Ana Sayfa Kritik LA BELLE EPOQUE: AVRUPA MODERNİTESİNİN YALANCI BAHARI

LA BELLE EPOQUE: AVRUPA MODERNİTESİNİN YALANCI BAHARI

LA BELLE EPOQUE: AVRUPA MODERNİTESİNİN YALANCI BAHARI

Bazı zamanlar vardır, hemen sonra kopacak fırtınayı ruhunuz duymaz. La Belle Epoque [Fr. Güzel Çağ] da Avrupa medeniyeti için öyle bir eşiktir. Stefan Zweig’ın 1914’ün yaz ayları için “daha huzurlu, daha hoş bir yaz yaşanmamıştır” diye, Franz Kafka’nın I. Dünya Savaşının patlak verdiği gün “Bugün pek bir şey yok. Almanya Rusya’ya savaş açıyormuş. Öğleden sonra denize girdim” diye yahut son Çar Nikolay’ın “1916 lanetli bir yıldı, 1917 kesinlikle çok daha iyi olacak” diye günlüğüne yazdığı gibi, 1880’lerden 1900’lere (ve nihayetinde 1914’e) uzanan seyirde genel bir habersizlik hali söz konusudur… Bu oyun ve eğlencelerle dolu “şen çağ”ı (gay age) bir tür Lâle Devri olarak da görmek mümkündür. Ferahlama ve özgürleşme çağı olması belki biraz da temenni edilerek, iyimserlik rüzgârlarının estiği bir başlangıca sahiptir Belle Epoque. Zira kavramın anavatanı olan Fransa’da İmparator III. Napoléon Fransa-Prusya Savaşındaki ağır yenilgiden sonra tarih sahnesinden çekilmiş, Paris Komünü kıtasal bir yangına dönüşmeden sönmüş ve Üçüncü Cumhuriyet kurulmuştur. 1880’lerden itibaren bilim ve teknolojide, sanayi ve ticarette, Avrupa-içi barış düzeninde, toplumsal refah konusunda gözlenen olumlu gelişmeler, sanatta, kültürel yaşamda büyük yenilikler getirmiş; emperyalist yarışın gölgesinde –hatta onun getirdiği Gladstonecu, Renancı, Kiplingci bir dinamizmle birlikte– bütünleşik bir Avrupa fikrinde ve “Avrupa-lı-lık” kimliğinde önemli bir atılım yaşanmıştır.

***

1870’lerde ortaya çıkan İkinci Sanayi Devriminin getirileri, Avrupa’nın işçi sınıfları için, birincisine göre nispeten daha sancısız olmuştu ve 1890’larda, 1830’ları hatırlatan geleneksel “fabrika kültürü” son bulmuştu. Buna karşın metropol yaşamının ihtiyaçları doğrultusunda doktor, avukat, mühendis, gazeteci ve mimar sayısındaki müthiş büyümeyle ofis memuriyetleri ve “şirket kültürü” yaygınlaşıyordu. Mesleğiyle burjuvalaşan bu yeni orta sınıf, hem geleneksel orta ve üst sınıflarla hem de alt sınıflarla etkileşimi dolayısıyla toplumun belirleyici unsuruydu. Şirketleşen geleneksel burjuva sınıfını bu yeni burjuvalar (profesyonel meslek sahipleri) yönlendiriyor; kamuoyunu siyasetçiler kadar gazeteciler, şairler ve yazarlar belirliyordu. Örneğin Dickens, Twain, Tolstoy gibi edebiyatçılar orta-üst sınıfın kalbini yumuşatıp yoksullara şefkat göstermeyi telkin ediyordu. Hayırseverliğin, cömertliğin sanatçılar ve gazeteciler tarafından övülmesinin etkisiyle, seçkinlerin ve zenginlerin sosyal adalet çabaları havayı yumuşatıyor; biraz daha iyi yaşam koşullarına kavuşan yoksul işçi sınıfı, çalışma saatlerinin azalmasına bağlı olarak artan eğitim ve sosyal etkinlik imkânlarıyla kademeli olarak yeni kozmopolit toplumsal yaşamın içine çekiliyordu. Bir başka deyişle, işçiler ulus-aşırı bir örgütlenmeyle “sınıfsal” değil, “ulusal” çerçevede hak arayışlarına davet ediliyordu (öte yandan, Fransız Riviera’sındaki ya da Venedik’teki yazlık yaşam, resortlar, büyük kulüpler ve iş anlaşmaları, belli ulusal aidiyetleri olan seçkin kimselere ulus-aşırı bir cemiyet vaat ediyordu). Ulusallaştırılan –ve uysallaştırılan– işçilere gösterilen bu ikircikli teveccüh karşısında, Max Nordau’nun “Bugünün işçisi on sekizinci yüzyılın ‘soylu vahşi’sidir”1 demesi anlamlıdır.

***

İkinci Sanayi Devriminde demir-çelik imalatı, gemicilik, betonun yoğun kullanımı, petrolün işlevselliği nihai ürünlere müthiş bir dayanıklılık katarken, askeri alanda makineli ve otomatik tüfekler, daha yıkıcı toplar ve daha öldürücü silahların üretimi endüstriyel ordulara müthiş bir yıkıcılık gücü kazanmıştır. Ve bundan böyle, Batılıların Batılı olmayan muhatapları karşısında eşi benzeri görülmedik bir üstünlük kurması söz konusu olmuştur. 1870’lerden itibaren yoğun bir emperyalist sömürü yarışına girilmiş; Çin, Hindistan, Güneydoğu Asya, tüm Afrika, Latin Amerika ve Yakındoğu, Britanya’dan Belçika’ya Avrupalılarca korkunç bir yağmaya layık görülmüştür. Emperyalist uygulamalarla Avrupa’ya gelen yeni servet hem finansal hem de ekonomik kaynak olarak orta sınıfları rahata erdirmiş, alt sınıfların da yükünü hafifletecek önlemler alınmasını ve topyekûn yaşam standartlarının yükseltilmesini mümkün kılmıştır.2 Bilimsel araştırmalar bu dönemde himaye ve kurumsal destekle bambaşka bir seviyeye çıkmıştır. Artık madenlerden büyük zahmet ve maliyetle edinilen kömür enerjisinin yerini, sudan ve zahmetsizce temin edilen elektrik enerjisi almıştır. Elektriğin üretimi, depolanması ve dağıtımı birçok bakımdan kol gücü üzerindeki baskıyı azaltmış; Edison’un ampulünün elektrifikasyon faaliyetlerini yaygınlaştırmasıyla, insanların akşamları değerlendirebileceği boş vakitleri uzamıştır. Bunun standart eğitimle, basın-yayın, kültür-sanat, eğlence-dinlence faaliyetleriyle desteklenmesi Batı Avrupa’nın modernite deneyimini bariz şekilde iyileştirmiştir.

Öte yandan bilim-sanata yapılan bağış ve sermaye aktarımıyla fen bilimleri çılgınca bir hız kazanmış; önceki yüzyılların cevap veremediği doğa olayları cevap bulmaya, kâinatın sırrı çözülmeye başlamıştır. Örneğin bir yandan termodinamik, elektro-manyetik dalgalar açıklığa kavuşmuş; bir yandan da Henri Becquerel’in, Marie Skłodowska-Curie’nin radyoaktiviteyi keşfine paralel olarak atomun parçalanması yönündeki çabalarla atom-altı parçacığı olan elektron keşfedilmiştir (1897). Bir yandan telgraf ağları, telefon hatları yerkürenin Batı kısmını ağlarla sarıp iletişim kanallarını yoğunlaştırırken, bir yandan da X-Rey ışınları, Pasteur’ün mikro-biyolojik keşifleri ve farklı kimyasal buluşlarla birlikte, nihai olarak Einstein’ın birbiri ardınca ortaya koyduğu kütle-enerji denkliği, rölativite kuramı ve kuantum mekaniği bilimsel devrimlere eklenmiştir (1905). Bir diğer ifadeyle, emperyal Batının zaferi laboratuvarlarda perçinlenmiştir.

Bu gelişmelerin uzantısı olarak on dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde gerçek bir hız devrimi yaşanmıştır. Üstelik bu devrim sadece otomobil, kamyonet ve tramvaydan ibaret değildi. Gelişkin buharlı gemilerden dört bacalı devasa transatlantiklere uzanan bir dizi deniz taşıtının yanı sıra, 1873’teki yolcu taşıyan balonu, 1900’ün zeplinini ve 1903’te Wright Kardeşlerin uçmayı başaran motorlu uçağıyla insanlık tarihinin en büyük hayallerinden birini gerçekleştiren gökyüzü devrimini de hatırlamak gerekir. Ayrıca uzun mesafeleri keyifli yolculuklara çeviren Trans-Sibirya ekspresini (1891), Trans-Balkan Orient Express’i (1883), Trans-Baltık Kuzeyyıldızı ekspresini (1900), hatta Bağdat ve Mekke demiryollarını da (1903) katarak ticari, kültürel, askeri büyük bir karasal hız devrimi yaşandığını da gözümüzde canlandırabiliriz.

Bu bahar havasını şekillendiren çalışkanlığa, iyimserliğe ve gençlik enerjisine, farklı sınıfsal tonlamalara bağlı olarak, giderek yaygınlaşan bölgesel ve ulusal futbol ve rugby ligleri, Fransa Turu gibi bisiklet yarışları, Wimbledon, Roland Garros gibi tenis turnuvaları ile basketbol ya da dağcılık gibi yeni sporların keşfini de katabiliriz. Bunların bazılarıyla yola çıkılan Avrupai teşhir, temaşa ve şölen anlayışı 1896’dan itibaren sırasıyla Atina, Paris ve Londra’da modern Olimpiyat Oyunlarının düzenlenmesinin de yolunu hazırlamıştır. Böylelikle dekadans ve pesimizm gibi kültürel; anarşizm ve komünizm gibi politik gençlik hareketlerine katılması muhtemel gençleri sporla sosyalleştirip terbiye etmek, beden terbiyesini dönemin moda akımlarıyla paralel gelişen yeni estetik kalıplara yönlendirmek ve elbette sosyal Darwinizmin, ırk teorilerinin, militarizmin gölgesinde şekillenen vatanseverlikle öjeni, hıfzıssıhha ve biyo-politika konseptlerini bir araya getirmek de usul usul ilgililerin gündemine girmiştir.

Doğal ve beşeri bilimsel meraklar dünyanın en yüksek dağlarına, doruklarına, en derin göllerine, okyanuslarına uzanmayı; gezegenin her yanından bitki, fosil, etnografik yahut arkeolojik eserler toplayıp insanlığın uzun serüvenini anlamlandırmayı hedefliyordu. Bulgular ve temsil değeri taşıyan ürün ve nesneler, bir süre sonra hem Berlin, Londra, Paris gibi kentleri süsleyen müzelerde hem de ulusların kardeşliği adına düzenlenmeye başlamış olan Dünya Fuarı ve Evrensel Sergi gibi etkinliklerde teşhir ediliyor; kültürler-arası fikir ve değerlerin transferine çeşitlilik ve sürat kazandırıyordu. Örneğin Paris’in on milyonlarca ziyaretçiye ev sahipliğini yaptığı 1889 Dünya Fuarı ve 1900’deki Evrensel Sergi kentin havasını, insan profilini, kültürel yönelimlerini, edebiyat ve toplum bilimleri temalarını, hatta polisiye meselelerini boydan boya değiştiren büyük hareketlenmeler yaratmıştı. Dahası, 1776’nın ve 1789’un yüzüncü yıldönümleri vesilesiyle Batı medeniyeti –başlangıçta beğenmekte uzun süre zorluk çektiği– iki ikonik anıt kazanmıştı: Paris’teki Eiffel Kulesi ve New York açıklarındaki Özgürlük Heykeli. (Bunlara 1875’te yapımına başlanıp 1914’te tamamlanan, dolayısıyla tam bir Belle Epoque hovardalığı eseri olan Sacré-Cœur Bazilikasını da katabiliriz sanırım.)

***

Eğlence (gece) hayatı bu şen dönemde tabana doğru yayılarak kitleselleşmiş, kulüpler eski salon alışkanlıklarını bu dönemde keskin bir biçimde dönüştürmüştür. Modern dansın icadıyla, insanlar duygularını artık salon/balo danslarının standart düzeni içinde kalmadan, hür biçimde havalanan, dönen, etrafa saçılan, daha baştan çıkarıcı ve inişli-çıkışlı figürlerle serbestleştirmiştir. Royal Albert Hall, Palais Garnier ya da Bayreuth sahnelerinde operalar, konserler, tiyatrolar sahnelenirken, Avrupa’nın kültür, sanat ve eğlence başkenti konumundaki Paris’te 1880’lerden itibaren Moulin Rouge ve Chat Noir gibi yeni “geçici büyülenme mekânları” olan kabareler hem modern, hem egzotik zevklere sahip bin bir türden insanla dolup taşıyordu. Rus balesinin, Arjantin tangosunun, can-can dansının hâkim olduğu bu mekânlarda Sarah Bernhardt gibi femme fatale pop-kültür yıldızları ile yeni zenginler ve metresleri bir arada görülebileceği gibi, Luisa Casati gibi çılgın sanat hamileri de, Mata Hari gibi gizemli dansözler de, Sidney Reilly gibi casuslar da fink atıyordu. Öyle ki, kabareleri, casinoları, galerileri, kafeleri, meyhaneleri ve batakhaneleriyle bohemleri, sanatçıları, fahişeleri, eşcinselleri kendine çeken ve şafak sökene kadar canlılığını sürdüren Montmartre semti, devrim ithalatçıları, silah tüccarları, enternasyonalistler, nasyonalistler, spekülatörler ve dolandırıcılar gibi meslek erbabına da korunaklı bir hareket alanı sağlıyordu. Paris bu konuda en renkli şehirdi, ama tek değildi. Metropollerin elektrikli sokak aydınlatmasına geçmesiyle birlikte, St. Petersburg’dan New York’a, ışıl ışıl sokakları, yaldızlı tabelaları ve sabaha dek hizmet veren sektörleriyle “uykusuz şehir”ler ortaya çıkmaktaydı.

Paris ve Londra’nın kütüphane, bar, pastane ve kafeleri de sadece İngiliz, Fransız ve Amerikalı değil, Mısırlı, Macar, Hindistanlı, Meksikalı, Çinli, Polonyalı, Jön Türk, Brezilyalı, Rus sürgün entelektüellerle, komitacılarla, muhbirlerle olağanüstü bir küresellik yakalamıştı. Paris henüz 1890’larda kayıtlı nüfusun % 7.8’inin Fransa-dışı doğumlu olduğu bir insanlık panayırı gibiydi. Bütün dünyanın bilim, sanat ve siyaset gündemi Paris’e ya da Londra’ya akıyor gibiydi. Öyle ki, ihtiyar Franz Joseph’in Viyana’sı gibi nispeten ikincil önemdeki bir metropol 1910’ların başında aynı anda Hitler, Stalin, Freud, Troçki, Tito, Hayek, Klimt ve Wittgenstein gibi yirminci yüzyıla yön verecek isimlere ev sahipliği yapıyordu. (Almanya ise rehavet ya da aktif dinlenme yerine, “Prusya ruhu” ve “Protestan ahlakı”yla kıtanın en büyük sanayi tesislerini, en büyük ordusunu ve en büyük işçi sınıfını yaratmakla meşguldü.)

Bu türden eğlence ve “geçici büyülenme mekânları”nın diğer adresleri, para harcama meraklısı genç kızları, boşta gezen, mesleksiz, züppe burjuva erkekleri –yani Thorstein Veblen’in “aylak sınıfı” dediği kesimi– kendine bağlayan süslü vitrinleriyle moda evleri ve kendi kurallarıyla müşteri ağırlayan, üst sınıflara mensup kişilere hizmet eden lüks (first-class) restoranlardı. First-classçılık gemi ve trenlerden terapi merkezi ve otellere kadar hızlıca genişleyen yeni dalga bir lüks tüketim kültürü yarattı. Haute couture tasarımcılar, birbirinden pahalı saat, kürk, takı, parfüm ve kozmetik mağazaları şehir merkezlerini ele geçirmeye, oteller, saraylar, kulüpler ve tren garları hizmet alanlarını genişletmeye başladı. Sadece işletmelerde değil, malikânelerde de hizmetçi, garson, uşak istihdamı olağanüstü sayılara ulaştı. Yüz binler tarafından okunan Vanity Fair gibi gazete ve dergiler de kraliyet ailelerinin, soyluların ve milyonerlerin sosyete hayatına, tüketim eğlencelerine, doğum, düğün, cenaze törenlerine daha çok yer ayırarak zarafetin, groteskin ve şatafatın boyutlarını halka taşımaktaydı. Herhalde böylesi bir Belle Epoque tasvirini hiç kimse, Kayıp Zamanın İzinde’nin bir parçası olarak Guermantes ailesinin şatodan şatoya ziyaretlerini, balolarını, resepsiyonlarını, çay partilerini, yemeklerini ve etraflarındaki daimi koşuşturmayı detaylıca anlatan Marcel Proust’tan daha iyi resmedemez.

Hareketli, fancy eğlence anlayışının ve sosyetenin absürd kurallarla dolu dünyasının yanına daha avami ama en az diğerleri kadar büyüleyici bir başka mekân daha katılacaktı: Sinema gösterilen salonlar ve elbette, hazdan çok hayret hislerini tetikleyen sinematograf. Lyonlu fabrikatör Lumiére Kardeşler 1895 Martından itibaren müteakip on yıl içinde 1422 film çekerek bugün de ziyadesiyle öğretici olan olağanüstü bir görsel malzeme biriktirdi ve 50 saniyelik hareketli filmleri Dublin’den İstanbul’a, Vietnam’dan Meksika’ya tüm dünyayı ilk kez videolaştırarak Paris, Londra, Berlin gibi emperyal merkezlere taşıdı. Bu filmlerden 108’ini görebildiğimiz 2016 yapımı Lumiére! adlı belgesel, dönemin ruhunu ve güneş şemsiyeli, eldivenli, dantelli pofuduk kıyafetli kadınları, melon veya silindir şapkalı, bastonlu erkekleriyle, atlı tramvayları, üstgeçişleri, renkli vitrinleri, kafeleri, pasajları ve kıvrak işlemeli taş binalarıyla Avrupa’nın kentsel koşullarını aydınlatan bir dolu detaya sahiptir.

***

Modernitenin başkentlerinin insan profili çeşitlenirken, silüeti de değişiyordu. Nehirlerin üzerlerini saran çelikten köprüler, yeraltını saran metro ağları, ulusal ya da kamusal değerlere saygı duymaya davette bulunan anıtlar, heykeller, devasa parklar, süslenmiş bahçeler, kestane ağaçlarıyla dolu bulvarlar, adeta sonsuzluğa uzanan geniş cadde ve kaldırımlar, Art Nouveau tarzında yapılmış büyük oteller, şatafatlı palas apartmanlar, sanat merkezleri, galeriler, okullar ve diğer kamu binaları şehre yeni bir çehre kazandırmakla yükümlüydü. Paris bu konuda da en büyük dönüşüme sahne olan yerdi. 1871’de Komünün isabetle hedef aldığı pek çok saray, köşk, kurum binası 1890’larda başkalaşım geçirdi; örneğin kimi saraylar lüks birer grand hôtel oldu.

La Belle Epoque aynı zamanda yeni bir sekülerleşme dalgası yaratmıştı. 1789’dan yüz yıl sonra bile ekonomik ve politik önemli bir güç konumundaki Kiliseye karşı yükselen laik tavır Fransız muhafazakârlarıyla ilerlemeci iyimserler arasındaki ipleri sürekli geriyordu ve Bismarck Almanya’sında yaşanan Kulturkampf gibi bir savaş Fransa’da da yaşandı. İlk ve orta eğitim 1880’de laikleştirilirken, bir yandan da kız liseleri kuruldu ve kimi bölümlerde üniversite okuma imkânı sunuldu. Katoliklere boşanma hakkı 1885’te tanındı. Rahibeler ve rahipler hastanelerde, okullarda resmi görevli olmaktan çıkarıldığı gibi, Voltaire, Diderot, Comte gibi sembolik önemi olan kişilerin isimleri sokaklara, semtlere verildi. 1890’lardan itibaren Rusya’daki tedhiş ve pogromlardan, Almanya’daki kamusal antisemitizmden kaçan orta sınıf Yahudiler küçük kitleler halinde neredeyse ilk defa Paris’e yerleşti. Ancak görünen o ki, Dreyfus Davasıyla (1894-1906) Fransa’daki muhafazakârların (Katoliklerin) dinsel refleksleri (geleneksel antisemitizm ve komplocu zihniyet) ziyadesiyle güçlüydü ve kamuoyu büyük bir bölünme yaşadı. Dreyfus’a benzer bir skandal dava da Oscar Wilde Davasıydı (1895-97) ve o da Yahudiler gibi bir başka azınlığın, eşcinsellerin temsilcisi olarak Britanya muhafazakârlarının (Protestanların) lanetine uğradı. Daha önceleri keyif ve rehavet kültürünün estetik anlayışını kendi eserleriyle besleyen Wilde’ın cezaevindeyken yazdıkları, ışıltılı Güzel Çağın karanlık tarafını görmek adına değerlidir.3

Kamusal nefret ve ırkçılık hızla sıradanlaşarak Siyahlara ve Müslümanlara karşı da güçlenebiliyordu. Jeopolitik meseleler, günlük tirajı iki milyon kopyayı bulan Le Petit Journal gibi gazetelerde her gün hararetle tartışılmaktaydı ve Belçika, Hollanda ve Fransa emperyalizmlerinin mide bulandırıcı uygulamaları Batı medeniyeti ile Ötekiler arasındaki ilişkiyi keskin bir şekilde dönüştürdü. Bir ırkçılık eğlencesi olarak ABD’de, Belçika’da, Fransa’da sergilerde ve hayvanat bahçelerinde Siyahi Afrikalı kabile mensupları, Pigmeler ve nice başkaları kafeslenerek teşhir edilir oldu. Oysa avangard sanatçıların, örneğin ressam Paul Gaugain’in Pasifik (Tahiti-Polinezya) yerlilerinin dünyasından edinmeye çalıştığı fayda kesinlikle bu değildi! Aslına bakılırsa, Paris’te yüzyıl sonunda hemen her fikir ve sanat dalında çatallanmalar derinleşiyordu.4 Bununla beraber, Dumas, Valéry, Daudet, Mallarmé, Wilde, Zola gibi edebiyatçılar peş peşe vefat ederek sahneyi başkalarına bırakırken, Henry James ve Gertrude Stein gibi Kuzey Amerikalı, Gabriele D’Annunzio gibi İtalyan, Ruben Dario gibi Latin Amerikalı sanatçılar birbirinden çok farklı sanat anlayışlarını Paris’e taşıyordu. Debussy, Mahler ve Satie gibi ruhu dinlendiren, sakin –hatta anti-Wagnerci diyebileceğimiz– müzisyenler Belle Epoque’un kibar takımına uygun şekilde huzurun ezgisini bestelerken, daha sahici bir sükûnet arayışındaki Monet, Rodin, Degas, Cézanne, Renoir gibi isimler de yaşadıkları duygusal iniş-çıkışları olabildiğince soyutlayarak resme taşıyordu. Yüzyıl dönümünden sonra Picasso gibi yeni renk sahipleri de onlara eşlik edecekti…

Yine de Belle Epoque’ta işlerin yolunda gitmediğine dair kamuoyunda bir hissiyat, hatta bir farkındalık vardı. 1889’da İkinci Enternasyonal Paris’te örgütlendiği gibi; sosyalistler 1 Mayısı hem bahar, hem emek bayramına çevirmeyi başarmıştı. Demir-çelik medeniyetinden sıkılan, huzursuz olan tek kişi Gaugain değildi; Guy de Maupassant, Eiffel Kulesi başta gelmek üzere birçok şeyden rahatsızdı. 1890’larda Emile Zola, Anatole France gibi maşeri vicdanın sesi olan isimler adaletsizliğe, eşitsizliğe karşı hakça bir mücadele veriyordu ve bu Victor Hugo’nun önceki dönemlerde dile getirdiği romantik özgürlük ve adalet taleplerinden daha ileri bir aşamaya tekabül ediyordu. Evet, yolunda gitmeyen çok şey vardı. Çağın temsilcileri Thomas Edison, Graham Bell, Rudolf Diesel gibi mucitler değildi. Çağ güzel olduğu nispette hastalıklıydı da… Pozitivizme, materyalizme, liberalizme ve burjuvaziye dönük saldırılar sadece taassup sahibi çevrelerden gelmiyordu; entelektüel bir irrasyonalizm, illiberalizm, vitalizm ve subjektivizm vardı. Dahası, değerlerin değersizleşmesiyle ortaya çıkan boşluk hissi ruhçuluk, kültçülük, ezoterik tarikatçılık hareketlerine zemin hazırladığı gibi, yabancılaşmaya, tükenişe, dejenerasyona ve nihilizme de yol açmıştı. Britanyalı John Ruskin, Hollandalı Vincent Van Gogh, Norveçli Edvard Munch, Almanyalı Friedrich Nietzsche ve daha onlarcası, her tarafta makine gıcırtıları duyulan bu metropol medeniyetinde şifası bulunmayan bir cinnet geçirmişti.

Victoria Çağının ve yüzyıl sonu burjuva ahlakının sahteliği yönündeki karşı-söylem, anarşizmin bombalı saldırılarına, varoş gençlerinin hıncına ve çok sayıda intihara yol açmakla kalmayıp, “apaçi” denen sokak çetelerine, psikopatlara, Karındeşen Jack gibi seri katillere de yer açıyordu. İnsanların üzerine sinen gömülü depresyon, travma, melankoli, anomi, nevroz, cinnet ve nihai olarak da intihar gündelik hayattan sosyoloji ve psikoloji araştırmalarının, hemen sonra da onlardan çok daha güçlü bir anlatım becerisine sahip olan sanatın gündemine sıçradı.5 Durgun bir suya benzeyen Empresyonizmin sükûnetinden Fütürizm ve Kübizmin dehşet vericiliğine uzanan yol, Belle Epoque’un görünürdeki ana caddesinden değil, arka sokaklarından geçiyordu. La Belle Epoque ve son bölümü olduğu “uzun on dokuzuncu yüzyıl”, Jules Verne’in iyimser gelecek tahayyüllerinin zaferiyle değil, Avrupa medeniyetinin en iddialı eseri olan Titanic’in batmasıyla, 1914’te kopan kıyamete coşkuyla karşılamasıyla son buluyordu.

1 Aktaran Philippe Jullian, La Belle Epoque, yay. haz. Diana Vreeland, New York: Metropolitan Museum of Art, 1982, s. 6.

2 Eric Hobsbawm, İmparatorluk Çağı, 1875-1914’te (çev. Vedat Aslan, Ankara: Dost Kitabevi, 2005, s. 97) “‘Avrupa’ diye yazmıştı Alman iktisatçı Schulze-Gaevernitz, ‘önce tarımda ve madencilikte, sonra daha güç isteyen endüstride fiziksel çalışma yükünü –Beyaz olmayan ırkların– üzerine yıkacak ve kendisi rantiye rolüyle yetinecektir; ve bu yolla, belki de Beyaz olmayan ırklar için ekonomik ve ardından siyasi kurtuluşun yolunu açacaktır.” diye yazıp şu notu ekler: “Bu kötü rüyalar, belle epoque uykusunu bölüyor; imparatorluğun kâbusları, demokrasinin yol açtığı korkularla birleşiyordu.”

3 Oscar Wilde, De Profundis, çev. Roza Hakmen, İstanbul: Can Yayınları, 2018.

4 Julian Barnes’ın Kırmızı Giysili Adam adlı çalışması (çev. Serdar Rifat Kırkoğlu, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2021) Belle Epoque entelektüellerinin ilişkilerine dair hayli bilgilendirici bir eserdir.

5 Emile Durkheim’in anomi ve intihar üzerine çalışması 1897, Sigmund Freud’un Günlük Yaşamın Psikopatolojisi adlı kitabı 1901 tarihlidir. 1870 sonrası edebiyatta Edward Hyde, Henry Jekyll ve Martin Eden gibi karakterlerin intiharıyla başlayan gündem, Virginia Woolf, Ernest Hemingway, Stefan Zweig gibi sanatçıların canına kıymasıyla başka bir hal almıştır.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl