Ana Sayfa Manşet LAL LALEŞ: EDEBİYAT KORKUYLA YAPILMAZ

LAL LALEŞ: EDEBİYAT KORKUYLA YAPILMAZ

LAL LALEŞ: EDEBİYAT KORKUYLA YAPILMAZ

Yaptığımız bu uzun söyleşi boyunca kapsama alanında gidip geldiğimiz/tartıştığımız Kürtçe ve anadil bahsini; bu netameli alanda gıdım çekince duymadan, Türk dilinin verili durumundan (zenginliğinden) Kürt dilinin hak ettiği şekilde gövermesi / görünür olması adına karınca kararınca emeği olan Şair Lal Laleş’in çok dilli üretimleri ile gerek anadili Kürtçe gerekse de kalemi (eserleri) ziyadesiyle gelişti… Bu bağlamda, “Ayrıntı Yayınevi” tarafından yayınlanan Nora, İstanbul Bir Hiçtir” isimli şiir kitabının, çok dilli yazar olmanın ve bunun nimetlerini bilmenin / görmenin / anlamanın ne denli elzem olduğu hususunda bir domino taşı işlevi görmesi umuduyla, Kürt dilinden neşet eden bu Türkçe şiir kitabı ile birlikte Şair, Çevirmen ve Yayıncı Lal Laleş’in yolu açık olsun diyorum.

-Şair Lal Laleş kimdir?

Kendimi bir kültür emekçisi olarak görüyorum. Berbejna Rê(Yol Kolçağı), Deqên Qesas(Katil Dövmeler), Matmayînên Ronyayê(Ronya ve Afallamaları) Kürtçe şiir kitaplarım  yayınlandı. Türkçeden  Kürtçeye çeviriler yapmaktayım. Lîs Yayınları ve Wêjegeh Amed/Diyarbakır Edebiyat Evi’nde çalışmaktayım.

-Sanat hayatın nasıl başladı?

Sanatla ilk tanışmam, buna dair kafa yormam çok gerilere giden bir hikâyedir. İlk şiirlerimi lise yıllarında yazdım. Bu yıllarda Kürtçe ve Türkçe birlikte yazıyordum. Esasında elimden gelseydi yazmaktan çok çizmeyi tercih ederdim. Nitekim ilk girişimim de bu yönde oldu; ressam olmak hayatımın yegâne amacıydı o yıllarda. Mardin ovasının kurak, susuz diyebileceğimiz bir köyünde doğdum. Hatırladığım kadarıyla köyümüzde birkaç ağaç vardı. Bu ağaçlardan bazıları bizim, diğerleri akrabalarımızın avlusundaki dut ağaçlarıydı. Çöl ve sıcağına direnen ağaçlar bana hayata dair çok şey öğretmiştir. Bu kuraklığın, bu kadar az rengin içinde Van Gogh’un sarısı ve haricindeki birkaçı dışında renk yoktu neredeyse. Ekim ayında araziler ekildiğinde yeşil, hasat zamanı kızılla kahverengi arası bir renk kendini ele verirdi etrafta. Hayatımın bu üç renginin içinde masalları, hikâyeleri ve gördüğüm nesneleri resmetmek vardı. Doğanın çoraklığı bu eğilimimi de çorak kıldı dersem yanlış olmaz. Çizmeyi bırakıp yazıya yöneldim. Kalemime bulaşan kelam da o yıllarda peyda oldu. Derken sözcükler etrafımdaki çoraklığı anlatan birer mürekkep ırmağına dönüştü. Binlerce soru ve peşi sıra gelen cevaplar beni yazının serin kucağına itti. Sanırım yazıyla ilk temasım, böyle başladı.

-Şair kimliğinin oluşmasında seni etkileyen kişi ve koşullar hakkında neler söylemek istersin?

