Ana Sayfa Kritik Kurak Günler Gerçekten Çarpıcı mı?

Kurak Günler Gerçekten Çarpıcı mı?

Kurak Günler Gerçekten Çarpıcı mı?

Kurak Günler, geçtiğimiz sonbaharda az sayıda salonda ve kısıtlı bir zaman diliminde vizyona girdiğinde filmin yapımcıları, Kültür Bakanlığı’nın filmdeki eşcinsellik temasını bahane ederek, verdiği fonu geri talep ettiğini duyurmuştu. İktidarın Kurak Günler’e gösterdiği sopa bir protesto hareketine neden olmuş ve film neredeyse kapalı gişe oynamış, ayakta alkışlanmıştı. Filme gösterilen ilginin bir başka nedeni de seyircilerin ve eleştirmenlerin Kurak Günler’in günümüz Türkiye’sine dair çarpıcı, cesur ve derin bir politik yorum getirdiğini iddia etmeleriydi. Bence bu ortak kanıyı besleyen önemli kaynaklardan biri de senarist ve yönetmen olarak Emin Alper’in birkaç röportajda (örneğin 1+1’deki röportajı: https://birartibir.org/obrugun-kiyisinda/) filmin seyirciye vaat ettiklerine dair ayrıntılı açıklamalarıydı. Bu tartışmaları görmekle beraber, ben de filmi sinema salonlarında kaçıranlardan, geçtiğimiz günlerde Netflix’te yayınlanmasını bekleyenlerdenim. Gördüğümüz kadarıyla Kurak Günler Netflix’te şimdi daha büyük bir kitleye ulaştı.

Belki de benim şanssızlığım, filmi seyredinceye kadar yorumları, tartışmaları ister istemez görmüş olmak ve filmle ilgili iddialı bir beklenti edinmiş olmak. Yine de Kurak Günler’in vaatlerini gerçekleştiremeyen bir film olduğunu düşünüyorum. Dahası, eleştirdiğim her unsurun tam da sanatsal bir niyetle yapıldığını kabul ettiğimizde bile filmden geriye hiç de çarpıcı ve cesur olmayan vasatlıkta bir politik yorum kalıyor elimizde. Kurak Günler’in sinema dili olarak artıları olsa da, meşhur sözün dışına çıkmadan meramımı anlatmaya çalışacağım: “İyi bir senaryodan kötü film çıkabilir ama kötü bir senaryodan iyi film çıkmaz.”

Ama Kurak Günler’e geçmeden önce, bu yazıyı yazma sebebimin halihazırda gündemde ve popüler olan bir eseri yermenin sinsi hazzı olmadığını söylemem gerekiyor. Daha önemli başka iki sebebim var. Birincisi ve en önemlisi, iktidarın baskısına maruz kalan her kişi, olay veya eseri eleştiriden muaf tutmaya eğilimli hale geldiğimizi düşünüyorum. Bir eseri kendimize göre eleştirmenin iktidarın eline koz vermek gibi algılanmaya başlaması, bu tür her durumda topyekûn bir taraf olmaya sürüklenmemizin tehlikesi. İktidarın baskısına uğramak kendi başına bir titre dönüşmemeli.

İkincisi ise, filmle ilgili oluşan/yaratılan genel kanının, yani Türkiye’nin asri zamanlarına dair çarpıcı şeyler söylediği iddiasının eğer bir karşılığı varsa, kaba, vasat bir politik algıya gömülmüş debeleniyoruz, seçim sonrasının bu distopik hâletiruhiyesini ziyadesiyle hak ediyoruz demektir. Bunu da konuşmanın bir küçük vesilesi olur diye yazdım.

 

Karakterler

Kurak Günler’in temel handikabı, karakterlerin derinlikli işlenmemiş olması. Filmin bütününü taşıyıp sürükleyecek karakterlerimiz yok. Bu sorun ana karakter Savcı Emre’den başlayarak tüm karakterlere yayılıyor. İki kelimeyle söylemek gerekirse Savcı Emre inandırıcı bir karakter değil. Toy ve sıra dışı bir savcıyla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz elbette ama yine de Emre’de mesleğinin kumaşını görmemiz gerekir. Oysa Emre savcı olarak değil hukuk 1. sınıf öğrencisi olarak bile toy. Sanki el değemeden biriktirdiği tüm iç çatışmalarını yaşamak için Yanıklar kasabasına savcı olarak atanmayı beklemiş, dünyadan ziyade kendisiyle meşgul olmak ister gibi. Ama bir de aksi gibi idealist. O yüzden yaptığı her şey hikâyeyi daha da çıkmaza sokuyor, Emre karakterinin eğer varsa motivasyonunu veya ne yapmak istediğini anlayamıyoruz. Kasabalının gündelik hayatındaki şiddete burun kıvırıyor ama aynı akşamında Belediye Başkanı’nın ziyafet sofrasından zamanında kalkmayı bile beceremiyor. Film ilerledikçe gördüğümüz tek şey, Emre’nin etrafındaki herkes tarafından manipüle edilmeye teşne olduğu. Diğer yandan, irade kullanmak, aksiyon almak konusunda sorunlu. İkinci kadehte Avukat Şahin ve Kemal’le Gazeteci Murat’ın dedikodusunu yapıyor. Gazeteci Murat’la da Avukat Şahin’in. Niye Hâkime Zeynep ve kocası gibi normal bir devlet memuru evinde değil de farelerin cirit attığı, suların akmadığı bir kasaba evinde oturduğunu da anlamıyoruz ayrıca. Kasabalıların arasında yaşamayı tercih ettiği için mi? Oysa hikâyede Savcı Emre’nin kasabalılarla tek teması, arada eve fare zehri yerleştirmeye gelen oğlan üzerinden. Onun söyledikleriyle de manipüle oluyor. Herkesle kafası daha çok karışıyor Emre’nin, seyircinin nasıl karışmasın? Ziyafet gecesi yaşadığı blackout ve o sırada gerçekte neler yaşadığını hatırlamaya çalışması hızla karakterin ve hkiâyenin tek baskın yönü haline geliyor. O gece tecavüze ortak oldu mu, olmadı mı?

Ana karakter Savcı Emre iç çatışmalarıyla iştigal etmekten ülkenin politik iklimine dair bir şey söyleyemeyen, herkes tarafından manipüle edilebilir, bir temsiliyet taşıyamayacak kadar savruk bir karakter olarak karşımıza çıkıyor.

Bu gerçeğin peşinde koştuğunu düşünüyoruz ama mesleğini teknik olarak da icra edemediğini görüyoruz. Neredeyse tüm kasaba eşrafını gözaltına aldırıyor ama gecenin görgü tanıklarını, çalgıcıları sorgulamak aklına dahi gelmiyor. Kendinden ve çevresinden kuşkuya düşmüş halde atalet içinde savruluyor ana karakter. Elimizde kendisine dair hiçbir ipucu yok ve filmin sonunda da Emre’yi bir karakter olarak tarif edecek bir şeyimiz olmuyor. Gönlündeki cinsel kimliği keşfedebilmek için savcı olarak Yanıklar’a atanmayı ve Gazeteci Murat’la karşılaşmayı mı beklemiştir? Yoksa geçmişte de… Ne kadar soru sorarsak soralım, filmde Emre ile ilgili bir karakter çizemiyoruz. Emre karakterinin oturmamışlığı ve savrukluğu hikâyenin çarklarının bir türlü dönememesine, olay örgüsünün ite kaka yürümesine neden oluyor.

Yanıklar adlı mikroevrenin diğer karakterlerine bakalım. Filmin bize tek sunduğu kasabanın elitleri: Belediye Başkanı Selim, Avukat Şahin ve Kemal. Ne kadar iyi oynanmış olurlarsa olsunlar, mikroevrenimizin bu karakterleri stereotipten daha fazlası değiller ne yazık ki: Kötüler. Karanlıklar. Hap, şiddet, tecavüz, rant, ne ararsan bunlarda. Öbür yanda ise Emre’nin homoerotik arzu nesnesi Gazeteci Murat var. Şaibeli gecenin aktörleri bunlardan ibaret. Pekmez ise o gecenin öznesi değil nesnesi ne yazık ki, kendini ifade etme yetisi yok. Hikâye boyunca Savcı Emre başka biriyle temas etmiyor. Bu tek boyutluluğu bir nebze kompanse etmek için, normalde arabasından hiç inmeyen Emre’nin çarşıdan yürüyerek geçtiği ve esnafla selamlaştığı bir sahne eklenmiş ama Yanıklar’ı tanımamıza bir katkısı olmuyor. En ümit vaat eden karakter Pekmez’in babası Yavuz olabilecekken, onun da arka arkaya iki sahne içinde isyankârlıktan garibanlığa iniverdiğini ve sonrasında gariban olarak arkaya çekildiğini görüyoruz. Yanıklar kasabanın ötekileri, Pekmez’in ait olduğu çingenler. Onları da sadece filmin sonunda çadırlarının yanışını seyrederken görebiliyoruz ama tanımıyoruz. Kayıtsız şartsız taşra düzenine uyum sağlamış Hâkime Zeynep karakteri de hikâyede anlamlı bir yere oturmuyor. Devletle taşra müesses nizamının iç içe geçtiğini mi anlatıyor bize Zeynep. Her şey yarım yamalak. Bir yandan Emre’yi hizaya getirmeye çalışıyor, diğer yandan da yemek sofrasında elini tutuvermesin mi mı? Neler oluyor Yanıklar’da. İşler iyice karışıyor.

Adı sürekli anılan ama hiç görünmeyen muhalefet de cabası. Kimdir muhalefet, niye Emre’nin hayatına dahil olmaz ve hikâyeye bir boyut katmazlar? Velhasıl Kurak Günler’in bize tarif etmek istediği çarpıcı politik karşıtlığın aktörleri aksak, cılız ve sığ. Kasaba eşrafının kötücül sıfatı dışında bir boyutu yok. Geri kalan kasaba halkı ise sadece bir güruh olarak, filmin sonlarında ise zombiler olarak görünüyor. Sonuç olarak anlatılan hikâye, redneck kasabasına düşmüş şehirli gencin kişisel hezeyanlarla bezeli macerasına dönüşüyor ve bu girdaptan çıkamıyor.

Senaryodaki irili ufaklı başka tutarsızlıklarla birlikte olay örgüsü de birbirine karışıyor. Su davası ile tecavüz davası birbirine dolanıyor, ikisinden de bir sonuç çıkmıyor, elimizi attığımız her ipin ucu boş çıkıyor.

 

Yanıklar ve Türkiye’nin Politik İklimi

Kurak Günler’in Türkiye’deki politik iklime dair bir şey söylediği iddiasını ve genel kanısını ise her şeye rağmen ciddiye almak durumundayız. Ama filmin etrafındaki yorumlara değil de filmin bize verdiklerine sadık kalarak.

Filmin politik ikliminde Yanıklar kasabasının bir taşra mikroevreni olarak inşa edilmeye çalışıldığı aşikâr ama bu mikroevren sadece kasaba eliti üzerinden anlatılıyor bize. Seyirci ancak onlar üzerinden tanıyabiliyor Yanıklar’ı. Soyut, sebepsiz bir kötülüğün hükmettiği, halkın ise kötülerin güdümünde zombi sürüsü olarak varolduğu bir mikroevren. Savcı Emre’nin ve dolayısıyla biz seyircilerin, kasabayla ilgili sadece dolaylı ve şüpheli verileri var. Zehir koymaya gelen oğlanın ağzından duyduğumuz “herkes böyle diyor” şiarının tek gerçek olduğu yer burası: Karanlık, yok edici, değişime kapalı.

Yönetmenin kasıtlı olarak yaratmaya çalıştığı mikroevren buysa bile, Yanıklar kasabasında nelerin döndüğünü hayal edebilmemiz için hikâyedeki diğer tarafı, dinamizmi yaratacak karşıtlığı da aynı netlikle görmemiz gerekmez mi? Oysa Savcı Emre’nin dış dünyaya karşı ne aksiyon aldığını ve niye aldığını bir türlü anlayamıyoruz. Emre bir şehirli midir? 06 plakalı otomobili ve hukuka bağlılığı dışında böyle bir resim de çizemiyoruz. Biraz ana kuzusu ve memur çocuğu olduğunu anlıyoruz sadece. Başka? Aşırı iyi niyetli olsak, Emre’nin Hamletvari bir anti-trajik karakter olmaya niyetlendiği söylenebilir ama Savcı Emre’den bir Hamlet çıkmadığı kesin. Savcı Emre de tüm karakterler gibi senaryonun aksaklıklarını kapatmak için oradan oraya savruluyor. Hikâye bizi durup durup terler içinde o meşum gecenin kâbusunu gören Savcı Emre’ye geri getiriyor. Belki de senaryonun bel kemiği bir queer hikâyesi üzerine şekillenseydi, bir yere varmayan karmaşık olay örgüleri içinde boğulmasaydı, daha politik bir hikâye çıkabilirdi. Ama birbiriyle yarışan, iç içe giremeyip yan yana dizilen temalar hikâyeyi çıkmaz sokağa soktuğu için paldır küldür bir kovalamaca sahnesiyle görkemli finale geçiveriyoruz.

Filmin bize Yanıklar kasabasından sunduğu karakterler kötülükten başka boyutları olmayan stereotipler.

Eğer burada durup Kurak Günler’in politik bir okuması olduğunu düşünüyorsak, çöken obruğun bir tarafında şeytani Yanıklar eşrafının olduğunu söylerken, obruğun diğer tarafına geçen Emre ve Murat’ın neyi tarif ettiğini sormalıyız. Kasabalının elinden son anda kurtulan nedir? Oysa filmin başından sonuna kadar bunu tarif etmemizi sağlayacak dramatik unsurlardan mahrum bırakılmış haldeyiz. Yanıklar’ın karşısındaki dinamiği tanıyamıyoruz. Eğlence olsun diye insan avlayan bir çetenin elinden kurtulmuş iki kişi görüyoruz sadece. Belki de en makul yorum kurtardıkları şeyin cinsel kimlikleri olduğu. Türkiye’deki politik iklim üzerine kelâm etmeye soyunan bir filmin temel dinamiklerden birine, dine bulaşmaması bile düşündürücü. Zülfüyâre dokunmadan politik bir hikaye nasıl anlatılır. Yine de Kurak Günler’in çevresindeki tartışma daha fazlasının olması gerektiğini söylüyor bize.

O zaman elimizdekilerle yetinerek Kurak Günler’in Işık/Karanlık, İyi/Kötü kaba karşıtlığına dayalı bir politik iklimi tarif ettiğini söyleyebiliriz ancak. Peki, bu yorum gerçekten çarpıcı ve cesur mu? En amiyane halini, “Cahil ve yobaz halk anlamıyor”, “Benim oyumla çobanın oyu bir mi?”, en entelektüel halini de Tezer Özlü’den cımbızlanarak dolaşıma sokulan “Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi” ifadelerinde bulan ve farklı seviyelerde sürekli yeniden üretilen bir bakış değil mi bu zaten? Yoksa Kurak Günler’de bize yeni ve çarpıcı gelen şey, aslında alabildiğine köhne ve vasat olması mı? Zaten bildiğimiz, inandığımız, daha derinine bakmaktan çekindiğimiz bir gerçekliğin sığ bir yorumunu karşımızda bulduğumuz için bize çarpıcı ve ferahlatıcı gelmiş olmasın Kurak Günler’in iklimi? Kendimizi bu filmde temize çekmiş olmayalım? Tam da aynı sebepten, muhalefetin seçimi kaybetmesi bize çarpıcı ve şaşırtıcı gelmiş olmasın?

Belki de, biteviye yeniden üretilen muhalif paradigmayı bir kere daha ısıtıp karşımıza çıkaran Kurak Günler vesilesiyle asıl düşünmemiz gereken şey budur.

 

 

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl