1980’lerin “yeni ekspresyonist” yükselişinde bir tarafıyla “yeni bireyciliğin” ifade alanıydı büyük boyutlar. Driping (akıtma), doğaçlama için çok büyük özgürlükler veriyordu. Geniş bir yüzey sanatçıya “yetinemeyeceği” bir bakış açısı dayatıyordu.

Erdoğan Zümrütoğlu’nu 2015’deki sergisi “Dark Matter”da gördüğümüz “iz” şimdi bambaşka yerlere açılıvermiş. “Karanlık Madde”nin pembeleştiği, ten rengiyle hemhal olduğu dizi saçılan etlerin, paçavranın, sakatatın, taşakların ve gövdenin saçılışını gösteriyordu. İki yıl sonra şimdi karşımızda duran “Kutsal Pazarlık” resimleri dağılan organları, vücudun saçılmasını, şiddeti çok ama çok geniş bir boşluğa yerleştiriyor. Pembeleşen et, saydamlaşan zar-DERİ, yığılıveren kütleler olarak çöküveriyor gözlerimize. İronik olamayacak bir trajik var karşımızda…

İfadeyle şahlanan beden figürümsü bir uçuculuk ile buharlaşıveriyor. Figür olmak istemeyen (kontürden sürekli kaçınan figürümsü iz bırakan) yığılan gövdeler doluşuyor boşluğa. Evet; figür olmayan, olmak istemeyen, figürasyona, optik’e, scop’a direnen ve saf dokunsala erişmeye çalışan bir eğilim var karşımızda. Üstümüze sıçrayacak bir et parçası kadar dokunsal…

Hiç unutmuyoruz: bizim sancılı modernizmimiz bir tarafıyla Rembrand’ın Öküz (Slaughtered Ox -1655) resmiyle başlamıştı. İştahtan, Hristiyanlıktan, Azizlerden ve de “natürmorttan” bağımsız “asılı” bir trajikliği deneyimlemiştik. Bir başka canlıda insani bir trajikliği, etin parçalanmasını ve ölümünü izliyorduk.Çarmıha gerilmiş İsa değildi Ox, ne de metafor ve meleklerin sökün ettiği bir alegori. Bizzat bedenin kendisi ve parçalanmaya hazır sonu duruyordu gözlerimizin ve parmaklarımızın ucunda. Sonra beden hep parçalandı zaten şarapnellerle, gümüşü kurşun uçlarıyla. Modernliğin krizini erken gösteriyordu Rembrand; hep uğraşacağımız yığılmış atık; beden. Ondan 1914’lerin gümbürtülü şiddetiyle pişen Otto Dix’in gözenekleşmiş

Rembrandt, Slaughtered Ox, 1655

, yamulmuş bedenlerine, oradan Bacon’un asılmış çiğ suskunluklarına uzanan trajik bir hat. Ne ruh vardı artık sadece, ne de umutlu cogito. Beden yerleşivermişti bütün modern-postmodern gündemimize. Sökün eden beden! Erdoğan’ın hışımla daldığı, dağıttığı ve pembeleşesiye kadar incelttiği kütle, bu kocaman hatla diyalog kuruyor işte. Hep sakatata uzanacak bir bedeni boyuyor. Sakatat gizlidir. Bedenin içindeki dişlilerdir aslında. Ya da uygarlıkların lezzeti. Erdoğan bedeni sakatata kadar izliyor. Sonra karşımıza kocaman bir testis olarak yığılıveriyor. Koç yumurtası ya da “billur” gibi… Şiddetin ataerkil saf hayaleti. Sakatat sakatlanmak!

Ama öncelikle “büyük” zeminlerle karşılaşıyoruz Erdoğan Zümrütoğlu bedenleriyle! Kutsal Pazarlık resimleri öncelikle ebadıyla konuşuyor. Neredeyse son 20 yıldır 1.5 metrelik bir sağduyuya alışan gözlerin kısa devresi bu. Büyük ebad boyanın dağılmasını, saçılmasını, akarak figüre dönüşe(me)mesini daha bir etkileyici kılıyor. Sergiyi ilk gördüğümde söylediğim cümleydi: “Büyük ebadın ve boyanın geri dönüşü”.

1980’lerin “yeni ekspresyonist” yükselişinde bir tarafıyla “yeni bireyciliğin” ifade alanıydı büyük boyutlar. Driping (akıtma), doğaçlama için çok büyük özgürlükler veriyordu. Geniş bir yüzey sanatçıya “yetinemeyeceği” bir bakış açısı dayatıyordu. Nerede biteceğini söyleyen bir kesinlik duygusu da… Zordur büyük ebad, atölye istediği kadar izlenecek ve asılacak “büyük” mekan da ister. Uzaktan bakıp düşünecek bir “geri mesafe” de… Erdoğan çağdaş sanatın (contemporary) son 30 yıldır gözlerimizi alıştırdığı, “ortalama ebad”ın, gri-mat (monokrom) yüzeylerin, kavramsal buluşların ya da hiperrealizmin çok dışında, biraz da unutulmuş bir dili hatırlatıyor bizlere. Etin zarlaşan pembesini… Dile gel(e)meyen, figüre sığmayan, lirik ve de trajik imgelemi. Hazır nesnelere sinik bakışlar atan, kendi üzerine kıvrılmış, ironinin “çaresizlik stratejileriyle” sarhoş olmuş bir göze tokat atan resimler var karşımızda. Evet resim geri dönüyor!

Sadece yüzey (pentür) değil elbette; sergiye almadığı (benim atölyesinde gördüğüm) hazır nesne-koltuk işine baktığımızda da aynı pazarlığı duyumsuyoruz. Sıradan ucuz bir koltuğu, ofislerin kölesini trajik bir beyaz yakalıya dönüştürüyor Erdoğan. Koltuğun kolları, samansı parmakları, devasa pembe, katlanmış “iğrenç” gerdan ve bütün trajiğin izini, yolun buharına bulamış ayakkabılar öylece duruyor karşınızda. Heidegger’in Van Gogh’un köylü ayakkabılarında bulduğu trajik, bambaşka yönleriyle Maslak otobanlarında da yaşıyor…Koltuk pentüre dönüşüyor adeta. Rembrand’ın Öküz’ü ile başlayan bir geleneğin ağırlığıyla, gözlerimizin içine bakan başka bir Postmodern Öküz oluyor! Sinik hazır nesne salgınına bence iyi bir cevap olmuş. Keşke sergi toplamına alınsaydı diyorum ama sonra vazgeçiyorum. Çünkü bütün yüzeyleri basabilirdi ağırlığınca. Koltuk ait olduğı yerde kalsın; yani atölyede…

Kutsal Pazarlık” sergisi 13 Ocak 2018 tarihine kadar Pilevneli Gallery’de izlenebilir.

TEILEN
Önceki İçerikÖzkan Mert: Evrenin Islığı’nda Ben’le Biz’in Kavgası
Sonraki İçerikTARİHİ BİR KONAKTAN YAPILAŞMAYI İZLEMEK
1970, Gaziantep doğumlu. Marmara Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi’nde ve İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okudu. Çeşitli yayınevlerinde editörlük yaptı. Yazıları Pasaj, Evrensel Kültür, Yeni Sinema, Yeni Film, soL, Cumhuriyet, Varlık, Sanat Eylemi, Üç Nokta, Bağımsız’da yayınlandı. 2008-2012 yılları arasında BirGün gazetesinde kültür sanat editörlüğü yaptı ve yazılar yazdı. Yurt Gazetesi Kültür Ek yayın yönetmenliğinde bulundu. 2004-2012 yılları arasında Bilgi Üniversitesi Sosyoloji ve Kültürel Çalışmalar Yüksek Lisans programında ve İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde medya, küreselleşme, popüler kültür ve sinema üzerine dersler verdi. AICA-Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği üyesi.