, seyyah, derviş yahut meczup olup olmadığı meçhul “Deli Gücük” adında bir motifin veya kişinin, Anadolu ve çevresinde (Rumeli, Kafkasya vs.) muhtelif dönemlerde taşrada geçen ürkütücü hikâyelerini okuruz.

Murat Başekim’in bu yazının konusu olan ve “Şark Gotiği” olarak tanımlanan türde yazdığı öykülerin örnekleri ilk olarak “Deli Gücük” serisinin kitaplarındadır. Deli Gücük: Alacakaranlık Zamanlar (Kamra Yayıncılık, 2010) ve Deli Gücük: Zifirname (Kamra Yayıncılık, 2013) adlı eserlerde Murat Başekim’in farklı dönem ve coğrafyalarda geçen “Düğümler”, “Sebep İhlali”, “Eski Sesler”, “Kaynana”, “Kervansaray”, “Avcı”, “Deli Gücük’ü Kim Öldürdü?”, “Yedinci Sütun”, “Müptelalar”, “Sabun”, “Bitti Eşkıya” ve “İşin Aslı” adlı korku öyküleri yer almaktadır. Daha sonra bu öykülerden bazıları DG adıyla ayrıca bir öykü kitabı olarak yayımlanmıştır (İletişim Yayınları, 2012). Kitabın arka kapak yazısında şu ifadeleri okuruz: “Bu oğlanın memleketinde bir mahlûktan bahsederler: Enkebir… Bir nevi gece cini. Anadolu’da başka başka isimlerle bilinir. Ardahan’da Yolazdıran, Aladağlar’da Harparik, Yozgat’ta Kibilik, Diyarbekr’de Kepoz derler ona; Harput’ta Kamos, Niksar’da Aldaçı, Zile’de Hobur, Kars’ta Mekir, Edirne’de Koncolos… Çukurova’da Varsaklar ona Kara-kırnak ya da Kara Tırnak der. Sürmene’dekiler ise Karakura. Lazlar Germakoçi bazen de Dağkoçi der… Dağ Adamı yani. Kaftarküski, Çarşamba Babası veya Ahubaba diyen de çoktur ona. Kimi Kara Baba diye bilir onu. Ama şu kuru bozkırın göbeğinde, Anadolu’nun çorak kasıklarının ortasında, onu esas Deli Gücük diye bilirler… Oğlan onu imdada çağırıyor. 19. yüzyıl Anadolu bozkırı, binbir dilli beddua, göz gözü görmez yağmurlar, kimsenin uğramadığı tenha yollar, gece uykusundan sağ çıkan yolcular, afyon ve tütün dumanı, şayia ve velvele, kan pıhtısı… Memleket kokan adalet. Huzursuz seyyah, kargalarla konuşan adam, “yalan dünya, kahrolası hayat”. DG, Osmanlı taşrasında, dünyayla, alçaklarla, kendiyle hesaplaşıyor… Murat Başekim, karanlık bir adamın hikâyelerini anlatıyor. Rahatsız edici, tekinsiz ve tuhaf… Zifiri bir siyahlıkla edebiyat şehrengizine çörekleniyor.” DG’deki özellikle “Düğümler”, “Sebep İhlali”, “Eski Sesler”, “Kaynana” ve “Kervansaray” adlı öykülerde baskın olan tarz ve anlatı, kendini Başekim’in 2010’larda yayımlanan diğer müstakil öykü kitaplarında da gösterecektir. Onun folklor ve tarihi ustalıkla harmanladığı bu öyküler, deyişler ve karakterler arasındaki diyaloglarla güçlü ve gerçekçi bir atmosfer kurmaktadır. Cadıların ve bilcümle ecinninin, acayibenin “dehşetli sonu” olan Demir Abi’nin meşhur “cadı çekici”nin çınlamaları, bu ürkünç ve inceden mizahı da kullanan serüvenlerde işitilmektedir ve Türk korku edebiyatının kendine has bir sayfasını teşkil etmektedir. Demir Abi, günümüzde geçse de sıklıkla eski rivayetlerin, inanışların bağrında doğru yol alır, Âşık Veysel’in “Uzun ince bir yoldayım/Gidiyorum gündüz gece” dizeleri hesabı bir elinde garbın ünlü demonoloji eserlerinden “Maleus Maleficarum” yani “Cadı Çekici” nam kitap, diğer elinde de şark işi demirden çekiciyle diyar diyar dolaşır. Onun bu ilginç sentezi, korku edebiyatımızın bir ayağı doğuda, bir ayağı batıda, hem yerel anlatılardan hem de gotik-korku klasiklerinden beslenen kendine has yapısını vurgulamaktadır.

4. Anadolulu Cadı Avcısı “Demir Yavuz Camızoğlu” yahut “Şark Gotiği”

Mizah halk belleğindeki bunca küfürde, deyişte, hicivde, fıkrada vs. varlık gösterirken ve kültürümüzün, mizacımızın bir parçasıyken, edebiyatımızın korku türündeki eserlerde kullanılması, sıklıkla okurların tepkisini çekmektedir. Örneğin internette Erkut Deral’ın Gece Gelini adlı romanını baş karakterinin ağzından dinlerken onun espriler yapması sıklıkla eleştirilmiştir. Buna göre kültürümüzün içerisinde, gündelik yaşam içerisinde karşılaştığımız gariplikleri küfürlerle, esprilerle karşılayabilmemiz olağanken, bu korku kurgusu içerisinde atmosferi bozan bir unsur olarak değerlendirilmektedir. Sadece mizah değil, tarihi ve folklorik detayların da bu tip eserlerde yer almasına kimi okur olumsuz bakabilmektedir. Bu noktada şunun şurasında 20-22 yıllık korku edebiyatı serüvenimize dahil olan ve olacak kalemlerin karşısına iki yol çıkmaktadır: ya salt eylemlerden oluşan, büyük oranda inanç istismarına dayalı, belli klişelere sıkı sıkıya sarılmış bir metin yazmak yahut kendi mecrasını bulmuş, özgün, ister yerel olsun ister yabancı bir şekilde eskinin söylencelerine dayansa da kendi üslubunu bulmuş anlatılar ortaya koymak… Bu minvalde “Şark Gotiği” tabiriyle ifade edebileceğimiz tarzıyla Murat Başekim’in Hayal Et Hikâyeleri (İletişim Yayınları, 2014) ve Demir Dövme Öyküleri (İletişim Yayınları, 2015) adlı eserlerindeki öyküler -özellikle her iki kitabın da kapak resimlerinde de yer alan- Demir Abi’nin serüvenlerini karakterin ağzından dinlediğimiz için onun kültürüne, yaşayışına sinmiş mizahıyla/mizahımızla, folklorik ve edebi arka planıyla, cinlerle, vampirlerle, eski tanrılarla, efsanelerde kalmış isimlerle karşılaşıp duran bin bir dehşetle bezeli, “pikaresk” yolculuğuyla korku edebiyatımızın önemli örneklerinden birini teşkil etmektedir.

Hayal Et Hikayeleri, ithaf kısmıyla temas ettiği mefhumları ve Başekim öykülerinin genel tarzını -korku edebiyatının ve sinemasının kültleşmiş karakterlerine göndermelerle- yansıtmaktadır: “Bu çalışmanın yazılmasında bana yardımcı olan: Konusunda uzman, kıymetli akademisyen, sayın Dr. Abraham Van Helsing’e; Miskatonic Üniversitesi’ndeki değerli hocalarıma; İçki problemi ile uğraşan Transilvanyalı aristokrat büyüğümüze; Kuduz aşısı yaptırmadığı için her ay mutlaka gümüş-alerjisi ve kıl dönmesi yaşayan talihsize; Ruhani destekleri için Hamlet’in babasına ve Overlook Oteli sakinlerine, Zehirli elmalar getiren süpürgeli teyzelere; Botoksu abartıp, bandaja sardıran Mısırlı yaşlı uykuculara; Dr. Victor Frankenstein’ın intihal ile toplayıp yamadığı, o yavaş ilerleyen doktora projesine, ve siyah göz boyama kalemi değil de, siyah yazı kalemi kullanan tüm Gotiklere, 13 uğursuz öykü.”

Daha arka kapak yazısında, “’Malleus Maleficarum, abi. Eskiden, taa ortaçağda felan, cadıları öldürmek için kullanılan bi tür çekiçe derlermiş. Cadı Balyozu. Aynı zamanda bu kitabın da adı. Yani eskiden böyle cincilik yapanların kullandığı el kitabı felan gibi bi şey abi. İşte cadıları şuyundan buyundan tanırsınız, şöyle mıhlarsınız falan gibi muhabbetler var kitapta.’ Hayaletli BBG evleri; ruhunu satmaya çalışan huzurevi çalışanları; ameliyatla burç aldıranlar; ifritlerin ve devlerin gezindiği gece masalları; mutsuz kızıllıklar, çekmeceli Pazartesi; Birgün sineği ve Goya’nın güzelleri, 80 günde devr-i ölüm ve cadı avcısı Alamancı Demir usta… Murat Başekim, karanlık, cayırtılı, cin böğürten ve güldüren hikâyeler yazıyor. Şîr’in pençesini vurduğu Şark gotiğini resmediyor. Hayal Et Hikâyeleri, esrarlı, dumanlı, zifirî yerleri, çok uzakları ve çok yakını anlatıyor.” ifadeleriyle tanıdığımız Demir Abi yahut Demir Yavuz Camızoğlu karakteri kitaptaki; “Malleus Maleficarum”, “Malleus Haereticarum” ve “Demir” adlı öykülerde boy gösterir.

Bahsi geçen öykülerden ikisi isimlerini 1400’lerin sonlarına doğru yazılan ve Avrupa cadı avlarında el kitabı olarak kullanılan eserlerden (Cadı Çekici ve Heretik Çekici) almaktadır. Doğu-batı arasında serpilen korku edebiyatımız misali hem bizim âlemimizde hem de öte âlemde dolaşan karakter, normal yaşamında da iki dünya arasında sıkışmış, aslen Çankırılı olan, “Alamancı” bir kaporta ustasıdır. Burada dazlaklarla girdiği bir kavgadan ötürü hadım kalmıştır, kendi kendini cinsiyet açısından da arafta görür. “Malleus Maleficarum” adlı öyküde Demir’in Almanya’da “cadı avcılığı”yla başlayan tekinsiz kariyerinin ilk safhasını görürüz. Demir Abi burada kaporta çekicini kullanarak ve büyülü vuruşlarını “Ben tam erkek sayılmadığım için beni etkilemez ki.” sözleriyle ifade ettiği düşüncesiyle -iki farklı gerçekliğin ve cinsiyet bağlamında varoluşunun Araf’ındadır çünkü- Schwarzwald’da (Kara Orman) Avrupa’nın cadılarını alt eder. Burada Demir karakterinin “demir” kaporta balyozuna dikkat çekilmesi sebepsiz değildir. Karakter dile getirmese de Başekim mitolojik ve folklorik arka planı ustalıkla işaret etmektedir. Mircea Eliade’nin pek bilinmediğini düşündüğüm folklorik korku olarak nitelendirdiğim Matmazel Christina romanındaki korkunç “strigoi”nin (Rumen halk inanışlarındaki vampir) def edilmesi için demirin gücünden, kutsiyetinden55 yararlanılan56 sahneleri hatırlarız. Sonraki öykülerde de Demir Yavuz Camızoğlu, doğaüstü güçlere karşı çarpışırken öğrendiklerinden hareketle demirci olduğunu ve manasının ne olduğunu öğrenen Demir Abi, ekseriyetle muhtelif usullerle demir kullanır. “Malleus Haereticarum” adlı öyküde memleketine, Çankırı’daki köyüne döndüğünde lohusalara musallat olan “alkarısı” dehşetiyle yüzleşir. “Demir” adlı öyküde ise memleketinden epey uzağa kaçmak zorunda kalmış, gide gide Moğolistan’a, ata topraklarına ulaşmıştır. Burada da kurt suretine bürünmüş ata ruhlarıyla karşı karşıya gelir ve bu dehşetli mücadeleden sağ çıkar.

Demir Dövme Öyküleri’nde ise yedi öykünün tamamı Demir Yavuz Camızoğlu’nun çeşitli dönem ve coğrafyalardaki diğer serüvenlerinden müteşekkildir. Arka kapak yazısında karakterin dünyası ve serüvenlerin mahiyeti ifade edilirken “pikaresk” kavramına vurgu vardır: “’Şunu bilin ki biraderim, kabaran işsizliğin Anadolu’yu ve onun görkemli köylerini yutmasından hemen sonra Alamanya’da o güne dek görülmemiş bir çağ başlamıştı. Gurbetçilerin oğullarının doğduğu bu çağda Alamancı sayısı gökteki yıldızların mavi pırıltıları kadar dağınık fakat belirgindi. İşte bu sıralarda Çankırılı Demir geldi. Demir bilekli, elinden kaporta-çekicini ve çayını hiç bırakmayan bu hafif kel, bıyıklı, göbekli hadım, tüm ecinnileri ve cigara izmaritlerini kunduralı ayağının altında çiğnemek istiyordu.’ Alamancı cadı-avcısı geri döndü. Murat Başekim’in Hayal Et Hikâyeleri kitabında ilk kez okuduğumuz Demir, yeni öyküleriyle karşımızda. Yine dövülüyor ve dövüyor, araflara savruluyor, cehenneme inip çıkıyor, ıstıraplar içinde kavruluyor. Dante gibi hayatın ortasında ıssız bir ormanda kayboluyor. Aşkın kıyılarında zebanilerle cebelleşiyor. Demir Dövme Öyküleri, bekleyince sasılaşmış çay tadında bir Hevi Metal macera. Ağzıbozuk, komik, tekinsiz bir modern pikaresk. Büyülü Gerçekçilik değil, Gerçekçi Büyülülük!” Kitabın başında “pikaresk” tabirinin güya sözlük anlamına yer verilirken aslında Demir abi tarif edilmektedir: “Küfürbaz, sır gizleyen ve şeytani çekici olan bir kahramanın çok parçalı, kopuk serüvenlerini anlatan kurgu.” Gerçi “pikaresk”in hakiki anlamı yani “toplumun aşağı tabakalarında düzenbaz, dalavereci, ancak becerikli ve kurnaz bir kahramanın serüvenleri”57, Demir karakterinde fazlasıyla mevcuttur. Nitekim Charles Dickens’ın Bir Yılbaşı Öyküsü (A Christmas Carol, 1843) adlı eserine nazire mahiyetindeki “Bir Ramazan Türküsü” adlı öyküde, Demir’in edebiyata dair şu ifadeleri de bunu vurgulamaktadır: “Okumam-yazmam tam olsa ben de yazardım hatta bişeyler anasını satim. Ne güzel olurdu be. Ama benim yazdıklarım hiç de ‘edebi’ olmazdı tabi. Benim yazdıklarım böyle öcüler-böcüler, canavarlar, serüvenler, dövüşler, biraz da şenlik-şamata bişey olurdu zaar. Çünkü ben Kanon değil, Konan (Conan) seviyom. Edebiyat dünyayı değiştirir mi bilmem… Ama bence sanki en fazla unutturur.”

“O Gün” adlı öyküde, Almanya’da dazlaklarla kavganın akabinde hayalarının ezilmesiyle ambulansla hastaneye götürülen Demir, burada “öte taraf”ta Azrail ile tavla oynayarak canını kurtarır ancak ömrü boyunca canavarlar, acayiplikler, uğursuzluklar peşini bırakmayacaktır. Kitabın kapak resmi de öykünün nazirede bulunduğu Ingmar Bergman’ın Yedinci Mühür (Det sjunde inseglet, 1957) filminin meşhur Azrail ile oynanan satranç sahnesine göndermedir. “Demirci ve Karısı”nda Demir karakteri bir önceki kitapta “Demir” adlı öyküde bulunduğu Moğolistan’dan Anadolu’ya dönmüştür. Epey büyük bir höyükte yapılan arkeolojik kazıda işçi olarak çalışırken, burada uyanan bereket tanrıçası Kibele’ye karşı mücadele eder. “Akıntı”da Bodrum’da mısır satarken birlikte kaldığı Özkan adlı gence musallat olan bir kadın vampiri, Yunan mitolojisinden Lamia’yı alt eder. “Kan Davası” adlı öyküde Özkan’ı vampirin tesirinden kurtarmak için Kırşehir Kaman’daki eski akademisyen, üfürükçü ama aynı zamanda doğaüstü olaylardan gizli bilimlere epey konuda belli bir bilgi birikimine sahip dayısı Feridun Dün’ü ziyaret eder. Bu açıdan “Şaman”ı çağrıştırması da kaçınılmazdır. Vampirin tesirini ortadan kaldırmak için onu dönüştüren büyük vampirin bulunduğu yere, Sırbistan ormanlarına gelen Demir, burada da Kosova Savaşı’ndan kalma mayın tarlalarından biri sayesinde bu heyulayı da alt eder. “Bir Ramazan Türküsü”nde yolunun kesiştiği bir yazar-hayaletiyle hasbihal eder. “Malumun Celbi”nde Lovecraftian Korku’ya has kozmik dehşetlerle karşılaşan Demir, en son “Yılan Hikâyesi”nde cinler ve Şahmaran’la yüzleşmektedir.

Kan Davası” adlı öyküde Demir, Malleus Maleficarum adlı kitaptan bahsettiği esnada Feridun Dün’ün “şarkın yasak ve gizli el yazmaları” yanında bir kıymeti olmadığını vurgulamasında gözden kaçan bir detay saklıdır. Eski dünyanın tıp başta olmak üzere pek çok konularda kaleme alınmış eserlerinin Süryanice olması -ki bu eserlerin büyük bir kısmı Beyt-ül Hikme’de Abbasiler döneminde Arapçaya çevrilmiştir-58, hatta Havvas literatüründe cin, ifrit ve kimi melek isimlerinin Süryanice olması düşünüldüğünde Feridun Dün, yazının başlarında bahsettiğim “korku”yu garba ait görme takıntısının haksızlığını vurgular âdeta. Keza “Bir Ramazan Türküsü”nde de “realist” yazar Hayati Dümen’in hayaleti ile Demir arasındaki konuşmada satır aralarındaki edebi eleştiriler de bu açıdan dikkat çekicidir.

Demir Yavuz Camızoğlu karakteri, gündelik yaşamdan gelme, bizden bir karakterin fantastik maceralara nasıl savrulduğunu, korkuyla yüzleştiğini anlatırken bir anlamda bunların kaynağını uzaklarda aramak yerine buralarda görebilmek gerektiğini de hatırlatmaktadır. Murat Başekim’in öykülerinin gerek Türk korku edebiyatı içerisindeki yeriyle, gerekse bu edebiyatın -komşu dehlizleri paylaştığı fantastik gibi- uzunca bir süre dışlanıp görmezden gelindiğinin aksine hep yanı başımızda olduğunu anlatması açısından kıymetli olduğunu düşünüyorum.

Karakterin korkunca verdiği ilk reaksiyonların espri yahut küfür olması da bu açıdan şaşırtıcı değil. “Şark Gotiği”nde yahut Türk korku edebiyatında, bizden, içimizden kopup gelen doğal bir tepki bu. Kültür veçhesinden bakıldığında yadırgamak şöyle dursun, bir anlamda yaşanan dehşetleri tamamladığını fark ederiz. Bu ayrıntıda gerçekliğin ürkütücü yüzünü fark edebiliriz.

5. Dipnotlar.

1 Başekim’in bahsi geçen eserlerde karakteri kendi ağzından anlatmasına binaen “ağabey” yerine “abi” olarak yazmayı tercih ettim. MBY

2 Mehmet Azimli, “Sicilya’daki İslam Medeniyeti’nin Avrupa’ya Etkileri”, Marife, Sayı 2, Güz 2009, s. 72.

3 M. Fikret Arargüç, “Mimari Bir Tarzdan Edebi Bir Türe: Gotik, Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Dergisi, Sayı 36, Erzurum 2016, s. 245-247.

4 Richard Davenport-Hines, Gotik-Aşırılık, Dehşet, Kötülük ve Yıkımın Dört Yüz Yılı, çev. Hakan Gür, Dost Kitabevi, Ankara 2005, s. 25-30.

5 Giovanni Scognamillo, Korkunun ve Dehşetin Kapıları, Bilge Karınca Yayınları, İstanbul 2014, s. 28.

6 Kaya Özkaracalar, Gotik, L&M Yayınları, İstanbul 2005, s. 7-8.

7 Uğur Tanyeli, Korku Metropolü İstanbul-18. Yüzyıldan Bugüne, Metis Yayınları, İstanbul 2022, s. 172.

8 M. Ertuğ Yavuz-Kubilay Geçikli, “Gotik Romanda Aydınlanma Karşıtlığı”, Cumhuriyet Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 32, Sayı 1, Mayıs 2008, s. 174-176.

9 Davenport-Hines, a.g.e., s. 13-15.

10 Aydın Ertekin, “Fantastik Yazın Nedir?”, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 9, Sayı 1, Erzurum 2007, s. 35-36.

11 Yankı Enki, Maskenin Düştüğü Yer-Korku Edebiyatı Yazıları, İthaki Yayınları, İstanbul 2017, s. 21-22, 25.

12 Bryan D. Palmer, Karanlığın Kültürleri-Sınır İhlalinin Tarihlerinde Gece Yolculukları, çev. Şebnem Kaptan, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2011, s. 158-160.

13 Howard Phillips Lovecraft, Edebiyatta Doğaüstü Korku, çev. Arif Dursun, Laputa Kitap, İstanbul 2018, s. 9-10.

14 Howard Phillips Lovecraft, Tuhaf Kurgu Yazmak Üzerine Notlar-Seçme Yazılar, çev. Toprak Deniz Odabaşı, Laputa Kitap, İstanbul 2019, s. 59.

15 Stephen King, Ölüm Dansı-Edebiyat ve Sinemada Korku İncelemesi, çev. Naz Iraz Demir, Sayfa6 Yayınları, İstanbul 2016, s. 556.

16 Ezgi Aksoy, Popüler Kült-Korku Sineması ve Popüler Kültür Kılavuzu, Karakarga Yayınları, İstanbul 2016, s. 17-18.

17 Pelin Aslan Ayar, Türkçe Edebiyatta Varla Yok Arası Bir Tür: Fantastik Roman (1876-1960), İletişim Yayınları, İstanbul 2015, s. 13-15.; Nuran Özlük, Türk Edebiyatında Fantastik Roman, Hiperlink Yayınları, İstanbul 2011, s. 60-61.

18 Detayları için bkz. Özkul Çobanoğlu, Nimet Yıldırım, Dursun Ali Tökel, Gönül Tekin, Mehmet Can Doğan, Türk Edebiyatının Mitolojik Kaynakları, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir 2019.

19 Abdurrahman Özel, Ali Torun, Türk Halk Edebiyatı El Kitabı, Akçağ Yayınları, Ankara 2003, s. 212.

20 Saim Sakaoğlu, Halk Hikâyeleri, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir 2019, s. 128-133.

21 Detayları için bkz. Yeliz Özay Diniz, Evliya Çelebi’nin Acayip ve Garip Dünyası, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2017.

22 Agâh Sırrı Levend, Divan Edebiyatı-Kelimeler ve Remizler, Mazmunlar ve Mefhumlar, Enderun Kitabevi, İstanbul 1980, s. 9-10.

23 Metin And, Geleneksel Türk Tiyatrosu-Köylü ve Halk Tiyatrosu Gelenekleri, İnkılap Yayınevi, İstanbul 1985, s. 424-430, 435-437, 443-444, 448, 456.

24 Detayları için bkz. Özkul Çobanoğlu, Türk Halk Kültüründe Memoratlar ve Halk İnançları, Akçağ Yayınları, Ankara 2003.

25 Hüseyin Rahmi Gürpınar, Gulyabani, Günümüz Türkçesine akt. Zahir Güvemli, Atlas Kitabevi, İstanbul 1965, s. 5-6.

26 Ali Rıza Seyfi, Kazıklı Voyvoda, Resimli Ay Kitaphanesi, İstanbul 1928.

27 Gürpınar, a.g.e., s. 6-8.

28 Nüket Esen, “Fantastik Bir Osmanlı Metni: Aziz Efendi’nin Muhayyelat’ı”, Akşit Göktürk’ü Anma Toplantısı, İstanbul 2006, s. 5

29 Yeliz Özge Toyman, “Nazlı Eray’ın Roman Dünyasında Düşsü ve Büyülü Gerçekliğin Kurgusu İle Fantastik Unsurlar”, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, Isparta 2006, s. 10

30 Canan Olpak Koç, “Don Kişot ve Daniş Çelebi”, Turkish Studies, Cilt 8, Sayı: 4, Bahar 2013, s. 1117

31 Ann Radcliffe, Udolf Hisarı, çev. Ahmet Mithat Efendi, haz. İnci Enginün, Dergah Yayınları, İstanbul 2015, s. 11-12.

32 Toyman, a.g.t., s. 10.

33 Toyman, a.g.t., s. 11

34 Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e uzanan bu sürece dair bkz. Ayar, a.g.e., s. 123-136, 325-340.; Özlük, a.g.e., s. 359.; Özkaracalar, a.g.e., s. 62-75.

35 Seçkin Sarpkaya, Mehmet Berk Yaltırık, Ömer Faruk Yazıcı, Türk Kültüründe Gulyabani (İncelemeler/İllüstrasyonlar), Ötüken Neşriyat, İstanbul 2022, s. 61-62.; Semra Şen, “Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Romanlarındaki Folklor Unsurları”, (Basılmamış Doktora Tezi), Atatürk Üniversitesi sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum 1995, s. 367-371, 397, 419.

36 Mehmet Berk Yaltırık, “’Kazıklı Voyvoda’ yahut ‘Drakula İstanbul’da’”, Türk Dili, Cilt 121, Sayı 849, Eylül 2022, s. 28-36.; Seçkin Sarpkaya, Mehmet Berk Yaltırık, Türk Kültüründe Vampirler-Oburlar, Yalmavuzlar ve Diğerleri, Karakum Yayınevi, Ankara 2022, s. 154-158.

37 Selim Nüzhet Gerçek, Canvermezler Tekkesi, çev. Merve Köken, Karakarga Yayınları, İstanbul 2020, s. 12-13.

38 Sarpkaya, Yaltırık, Türk Kültüründe Vampirler…, s. 158.

39 Serdar Soydan, “Kenan Hulusi’nin Tekinsiz Düşleri” (Önsöz), Kenan Hulusi Koray, Bir Yarasa Bir Kıza Âşık Oldu, İthaki Yayınları, İstanbul 2021, s. 9-16.

40 N. Didem Düz, “Bir Gotik Seyyah: Suat Derviş” (Önsöz), Suat Derviş, Onları Ben Öldürdüm, İthaki Yayınları, İstanbul 2022, s. 212-220.

41 Nilüfer Yeşil, “Nezihe Muhiddin, Kadın Gotiği ve Gotik Kahramanlar”, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü, Ankara 2009, s. 96-98.

42 Galip Dursun, “Kerime Nadir’den Dehşet Gecesi: Kâbusa Dönen Bir Yolculuk” (Sunuş), Kerime Nadir, Dehşet Gecesi, Oğlak Yayınları, İstanbul 2019, s. 7-21.

43 Tanyeli, a.g.e., s. 167, 177-178.

44 Ömer Seyfettin’in Gizli Mabet adlı öyküsünün tamamını okumak için: https://tr.wikisource.org/wiki/Gizli_Mâbed

45 Ege Görgün, “Dünya Ve Türk Sinemasında 70’Ler Ve 70’Lerin En İyi 20 Filmi”, Tersninja.com, (Güncelleme Tarihi: 01.08.2022), https://www.tersninja.com/beyazperdenin-ve-sinemaseverin-70ler-macerasi/.

46 Özkaracalar, a.g.e., s. 52.

47 Bkz. Türk Dili-Özel Bölüm: Bilim-Kurgu, Sayı 256, Türk Dil Kurumu, 1 Ocak 1973.

48 Gökhan Reyhanoğulları, “Türk Edebiyatının İlk Bilim-Kurgu Öyküleri ve Orhan Duru”, Turkish Studies, Cilt 7, Sayı 3, Yaz 2012, s. 2184.

49 Yankı Enki-Hakan Bıçakcı, “Hakan Bıçakcı ile İstanbul Turu-Şehirde Gotik: Yankı Enki” (Podcast), İstanbul Turu, (Güncelleme Tarihi: Aralık 2020), https://open.spotify.com/episode/37s0NowpxNZeNaXfX7xEXi.

50 Hülya Torun, “Yeni Medya Çağında Sinefiller: Türkiye’de Sinefil Kültürü”, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 2018, s. 52, 78-79.

51 Seda Taş İlmek, “Examining readers’ perceptions of translations: The case of Stephen King’s works in Turkish”, Journal of Language and Linguistic Studies, Cilt 16, Sayı 4, 2020, s. 1722-1734.

52 Detayları için bkz. Ömer Türkeş, “Korkuyu Çok Sevdik Ama Az Ürettik”, Radikal Kitap, (Güncelleme Tarihi: 18.11.2005), Orijinal Bağlantı: http://www.radikal.com.tr/kitap/kapak-857624/, Web Arcihve Bağlantısı: http://web.archive.org/web/20200919162637/http://www.radikal.com.tr/kitap/kapak-857624/.

53 Bahsi geçen döneme dair bkz. Onur Baştürk, “Türkiye Gerilim Kuşağında”, Aktüel, Sayı 533, 3-9 Eylül 2003, s. 14-18.; Veli Uğur, “Anadolu Gotiği: Korku Romanındaki Evrimin Son Durağı”, FSM İlmi Araştırmalar İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi, Sayı 13, Bahar 2019, s. 335-336.

54 Işın Beril Tetik, Galip Dursun, Demokan Atasoy, Koray Günyaşar, Ayşegül Nergis ve Kayra Küpçü, Anadolu Korku Öyküleri 1, Bilgi Yayınevi, İstanbul 2014, s. 7.

55 Konuyla ilgili örnekler için bkz. Mircea Eliade, Demirciler ve Simyacılar, çev. Mehmet Emin Özcan, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2003, s. 28-34.; Mehmet Çeribaş, “Türklerde Demirciler ve Şamanlar”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi, Sayı 42, Ankara 2007, s. 3-9.; Fuzuli Bayat, Türk Kültüründe Kadın Şaman, Ötüken Yayınları, İstanbul 2012, s. 36, 52-53, 81.

56 Mircea Eliade, Matmazel Christina, Fransızcadan çev. Roza Hakmen, Metis Yayınları, İstanbul 2014, s. 162-163, 168-169. (Orj. Rumence: Domnișoara Christina 1936, Mademoiselle Christina 1978, Fransızca çev. Claude b. Levenson)

57 Şahbender Çoraklı, “Pikaresk Roman ve ‘Pikaro’ Jakob”, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 2, Sayı 28-29, Haziran-Aralık 2002, s. 23-32.

58 Mehmet Berk Yaltırık, “Üç Harflilere Dair-1”, Kahramangiller.com, (Güncelleme Tarihi: 27.09.2016), https://www.kahramangiller.com/genel/uc-harflilere-dair-1-bolum/2/.

GOTİK DOSYAMIZIN DİĞER YAZILARI:

Gotik Film Üzerine

KERİME NADİR’İN GOTİK ROMANI: DEHŞET GECESİ

GAME OF THRONES: GOT’İĞİN BÜYÜK DÖNÜŞÜ