Babamdan dinlediğim Kürtçe edebi eserlerin sayesinde oldu aslında. Ahmedê Xanî, Melayê Cizîrî, Feqîye Teyran gibi büyük ediplerin kasideleri ve şiirleriyle büyüdüm. Dengbêjleri de tabii ki bu isimlere eklemekte fayda var. İçine doğduğum kültürel evren garipti. Kavak ağacından yapılmış asma evlerin damına bakar, hayaller kurar, arasındaki bağlantıyı sağlayan tahtalara çeşitli figürler çizerdim. Kavak ağaçlarına evlerin damlarına çatı olmadan önce kendimce şekiller verir, bir tür oymacılık, kakmacılık diyebileceğim türden şeyler çizerdim. Sanat yetenekle buluşunca aktarılabilir bir şeydir. Çizim yeteneğim yoktu. İşte tam da bu dönemde sözcükler yardımıma koştu. Medrese kültüründen gelen babamın klasik kültüre dair anlattıklarının yanında, bir de onun dengbêj dostları Mahmûdê Hesê, Fadilê Kufragî gibi bölgede tanınan zatların evimizde kalmasının payı da azımsanmaz. Bu insanlar birkaç gün evimizde kalır, dengbêjlik geleneğinin bütün imkânlarını kullanarak hikâyeler anlatırlardı. Dolayısıyla sözcüklerle inşa ettiğim edebiyat dünyamın vazgeçilmezleri, sözlü kültürün bu mimarlarıydı. Bir de babamın okumaya olan tutkusunun bana geçen azmiydi. Babam dünyada olan biteni anlamak için her gün ilçeden aldırttığı gazeteyi minibüsle köye getirtip gazla çalışan fanusun altında satır satır okuturdu bana. Beni kendine kâtip yapmıştı. İlk zamanlar babamın anlattığı masalların kahramanıyken, sonrasında ona gazetesini okuyan bir çift göz oldum. Önceleri babam benim ışığımdı, sonrasında ben onun ışığı oldum. Gazeteyi Türkçe okur, Kürtçeye tercüme ederdim. Dönüp geri baktığımda, ilk çeviri faaliyetimim o günler olduğunu anlıyorum. Derken çeviri serüvenim büyükanneme Yeşilçam filmlerini çevirerek devam etti. Bu meşgalenin bana faydası çok olmuş, günlük gazete bana okuma bilinci kazandırmıştı. Dünyada olup bitenleri, babama okuduğum gazeteden izliyordum. Köyümüzde elektrik yoktu. Okula başladığım yıl babamın kırtasiyeden aldığı kötü basım dünya klasiklerini okumaya başladım. Sözcük dağarcığımı onlarla zenginleştirdim. Bu iki farklı yerden beslenerek kendimi bulmaya, var etmeye çalıştım. Ortaokul ve liseyi köyümüze yakın Kızıltepe’de okudum. Büyük bir mücadelenin, direnişin başladığı coğrafyamız tam bir şiddet sarmalına sürüklendiği, insanların tedirgin bir halde şaşkına döndüğü, karanlık çöktüğünde insanların evlerine çekildiği, karanlığa kurşunların sıkıldığı bir dönemdi bu. Çocukluğumun tedirginlik ve endişeyle geçtiği dönemlerdi bunlar. 1520 haneli bir köyden çıkıp Kızıltepe gibi büyük ilçenin karmaşasına alışmak uzun zamanımı aldı. Babamın okuttuğu kitaplar, günlük gazeteler, bahsettiğim o üç renk, hayvanlar, hububat dışında bir şey görmemiştim. Ruhumu köyden şehre taşımak zor olmuştu. Bunu başardığımda genç bir insandım artık. Dönüp o günlerime baktığımda, en çok da gündelik hayatın, mevsimlerin, renklerin dışındaki renksizliğe tezat kadınların rengârenk giyinmelerini anımsarım. Neden böyle düşünüyordum acaba? Özellikle düğünlerde; karanlıkta parlayan çok güzel elbiseler giyerlerdi kadınlar… Gündelik hayatın içinde de giyilirdi bu kıyafetler. Kadınlar, olanca renksizliğimize renk bulmak için önce rengârenk giyinir, renkli yaşamlarına öyle devam ederlerdi. Bu açıdan Kızıltepe, çevresine göre her açıdan gelişmiş bir ilçeydi. Ve tarihin neredeyse her döneminde, politik ve kültürel açıdan önemli işler yapmış bir yerdi. Politik açıdan zorlu bir şehirdi, Kızıltepe pek çok açıdan korkunun merkezine dönüşmüştü. Burada pek çok zorluk yaşadım, özellikle geceleri, yaşadığım bu korku ve endişeyi hayatım boyunca unutabileceğimi sanmıyorum. Bu cendereden geçmiş birey olarak bugünümün inşasında çocukluk travmalarımı önemsiyorum. Muhakkak bu bahsettiğimiz dönemin, o zifiri karanlığın, şu anki sözcüklerime, dizelerime sirayet eden tarafları vardır. Kızıltepe Lisesi’nde arkadaşlarımla birlikte okul gazetesini çıkarıyorduk. Çok heyecanlıydık. Köyde babama okuduğum gazeteyle okulda çıkardığımız gazeteyi karşılaştırdığımda çok komik ve karikatürümsü duruyordu. Öyle de olsa karşı koymanın direnmenin bir yolunu bulmuştuk. Okul gazetesiyle sesimizi çıkarmaya çalışıyorduk. Yazdığımız kimi yazılar yüzünden okul yönetimi gazetemizi panodan indiriyordu. Aslında gazetemizi kapatıyorlardı! Bizde o sakıncalı yazılara takla attırarak tekrardan gazetemizi çıkarmaya çalışıyorduk.1993’te Diyarbakır’da üniversiteye yazıldığımda tekrar şiirler yazmaya başladım. Dicle Üniversitesi bünyesinde tiyatro faaliyetleri yürütün “Dünit” isminde bir kulüp vardı, okul arkadaşlarımla oyunlar sergilemek istedik, fakat olmadı. Önerdiğimiz oyunları ne üniversite yönetimi ne de eski Dünit’liler kabul etti. Oradan ayrılıp soluğu Diyarbakır Şehir Tiyatrosu’nda aldık. Cuma Boynukara ve Veysel Öngören gibi önemli kültür insanları bu tiyatrodaydı. Öngören, tiyatronun sanat yönetmeniydi. Türkiye’nin önemli felsefecilerinden biriydi. Estetik ve edebi donanımıyla, ilkeli, sözünü sakınmayan biriydi. Yazar dostum Miran Janbar ile burada hem tiyatro öğrenmeye çalışır hem de şiirler yazardık. Bütün cesaretimizi toplayıp yazdığımız metinleri Veysel Öngören’e gösterir, ondan bize yol olmasını isterdik. O da fırsat buldukça şiirlerimizi okur, eleştirilerde bulunurdu. Bizimle sohbet eder, bazen sohbet esnasında sinirlenir, bir güzel paylardı bizi. Onun fırçalarının kıymetini şimdi daha iyi anlıyorum. Usta insanların estetik ve edebi kaygıların ne kadar kıymetli olduğunu şimdi daha iyi hissediyorum.

-Lal Laleş için sanat ve özel olarak şiir kavramları ne ifade ediyor? Ve eserlerinde öne çıkan temalar nelerdir?

Şiir benim için dünyada olan biten olanca adaletsizliğe karşı bir duruştur. Sadece politik bir karşı duruştan bahsetmiyorum elbette. Mardin’in ücra bir köyünde doğmuş Diyarbakır’da yaşayan bir yazın insanının her konuda söyleyecek sözü mutlaka olur. Toplumsal hadiselerin, ölümlerin, kavgaların yaşandığı bir coğrafyada politik olanı ve olmayanı yazmak maharet ister. Karşı durmaktan kastım, bir yazarın varoluş sancısı tabii ki. Bu varoluş sancısı topyekûn bir toplumsal hafızanın yaratılmasına neden olan politik ortamdan bağımsız ele alınamaz, tabulara varıncaya kadar, geniş bir yelpazede düşünülmeli. Dolayısıyla bu politik kavgayı birey olmanın, kendini inşa etmenin, toplumun bir parçası olmanın kendimiz için bir var olma savaşının parçası olarak okuyorum. Dönüp şiirime baktığımda; her bir dizemi kendim olmak için kurduğumu fark ediyorum. Eksikliğimi, kendimi eksilterek ifade etmenin yolunu arıyorum. Şiir bu anlamda bir çaresizliktir benim için. Bugün de bu minvalde şiir serüvenim devam ediyor. Kendimi inşa ederken beslendiğim kaynaklar oldu… Masallarla büyüdüm. Üniversitede tarih okudum. Mitoloji ve efsanelerden beslenerek ve bütün bunları benliğime nakşederek kendimi yarattım. Ortadoğu’nun zengin dil atlasında gezinerek şiirimi kurmaya çalıştım. Kürtçe yazmaya başladığım dönemlerde, Dünya Klasikleri dışında okuma şansı bulduğum tek şair Cigerxwîn’di. Onun dışında Rewşen Dergisi’nde yazmaya başladım. Bu mecrada üretmeye/yazmaya başlayan genç kuşak Kürt şairlerin çoğuyla tanıştım; Îrfan Amîda, Renas Jîyan, Kawa Nemir, Cemil Denli ve daha sonraları merhum Arjen Ari gibi isimleri sayabilirim. Bu arada Nûbihar Dergisi’nde yazan Sabah Kara gibi dini bir tahayyülle yazan isimleri de unutmamak lazım. İlk yazdığım eleştiri yazılarından biri Sabah Kara’ya dairdir. Rewşen Dergisi’nde şiir üzerine eleştiri yazıları yazıyordum. Kürtçe edebiyata yoğunlaştım; dünya edebiyatını yakımdan takip ettim. Türkiye’de İkinci Yeni, Garip Akımı’na yoğunlaştım bir ara, ardından Sembolist ve Sürrealist şairlere ilgi duyup araştırdım. Beri taraftan dünya edebiyatıyla Kürt edebiyatını karşılaştırmalı bir şekilde inceledim. Hülasa, eleştirerek, severek, bazen de kavgaya girişerek yazdım ve şiir evrenimi yarattım. Şiirin inşası, şairin kendini kurması serüveni. Şair yaşadığı dönemde okurların şiirine olan ilgisini ölçüt almamalı. Edebi metin bir köşede unutulsa da külün altındaki köz gibi içten içe varlığını korur. Çağlara hitap edecek bir şiir yazmaya çalıştım, şiirimin çağlara hitap edip etmeyeceğini zaman gösterecek. Galiba şairlerden, hatta şiirindeki bir dizesinden bile etkilendiğim zamanlar oldu. Şairin o etkiden kurtulup kendi şiirini kurması mümkün mü? Kendime sürekli sorduğum soru bu. Etkilenmek kıymetli bir şeydir; taklit etmek ise kötüdür son tahlilde. Naçizane, şiirimi başka şairlerden etkilenerek yaratmış olabilirim ama yarattığım eserler bağlamında özgün olduğumu söyleyebilirim.

-Bizim gibi siyasetle yatıp siyasetle kalkan toplumlarda “taraf olmak” bir nevi kaderdir! Bu tartışmasız döngüde edebiyatını nasıl oluşturdun?

Farklı kaynaklardan beslenerek kendimi yaratmaya çalışsam da, şu hakikati kabul etmek gerekir: Büyük oranda beslendiğimiz kaynak Türk dilidir. Dünya edebiyatını Türkçe üzerinden okudum, kendimle ve arkadaşlarımla tartıştım… Kürtçe kaynaklar çok sınırlıydı zamanımızda. 2000’li yıllarda biraz ivme kazandı. Merhum Mehmed Uzun ve onun gibi isimler yok denecek kadar azdı. Elimizin altında az sayıda Kürtçe kitap vardı. Bir kısmı da maalesef fotokopiydi. Bölük pörçüktü okumalarımız. Takdir edersiniz ki edebiyat, uzun uzun okumalar gerektiren, farklı kaynaklardan beslenerek oluşturulabilecek bir şeydir. Latin Amerikan edebiyatını Türkçe okudum ben. İngiliz edebiyatını da Türkçe okudum. Nûdem Yayınları’nın Avrupa’da çıkardığı bir kitabı bir arkadaşımızın bulduğunu hatırlıyorum, kitabı elden ele dolaştırıp okuduğumuzu hatırlıyorum. Fotokopisi çekilirdi bu kitapların. Şunu da unutmamak lazım; bu kitapları evlerde bulundurmak da cesaret isterdi o zamanlar. Kürtçe kitap bulundurmak kaygı duyulması gereken bir şeydi. Korku ve endişe ortamında bir dilden beslenmek zordur. Kürtçenin sözcük dağarcığını, kalıplarını, İstanbul’da çıkan dergiler aracılığıyla öğreniyorduk. O dönemin dergilerine dönüp baktığımızda şöyle güzel bir tarafı vardı: Farklı coğrafyalarda yazılmış birtakım eserlerin parçalarını yayınlayarak bize o yazarın edebi bakışını, küçük bir kesit de olsa, tanıma şansı veriyordu. Hatta o dönemde Feqî Huseyîn’in yazdığı portrelerden, “Demek böyle şairler de var” diyorduk.

-Diyarbakır’da yılları bulan yayıncılık pratiğin üzerinden anadil meselesini kendi yazma serüveninle de bağlantılı olarak anlatabilir misin?

1992 yılında Diyarbakır’a geldiğimde; hayatımda yaşadığım en büyük şoklardan biri de bakkaldan Kürtçe konuşarak ekmek istediğimde yaşamıştım. Bakkal bana Türkçe konuşarak ekmek vermişti. Kızıltepe gibi hayatın her alanında Kürtçenin baskın olduğu bir yerden sonra bu yaşadıklarıma inanamamıştım. Düpedüz asimilasyondu bu! Sanki Diyarbakır cezaevinde olup bitenler hiç yaşanmamıştı… Yaşanan o büyük kötülükleri, keder ve acıyı bir araya getirdiğimizde, seksen sonrası korku atmosferinde bir tür dilsizleşme, “Türkçe konuş çok konuş!” politikaların vardığı noktayı görebiliyor, ciddi bir şekilde asimilasyona uğradıklarını anlamış oluyordunuz. Kürtçe yayıncılık Diyarbakır dışında, Kürtçe hinterlandının dışında varlığını sürdürmeye çalışıyordu. Diyarbakır’da ise o koşullar henüz yoktu. OHAL kalkınca Diyarbakır’dan, Kürtçenin konuşulduğu diğer çevre illeri edebi anlamda kapsayacak zorlu bir çaba için kollarımızı sıvadık. Bu bize oldukça mantıklı geldi. Kürtçenin konuşulduğu coğrafyada, konuşulduğu yerde, daha iyi bir yayıncılık faaliyetinin olabileceğine inandığımız için yayıncılık serüvenine girdik. O dönemde Kızıltepe veya Mardin’de bir yayınevi kurmak mümkün değildi. 2004 yılında ben, Yaqob Tilermenî, Mîran Janbar ve Jan Çîya ile beraber Lîs Yayınevi’ni kurduk. O gün bugündür de altı yüze yakın kitap yayınlayarak bu süreci sürdürüyoruz.

-Lîs Yayınevi’nin Genel Yayın Yönetmeni ve editörüsün… Yıllardır iki dilli yayıncılık çalışmalarıyla bilinen bu kurumun başındaki isim olarak; yayıncılık ve editörlük işinin şair kimliğine etkilerini anlatır mısın?

Bir şair edebiyatıyla uğraşmalıdır. Şair veya yazar dediğiniz kendi kitaplarıyla; okur olma dışında bir ilişki kurmamalıdır. Editörlük mekanizmasının yazar ve şairin diline kazandırdığı bir terbiye vardır. Sonuçta editörlük bir yerde, bir metni eleştirel gözle okumaktır. O okumalardan da dersler çıkararak, sürekli öğrenerek, tetkik ederek muhakkak, daha iyi yazmanın imkân ve koşullarını aradığı bir mecradır editörlük. Bu anlamda editörlük kıymetlidir ama insanı tüketen bir şeydir. Editörlük dışında geçinmek için başka bir iş de yapıyorsanız durum büsbütün vahim bir hal alıyor. Bizim gibi Kürtçe edebiyatla uğraşanların yaşadığı tastamam budur. Yani hayatımı editörlük yaparak kazanacağım, bu işin dışında da oturup yazacağım derseniz ham hayal kurmuş olursunuz. Bizde işler farklı işliyor maalesef. Sekiz beş mesaisi yapıyoruz; ondan sonra editörlük, ondan da zaman artarsa şiir veya başka bir şey yazmaya çalışıyoruz. Sanırım Kürtçe edebiyatın gelişmemesinin sebeplerinden en önemlisi asıl işimizi (okuyup yazmayı) layıkıyla yapamıyor olmamızdır.


 

-Kürtçe şiirleriyle bilinen, sevilen bir şairken, “Nora, İstanbul Bir Hiçtir” isimli Türkçe şiir kitabınla okurların karşısına çıktın… Türkçe yazıldığı için Kürtçe edebiyat çevrelerince tartışılan bu kitabı yazma nedenin neydi?

Okumalarımı iki dilde yapıyorum. İki dilde de düşünüyorum. İlk Türkçe şiirimi 2000’li yıllarda yazdım. Daha öncesinde karalamalarımı Türkçe ve Kürtçe yazıyordum. Keşke çok dilli demokratik bir ortamda yaşamış olsaydık ve eş zamanlı Türkçe ve Kürtçe kitap yazabilseydim. Kürtçenin üzerindeki baskılar ve asimilasyon politikaları, Kürt dilinde az sayıda kitabın yayınlanıyor olması, yazılan birtakım kitapların nitelik açısından vahim metinler olması nedeniyle -bireysel olarak- yazdığım Türkçe metinleri öteledim. Önceliğimi de anadilim Kürtçe yönünde pozitif ayrımcılık yaparak sürdürdüm. Bugün yine aynı koşullar olsa, aynı şekilde ağırlığı Kürtçeye verirdim. Bu iki dilde düşünmenin, iki dilde yaşamanın ve iki dilde yazmanın keyfinden vazgeçeceğim anlamına gelmiyor. O dönemin politik koşullarında Kürtçe yazmanın başka bir direnme, başka bir haz alma ve mutluluk olduğunu düşünüyor, mücadelesini yürütüp yaşıyordum. İyi ki de öyle yaptım. Geldiğimiz nokta itibariyle artık iki dilde de yazıp yayınlamanın, içimden geçen hikâyeleri, dizeleri okurla buluşturmanın zamanının geldiğini düşünüyorum. Kürtçe eskisi kadar baskı altında olmayacaktır, çünkü sürdürülebilir olmadığını herkes biliyor. Belki de “Nora, İstanbul Bir Hiçtir” kitabımı Türkçe yazmamdaki neden bu duyguydu. Her metnin kendi dili var. Nora’nın dili, çerçevesi ve inşası Türkçe oldu. Kürtçe üstünde bir hayli baskı olmakla birlikte, şu gerçeği yadsıyamayız: 90’lı yıllarda yaşamıyoruz, 2000’li yıllarda da değiliz; üniversitelerde insanlar Kürtçe tezler yazıyor, Diyarbakır’da birçok yapım şirketi sayısız film yapıyor, Kürtçe TV’lerin stüdyoları var, dünyanın her tarafında Kürtçe TV’ler canlı yayın yapıyor, üniversiteler var, Kürtçe kitaplar rahat bir şekilde basılabiliyor… Fakat devletin bakış açısını ivedi bir şekilde Kürtçenin lehine değiştirmesi gerekir. En başta anadilde eğitim olmak üzere, Kürtçe yayıncılığın ve edebiyatın önünün açılması gerekiyor. Özellikle Kültür Bakanlığı gibi kurumların, hâlihazırda Türkçe kadar Kürtçeye destek göstermeleri gerekiyor. Kürtçenin yaygınlaşması için devletin atması gereken hukuki adımlar kadar Kürtlerin sorumlulukları da bir o kadar önemlidir. Okuryazar azlığı, Kürtlerin dilleriyle kurdukları marazi ilişki de ayrıca tartışılabilir, tartışılmalıdır. Kapsamlı araştırmalar yapılmalıdır. Dolayısıyla zorluklar ve kat etmemiz gereken çok yolumuz var henüz. Daha evvel yayınladığım üç Kürtçe şiir kitabımdan sonra yayınlanan son (Türkçe) şiir kitabım ve onun üzerinden farklı kesimlerden insanlarla “merhabalaşmayı” çok kıymetli görüyorum. İyi ki, “Nora, İstanbul Bir Hiçtir” kitabını Türkçe yazdım. Beşinci şiir kitabım Kürtçe olacak. Daha sonra yine bir Türkçe şiir yayınlamayı düşünüyorum. Açıkçası bu iki dilde de üretmeyi sürdürmek niyetindeyim.

-Kürt edebiyatına tek tük Türkçeye çevrilen kitaplar dışında bilgisi/ilgisi olmayan kesimlerce, Türkçe çıkan şiir kitabın üzerinden, artık ne hikmetse, “bir ustalık ürünü” olarak görülüp alkışlandı… Bu durumda, geride bıraktığın Kürtçe şiir kitaplarına da bir tür “çıraklık” atfedilmiş oldu. Yani, yazdığın Kürtçe eserlere dair bir “efendi ahlak” üzre değerlendirme yapılmış olmuyor mu? Çünkü bilmedikleri Kürt dilini ve şiirini böyle keyfi okumaya kalktığınızda, “Lal Laleş bir projedir! Bilinçli olarak o ve onun gibiler ha babam pohpohlanıyor!” diyenleri haklı çıkaracak “malzeme” sunmaz mı? Bu yönlü değerlendirmeleri nasıl okumamız gerekiyor?

Elbette insanlar bu konuda fikirlerini belirtmekte özgürdürler. Ben hepsini de saygıyla dinliyor, anlamaya çalışıyorum. Fakat bir taraftan da garipsiyorum bu olup biteni. Şunun için garipsiyorum: Dil bir edebiyatçı için çok önemlidir, ama ne yazdığı ve nasıl yazdığı da en az onun kadar önemlidir. İstediğiniz kadar kötü bir edebiyatçıyı pohpohlayın, destek olun, kötü bir yazar iyi bir eser ortaya çıkarmayacaktır. Netice itibariyle belirleyici olan hiç tanımadığımız okur olacaktır. Yani, yazmak kadar, hangi dilde yazıldı kadar, iyi bir eser de en az bunlar kadar önemlidir. Bu açıdan okurun gücüne inanıyorum. Türkçe şiir kitabımın okurlar nezdinde, Türkçe veya Kürtçe düşünen ve yazan insanlarca ilgi bulmasından ayrıca çok mutluyum. Kendime göre denediğim yol ve yordam, anlattığım hikâyeyi içtenlikle yazmış olmamdır. Bu kitapta önce bu hikâyeye ve kendime yaklaşmanın yollarını aradım. Bulduğumu da düşünüyorum. Aslında edebiyatta samimiyeti de tartışmak gerekiyor. Kürtlerin Kürtçeye karşı samimiyetini de tartışmak lazım. Dönüp bu dil için, bu dilin üzerinde baskı kuran mekanizma veya adına “sistem” dediğimiz şeyle kavga etmeden önce kendimizle kavga etmekle işe başlamalıyız. Neden derseniz; size, ‘Bu dil için ne yaptık?’ sorusunu kendimize sormanızı salık vereceğim. Kürt dili ona sırtımızı döneceğimiz bir dil değildir. Kürt olmasaydım da Kürtçeye sırtımı dönmezdim. Dolayısıyla bu dili kullanmanın, bu dilde yazmanın imkânlarını, keyfini, dilin sözcük dağarcığını, zenginliğini, sözcüklerin çağrışım ve anlam yükünü, insana hissettirdiği duyguyu, bütün bu güzellikleri bırakmaya hiç niyetim yok. Öyle bir şey ki kıblesi her tarafa dönük bir dildir Kürtçe. Nereye yüzünü dönersen bir taraftan da Kürtçeye dönmüş olursun. Bu hareket halinde bir halk olmamızla, dünyanın dört bir yanına dağılmamızla ilgili bir durumdur. Kürtçe bazı açılardan farklı kültür ve dillerle kurduğu ilişki, karşılıklı etkileşimle gün geçtikçe zenginleşen, gelişen ve ilerleyen zamanlarda dünya edebiyatına da büyük katkılar sunacak konumdadır. Bundan dolayı yüzüm daima Kürtçeye dönüktür. Kürtçeyim ben!

-Entelektüel gıdanı aldığın Türkçede, bir söyleşindeki ifadenle, “Türkçeye misafir olan” bir şair olarak; başka bir dile misafir olan geleneğin üyelerinden M. Kundera, Kafka, Cioran ve dilsel/kültürel memba açısından daha yakın akraba olduğun Y. Kemaller ile aynı aileye mensupsun… Başka bir dile misafir olmak nasıl bir şey?

Seyahate çıkmak ne kadar keyifliyse; o anın güzelliklerini yaşamak ne kadar insana haz veriyorsa, bu da böyle bir şeydir. Kürtçenin ve Türkçenin kılcal damarlarında, patikalarında dolaşmanın öyle büyük bir keyfi var ki anlatamam. Her dilin içinde dolanıp kendi cümlemizi bulmak çok hoş bir şey. Bunu yaparken başka bir dili; kendi anadilimi de bilmenin, oradan yer yer destek almanın ayrıca bir keyfi var… Kendimi Türkçeye misafir ama biraz yatıya kalmış bir misafir olarak görüyorum.

-Misafiri olduğun Türkçeden Kürtçeye çeviri kitapların var… Bu “yatıya kadar” misafiri kaldığın Türkçe edebiyat çevreleri tarafından nasıl karşılandın?

Elbette burada bazı çelişkileri birlikte yaşıyoruz. Mesela Türkçe yazan, Türkiye’nin entelektüel dünyasının yazdıklarıyla Kürtçeye ve Kürt edebiyatına katkı sunmayan, ama romanı ve şiiriyle Kürtçeyi kucaklayan, bu dille yan yana durmanın onurunu gösteren yazarlar vardır. Bunun önünde Kürtçe yazan biri olarak saygı duyuyorum. Kıymet veriyorum. Ama burada bir adım daha öteye gidip; Kürtçe edebiyatın Türkçe yayın yapan yayınevleri tarafından Türkçeye çevrilip okurla buluşturmaları lazım. Ancak burada şöyle bir sorun da ortaya çıkıyor: teknik olarak bunu yapabilecek, iki dili karşılıklı olarak hem hedef dili hem özgün dili iyi bilecek insan kaynağını bulmanın zorluklarını da göz ardı etmemeliyiz. Bir taraftan da şunu kabul etmeliyiz; zaman zaman, Türkiye’nin çok kıymetli, hatırı sayılır okur kitlesi olan yayınevleri, istediğimiz kadar olmasa da bunları denedi. Burada aldığımız sonuçlara bakmamız lazım. Yani, Türkçe okur, Türkçeye çevrilmiş Kürtçe metinlerle nasıl bir ilişki kurdu? Veya o Kürtçe metinler onların(okurun) zihninde bir yer açabildi mi? Burada genel bir okur kitlesinden ziyade, en azından vicdanına ve içinde bulundurduğu eşitlik duygusuna inandığımız insanları kastediyorum. Çünkü Türkiye’de hatırı sayılır sayıda Kürtlere ve Kürtçeye ilgi duyan bir kitle mevcut. Bu kitle bu metinlerle ne kadar ilişki kurabildi? Bu husus aslında değerlendirmeye muhtaçtır. Yoksa kökten hiçbir şey de yapılmadı diyemeyiz. Peki, yeterli midir? Asla yeterli değildir. Bekli de bunu arttırmak, farklı metinleri çevirmeye devam etmek gerekiyor. Netice itibariyle dönüp dolaşıp dünya edebiyatının bir parçası olacağımız metinleri, kendi anadilimizde üretmenin yollarını bulmamız lazım.

-Kürtçe ve Türkçe yazan Kürt yazarların büyük çoğunluğunun entelektüel gıdasının Türkçe yazılmış metinler olduğu herkesin malumu… Bu yazarların anadil meselesine iki farklı ama aynı kapıya çıkan yaklaşımları söz konusu… Birinci yaklaşım,  ‘Ne Türkçesi kardeşim! Bizleri bu dille asimile ettiler; Kürtçe bize yeter de artar!’ şeklinde bir reddiye geliştirmek; diğeri ise “dil seviciliği” raddesinde, ‘Ya Türkçe ya Türkçe!’ diyerek Türkçe yazan Kürt yazarlardan bahsediyorum… Kanımca aynı kapıya çıkan iki yaklaşım dışında bir çıkış yolu yok mu?

Bunun temel çıkış yolu eşit ilişki kurmaktan geçer. Ne zaman ki biz Türkçeyi dünya dillerinden herhangi biri gibi görüp onunla eşit ve korkmadan ilişki kurarsak, o zaman meselenin kendisi de sıradanlaşır. Sonuçta birlikte yaşadığımız, hayatımızda olan bir dilden bahsediyoruz. Zaman zaman Kürtçe yazan arkadaşlarımızın Türkçeye yaklaşımlarında bir sömürge psikolojisi görüyorum. Bundan kurtulmanın ideal yolu başka bir dilin temsilcisiyle eşit olduğuna kendisinin inanmasıyla başlar. Kürtçeyle Türkçeyi eşit bir dil olarak görüyorum. Öyle gördüğüm için de objektif ilişki kurduğumu, bir noktada bilincimin derinliklerindeki düşmanlıkları da bu şekilde bertaraf ettiğimi düşünüyorum. Benim dille herhangi bir kavgam olmaz. Dilin bizim üzerimizde kurduğu bir baskı da yoktur. Sistemin diliyle, dilin kendisini karıştırmamak lazım. Kanaatime göre; biz burada bir şeyleri karıştırmış oluyoruz. Birde başka bir gerçekliği de kabul etmek gerekiyor: Öncelikle kendimizden, evimizden başlayarak, Kürtçe ile daha samimi ve içten bir ilişki kurmamız lazım. Bunu gerçekleştirebilirsek, başka dillerden korkmamaya başlayacağız. Pek tabii ki bunları anlatırken sistematik bir şekilde süren asimilasyon politikalarının, siyasal etkenlerin ve onun yarattığı tahribatların olmadığını söylemiyorum. Ayrıca ona karşı mücadele etmenin yolu; birlikte yaşadığımız bir halkın dilini inkâr ederek, onu yok sayarak değil, onu kendi dilimiz için kullanışlı bir enstrümana dönüştürerek yapmalıyız. Demem o ki, bu konuda daha çok şey söylenebilir.

Nora, İstanbul Bir Hiçtir, ‘aşkın sırrına şiirle varmak’ iddiasıyla mı yazıldı? Öyleyse bu ne kadar mümkün?

İnsanlık hallerini ve insanlar arasındaki ilişkileri ‘Nora’ kahramanı üzerinden biraz İstanbul, biraz da Diyarbakır’ı mekân seçerek anlatmaya çalıştım. İlişki kurmanın, âşık olmanın, aşkı yaşamanın, insana temas etmenin içinde barındırdığı arzuyu, birlikte kalmanın zorluklarını ve ayrılık serüvenini anlatmaya çalıştım. Bütün bunlar insanı bir hakikate götürür mü? Aslında hakikatin kendisi de hareket halinde olduğu için ona varmak da imkânsız geliyor bana. Ama o yöne doğru bir yürüyüş olduğunu söyleyebilirim.

-Şiir kitabında, Türk dilinde pek kullanılmayan kelimeler gırla… Yayınevin de üşenmemiş, kitabın sonuna, bu “tedavülden kalkmış” kelimelerin anlamlarını bir sözlük ilave ederek vermiş… Kitaptaki şiirleri çatarken bu “eski” kelimelere neden ihtiyaç duydun?

Ben bir şeye ihtiyaç duymadım. Metnin kendisinin ihtiyaç duyduğu duyguyu; zaman ve mekânın zuhur etmesini istediği o atmosferi, ancak bu sözcüklerle anlatabilirdim. Şiirimi kimsenin bilmediği, anlamadığı, tedavülden kalkmış eski sözcüklerle örmek istediğimi düşünebilirsiniz. Bence bu düşünce yanlıştır, çünkü kelimeler eskimez, biz ya kelimelerden uzaklaşırız ya da yakınlaşırız. İnsanlar o kelimeyi ya unutur ya da onu hatırlamayacak kadar uzaklaşır. Eskilik duygusu buradan gelir. Edebiyat hatırlamak için vardır… Keşke dönüp tekrar çağrışımı, anlamı, duygusu ve müziği güçlü o kelimelerle tekrar bir bağ kurabilsek. Şiirimin ihtiyaç duyduğu dil budur. Başka bir şekilde yazamazdım sanırım. Gün geçtikçe insanların daha az kelimeyle konuştuğu; birçok kelimeyi unutmaya başladığı bir dönemde, metnin de ihtiyaç duyduğu bir dilde ısrar etmek, bir anlamda insanları geniş bir kelime dağarcığıyla düşünmeye davet etmektir. Dolayısıyla yitirdiğimiz, ama tekrar sahip olmamız gerektiğini düşündüğüm sözcükleri geri çağırdım.

-Türkçe şiir kitabınla ilgili, kendilerini “Kürtçenin muhafızları” gibi gören kesimlerden tepkiler alıyorsun… Bu “ayar verme” raddesindeki eleştiriler hakkında ne düşünüyorsun?

Edebiyat korkuyla yapılmaz. Türkçe yazdığım için bir takım eleştiriler alacağımı bekliyordum. Bu tepkiyi verenlerle tartışmak istiyorum elbette. Bizdeki tartışmaların sığlığı dünya edebiyatının, dillerinin, kültürlerinin birbirleriyle ilişki kurma biçimlerinden uzak olduğunu düşünüyorum. Bu tartışmaların Kürtçeye katkı sunacak mecraya evrilmesi lazım. Bunun şiir kitabım nezdinde de tartışılıyor olmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Kanaatime göre bu tartışmaların kendisi de Kürt diline büyük bir katkı sunacaktır. Ayrıca bu durumu insanların düşünmesi, ‘Kürtçe için neler yaptım?’ sorusunu kendilerine sormalarına imkân tanıdığı için de kıymetli olduğunu düşünüyorum.

-Şiiri yazma (yaratım) sürecin nasıl başlayıp nasıl bitiyor?

Benim şiir yazma yöntemim, ilham geldi de şiir yazdım, sonra dosya oldu ve kitaplaştı şeklinde değildir. Ben şiire isim koymadan başlayamıyorum. Önce bir isim koyar, sonra da bu şiiri yazmaya başlarım. Ama onun öncesinde yazacağım eserin meramını, derdini, beni o dönemde meşgul eden temayı ve o temanın bende yarattığı duyguyu düşünüp öyle başlarım yazmaya. Ardından parçaları bir araya getirmeye, daha doğrusu o metni bütünlüklü hale getirmeye çalışırım. Elbette yazdıklarım şiirlerden oluşuyor, bu şiirlerin tamamını düşünerek, hikâye ederek yazmaya çalışırım. Şiirden çok, dert ettiğim meseleyi yazmayı tercih ediyorum.

-Yazdığın şiirlerin hayat karşısında hizayı bozan şiirler mi yoksa hizaya giren şiirler olarak mı görüyorsun?

Şiirlerim bu zamanın hizasını bozuyor mu bozmuyor mu, okurların ve eleştirmenlerin, en çok da zamanın vereceği bir karardır bu. Buna şu an hüküm vermek zor. Hizayı bozmak isterim tabiî ki.

-Şair olmanın yanında eğitimci bir kimliğin var… Öğrencilere yönelik nasıl bir ‘sanat eğitimi’ olmalıdır?

Sanat eğitimine gelmeden önce bir kere çok sağlam bir felsefe eğitimi gerekir ki çocuklarımız soru sormayı öğrensinler. Doğru sorular sormayı bilen öğrenciler yetiştirebilirsek ne ala. Sorularının ne hakkında olduğu, önemli değildir. Neyi dert ediyorlarsa, ona dair doğru soru sormanın formunu bulmaları gerekiyor. Oradan başlayarak bir değişim mümkündür; sanata, yaratıcılığa açılan kapıdır doğru soru sormak. Doğru cevaplara giden yol, soru sormayı bilmekten geçer. O yoksa hiçbir şey yoktur.

-Dünyayı kasıp kavuran pandemi sürecini nasıl okuyorsun? Bu zorlu dönemden bir şair olarak payına neler düştü?

Pandemi, doğa ile ilişkimizi yeniden gözden geçirip daha yaşanılabilir, sürdürülebilir dünyayı geri getirmenin yollarını bulmayı emrediyor bize. Ama bu durum itibariyle ve çeşitli kapanlara açık bir durumdur. Bu krizin içinden daha seküler, daha eşit, daha adil, doğayla barışık bir dünya da çıkabilir, tam tersi bir cehennem de. Bu süreç büyük kapatılmanın, muhafazakârlaşmanın, insanın terbiye edildiği bir karanlık evreye de dönüşebilir. Burada, sanırım herkese büyük görevler düşüyor. Küresel meseleleri gündemine alan ve çözmeye çalışan bir akılla bu meseleye çok hızlı bir şekilde eğilmek lazım. Dünyanın yeniden dizayn edilmesinin ilk emareleri veya başlangıç noktası oldu pandemi. Bıçak sırtı ve kritik bir yerde duruyoruz…

-Geleceğe dair planların nelerdir?

Çok arzu ettiğim; yapmak istediğim, yazma uğraşımı sürdürmek… Ve dünya edebiyatını Kürtçeye kazandırmak… Bunu çok istiyorum. Dünyanın bütün yazarlarını Kürtçe okumak istiyorum.

-Eksik bıraktığım bir nokta kaldıysa kendin sorup cevaplandır lütfen… Teşekkürler Lal Laleş.

“Ne zaman sadece yazmaya karar vereceksin?” sorusunu sorardım galiba. Bu sorunun cevabını kendim de bilmiyorum doğrusu. Çok keyifli, güzel bir sohbetti; asıl ben teşekkür ederim.…

 

 

Lal Laleş: (1975) Mardin doğumlu. Kürtçenin Kurmancî diyalektiyle yazdığı şiirlerini ilk kez 2003 yılında Berbejna Rê (Yol Kolçağı) kitabında toplayan Laleş’in Deqên Qesas(Katil Dövmeler) adlı kitabı 2009, Matmayînên Ronyayê(Ronya ve Afallamaları) adlı kitabı ise 2011 yılında okuyucuyla buluştu. Şiirlerinde tarihî ve mitolojik figürler ve göndermelere yoğun olarak yer veren Laleş, Türkiye’de ve Avrupa’nın farklı ülkelerinde modern Kürtçe şiir, Kürtçe edebiyat ve Kürt yayıncılığı üzerine bildiriler sundu, panel ve konferanslara katıldı. Bağımsız tiyatro gruplarında uzun yıllar dramaturg, rejisör ve sanat yönetmenliği deneyimi olan Laleş, 2004’ten bu yana Diyarbakır’da Lîs Yayınları’nın genel yayın yönetmenliğini yürütüyor. Yayınevinin Ehmedê Xanî Kitaplığı, Cervantes ve Mor Mühürler gibi dizilerinin hazırlanmasına katkı sunan Laleş, Türkçe edebiyattan Kürtçeye onu aşkın kitap çevirdi. Şiirleri Türkçe, Arapça, İsveççe, Gürcüce ve İngilizceye çevrilerek çeşitli antolojilerde ve süreli yayınlarda yayımlandı.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl