Ana Sayfa Litera Lambo’da (Öykü)

Lambo’da (Öykü)

Lambo’da (Öykü)

 

Sesleri kaçırmamalıydım. Her an eksilen şehrin seslerini. Talan devam ediyordu. Önce insanları göçmüştü bu şehrin. Güzel insanları. Sonradan kumrular azaldı. Şehir eksilirken ben sesleri düşündüm burkularak. Sesler de yitiyordu. Şehrin o seslerini yakalamalıydım. Hiç olmazsa bulabildiklerimi, onlar da gitmeden.

 

Hangi gündü? Sesleri kaydetmeye çıktığımız o kışın soğuk günlerinden biriydi. Bunu hatırlıyorum. Koyu, kurşun rengi bulutlar örtmüştü şehri. Şehir böyle havalarda zamansız gözükür, çok başka hayali, yumuşak koca bir sis içerisinde yüzüyormuşsunuz izlenimi bırakırdı. Hareketler uysallaşır, etrafta insanlar azalırdı.

Vapurdan çıkmış, tarihi metroya yürüyorduk. İskelenin karşısındaki lokantalarla göz göze gelip, henüz açılmakta olduklarını anlayınca, “Yukarıda, Tünel’de işe başlamadan bir votka iyi gider.” diye düşündüm. “Öğle votkası, hem ısınırım.” Niso, yanımda gülerek kafasını salladı. Baktığım yerden ne düşündüğümü anlamıştı. “Bildiğim bir yer var.” dedi. Bilmediği yer yoktu. Günlerdir sesleri kaydediyorduk. Yeterince tanımıştık birbirimizi.

Metronun gelmesini bekliyorduk. O kısa, hiç de uzun olmayan sürede yine aynı duygulara kapıldım. İçinde beklediğiniz yapı ve yüzyılın içinden gelen kokuları ile tünel, orada, günlük yaşamın kıyısında bir anda sizi ele geçiriyor, sessizliğe itiyor, saygı bekliyordu.

Yukarıda, metrodan indikten sonra, çıkış kapısının hemen karşısındaki Tünel Geçidi’ne girdik. Niso’nun sözünü ettiği küçük kafe orada, açık ve boştu. Dört-beş bambu masa ve koltukları ile bir barı vardı, bara geçtik. “Belki yaz aylarında dışarıya daha çok masa koyarlar…” diye düşündüm. Sonra bunun beni hiç ilgilendirmediğini anlayıp, az önce söylediğim votkamı beklemeye başladım. O sırada kapıdan kalın, koyu taba rengi paltosu ile beyaz saçlı, gözlükleri yağmur damlaları kaplı bir adam girdi. Yavaş hareketlerle arkamda duran bambu masalardan birine yöneldi. “Yağmur başlamış olmalı.” mırıldandım bunu Niso’ya ve sanki yaşlı adamı bir yerden tanıyordum.

Votka boyunca barın duvarındaki aynadan gördüğüm bu sakin insanı nereden hatırladığımı bulmaya çalıştım. Nereden? Sonunda hareketlerinin yumuşaklığı geçmişte okuduğum bazı metinlerle örtüştü, bir kitabın arka kapağındaki fotoğraf belirdi zihnimde. Evet, oydu. Benim kırılgan ve muhteşem yazarım.

Onunla konuşmalıydım. Kısa, hiç rahatsız etmeden. Bardaki yerimden ayrıldım, iki adım sonra karşısındaydım. Oturduğu yerden bana baktı. Telaşla konuştum: “Affedersiniz, siz –burada ismini, soyadını söyledim- müsünüz?” Beklemediğim bir şekilde yüzü aydınlandı: “Evet, buyurun…” dedi, gülümseyerek. “Ben…” dedim, “sizin kitaplarınızda, anlattıklarınızla dolu sayfalarda dolaştım, gezindim, koştum. Kerelerce. Çok teşekkür ederim.”

Buna, bu tanışma çabalarına alışkın olacağını düşünsem de, değildi. Bakışlarından anlaşılıyordu. “Ben teşekkür ederim.” dedi. Karşısındaki koltuğu göstererek devam etti: “Oturun derdim ama tam çıkmak üzereydim, verilmiş bir buluşma sözüm var. Kendime… Bugün şehirde son günüm, yarın yeniden kuzeye gidiyorum.” Biraz duraksadıktan sonra devam etti: “Verdiğim söze eşlik etmek ister misiniz? Sizinle eski bir meyhanede iki kadeh rakı içelim?”

 

“E, elbette.” dedim. Büyük bir keyif ile, büyük harflerle.

 

“Sizinle Lambo’ya gidelim, Lambo’nun meyhanesine, orayı ziyaret edelim. Onlardan, o anılardan konuşalım.” dedi.

Bir anda üzülmüştüm. “Orası artık sıradan bir bar.” diyebildim. “Çok değişti.”

 

“Biliyorum, bu şehir gibi.” Yüzü düştü, etrafına bakındı bir an, devam etti: “Ama biz nereye gideceğimizi biliyoruz, lütfen buyurun” dedi. Yüzü yeniden aydınlanmıştı.

Az sonra geçidin sonuna doğru yürüyorduk. “Lefter’e de gidebilirdik ama bu günlerde Lambo geliyor hep aklıma, orayı göresim geldi.” dedi. Tünel Geçidi’nden çıkınca sağ sokağı işaret etti: “Şurada Fischer Lokantası vardı. Karı-koca Almanların işlettiği. Oturduğum ev tam karşısındaki binadaydı, en üst katı. Eski Beyoğlu’nda.”

 

Hepsinin yerini biliyordum. Kitaplarında anlattığı yerleri haritalardan bulmuş, ulaşabildiklerimi görmeye gitmiştim yıllar boyunca. “Burada kalsaydım ben de bu şehir gibi dönüşecek, yok olacaktım. Şehrimin gözümün önünde erimesi beni de içimden bitirecekti.” dedi. Daha alçak sesle devam etti: “Eskiler buradan gittiğinde, kaybeden bizdik, kalanlar.”

 

“Bu sokaklar sizin anlattığınız ‘boğuntulu sokaklar’ değil.” dedim. “Aynı şehirde ama başka sokaklar.” diye cevap verdi gülümseyerek.

 

Dar, rutubetli sokaklarda yürüyorduk. Yavaşça, nereye gideceğimizi bilmez gibi. Arada duruyor, etrafa, yapılara bakıyordu. Geçmiş zaman pusulaları alıyordu onlardan. Emindim.

 

Bir ara peş peşe sıralanmış Levanten binalara gözü takıldı, binalar yıpranmış sıvaları dökülmüş, neredeyse renkleri uçmuştu. Elini ileri uzattı, onları okşamak ister gibi. Onlara ya da bana mırıldanıp anlaşılmaz bir şeyler söyledi, anlaşılmasına gerek olmayan. Sonrasında yürümeye başladığımızda “Masalsı…” dediğini duydum.

 

Bilmediğim ara sokaklardan ilerleyip, Balık Pazarı’nın arkasında olduğunu tahmin ettiğim bir yerde durduk. Gökyüzünde bulutlar iyice koyulaşıp alçalmış, soba kokusu sinmişti havaya.

 

“İşte, geldik.” dedi, “Burası.”

 

Cephesi küçük, üç pencere ve bir kapıdan oluşan, dışarıdan ne olduğu pek anlaşılamayan bir dükkanın önündeydik. Kararmış ahşap doğramasının üstündeki boya neredeyse dökülmüş, yer yer kalan eski kat boyaların farklı renkleri gözüküyordu. Paltosunun cebinden bir anahtar çıkardı, camlı kapının tek kilidini açtı. Girdiğimizde, içerisi yıllardır kullanılmamış gibi nem ve küf kokuyor, camların kirinden çok az ışık alıyordu. Zemin, hemen sağdaki tezgah ve karşıda göze çarpan bar toz kaplıydı. Evet çok uzun zamandır girilmemişti buraya.

Sol tarafı işaret etti, pencerelerin önünde bir küçük masa, dört sandalye vardı. Çinko kaplı barın arkasından aldığı bir bezle masanın ve iki sandalyenin tozunu aldı. Onları kırmaya çekinir gibiydi.

 

O masaya oturdum. Yine barın altındaki soğutucu dolaptan bir şişe ve bardaklar getirdi. Şişedeki etiketi tanıyordum, iki adam karşılıklı içiyorlardı. Dışarıda, sokağı sis basmıştı ya da camlar bildikleri bu eski oyunu oynuyordu. yavaşça sandalyesine oturdu, kadehlerimizi doldurduk. Islak palto, anason, tütün kokuları belirdi küçük dükkanda. Bir süre etrafı gözden geçirdi. Her köşeye ayrı ayrı bakıyor, gözleri dalıyordu. Sonra bana döndü, o anki huzurunu çok az insanda görmüştüm. Derin bir iç çekişten sonra: “Peki öyleyse, hoş geldik.” dedi, kadehlerimizi tokuşturduk ve o anlatmaya başladı, içinde bulunduğumuz dükkanı, sahibi Lambo’yu, o yılları, eski Beyoğlu’nu. Benim bilmediğim, onun İstanbul’unu.

 

Birisi omzuma dokundu, bir ses duydum: “Hey, hey arkadaşım…” Kafamı çevirip baktım, Niso’ydu. Kafedeydim. Önümde votka bardağı boştu.

“Dalıp gitmişsin.”

Bir süre sonra “Keşke…” dedim, “sadece düşlüyordum.”

 

Haziran 2021, Göztepe

 

 

 

Kapak Görseli: Barış Sarıbaş

 

 

 

ERKAN KARAKİRAZIN YORUMU

 

Ereğin belirsizliğine, yabancılaştırıcı eksiklenmelere, kendini imha eden dünya insanlarının hafızalarına, değişim/dönüşümlerden rahatsız bir tür nostalji duygusuyla yakından bakmaya devam ediyor Devrim Altıkulaç. Lamboda başlıklı yeni öyküsü, okuru, adını koyamadığı nahoş memnuniyetsizliğin anlatımından başlayarak düşsel bir atmosfere sürüklüyor peşinden. Altıkulaç’ın insan ilişkilerinin kırılgan örüntülerine, ekolojiye, hayvanlara ve çürüyüşün gitgide ivmesini artıran varlığına yaptığı vurgu, kendini iyi tesadüflere bırakan, tüm öykülerinde benzer bir sesle konuşan, belki yazarın alter egosu hâline de gelmiş olan anlatıcısının dikkat kesildikleriyle koşut ilerliyor. Altıkulaç öykülerinde, yazarın imzası diyebileceğim, en baskın iki tema, “karşılaşmalar” ve “eksilme/eksiklik duygusu”, Lamboda öyküsünde de karşılıklarını buluyor. Altıkulaç’ın bu iki temasının en yoğun olarak varlık gösterdiği öyküler, daha önce Eksilme (Pikaresk Yayınevi, 2021) isimli kitabında karşıma çıkmıştı. Yayımladığı önceki kesit öykülerinden farklı olarak Lamboda başlıklı öyküde, o iki baskın temayı, nerede başladığı belirsizleştirilmiş bir düşün içine gömüyor. Öyküde, öz, duyudan bağımsız olarak yer yer bölünen doğrusal anlatım içinde kendi kendini var edercesine akıp giderek okura temas ediyor. Kısacık anların yoğunlaştırılmış göstergelerinin tortusu var kısa cümlelerinde. Yazarın öykülerinde yeni yeni uygulamaya başladığı gözle görülür sözcük ekonomisi, sayıları artan kısa cümlelerinin gücü ve yoğunluğuyla, uzak bir akrabalıkla da olsa, bana biraz Hemingway’i hatırlatıyor

***

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl