Lirik-toplumcu gelenek, “giz ve dil arasındaki ilişki nedir?” sorusunu reddetmez ama bu soruyu daha geniş bir bağlam içinde ele alıp “dil-öznel davranış nasıl bir davranıştır?” biçiminde sorar. Şairin yönelimlerinin ve kurallarla yönetilen amaçlı davranışının ‘dil’i ‘giz’e nasıl bağladığını açıklayarak bu soruyu yanıtlamaya çalışır. Böylece temel sorulardan birisi olan (belki de dil felsefesinin temel sorusu olan) “dil’in gerçeklikle ilintisi nedir?” sorusu, daha nesnel olduğunu düşündüğüm şu soru ile birleşmiş olur: “ses ve işaretlerin gerçeklikle ilintili olmasını olanaklı kılan özellikleri nedir?”

Lirik-toplumcu şiirin doğası ve içsel mantık yapısı, kişisel olarak benim için dil felsefesinin en büyüleyici sorularındandır. Bunlar, şair iletişiminin ve içeriğin en küçük birimleridir. Bu konuda yapılacak bir çalışma, doğal olarak kurgusal konuşmanın doğası doğrudan ve benzetisel konuşma arasındaki fark gibi birçok başka alana yayılmaktadır. İşte bu sözünü ettiğim biçimsel anlambilim, geleneğinin almaşığı olan gelenektir. Ahmet Erhan’ın Alacakaranlıktaki Ülke (1981) kitabındaki şiirleriyle ‘dil’in kullanımını içeren çalışmalar yaptığı için bu geleneğin gelişmesinde rolü önemli olmuştur.

Ahmet Erhan öldü. Uzun yıllara dayanan bir dostluktan, yoğun olarak paylaşılmış bir amaç birliğinden (şairi ve beni) ve kişisel anılarımızın mülkiyetinden edecek denli iç içe geçmiş bir bellek ortaklığından söz ediyorum. Hemen her aşamasına tanıklık etmenin ötesinde katıldığım bir serüvene ne kadar dışarıdan bakabilirim ki? Söylediğim her şeyi Ahmet Erhan’ın onaylayabileceği izlenimini verirsem bu yanlış olur. Kimdir Ahmet Erhan, şiiri dışında nasıl biridir, nasıl görür dünyayı, gündelik hayatın ideolojisi karşısında takındığı tavır nedir? Her sözü, her davranışı, giderek her mimiği şiirinden koparılmış birer söz kırıntısıdır sanki. Tastamam şiirleri gibi konuşur

Ahmet Erhan; her sözcüğü bir sözcüğü tartar gibi uzun uzun tartarak, her kesinliği itiraz kaldırmayan bir virgülle ayırarak konuşur. Bu yüzden de şiiriyle yüz yüze gelmek, Ahmet Erhan ile yüzleşmektir ve şairden söz etmek şiirini konuşmaktır. Kendi kuşağının tartışmasız en entelektüel şairidir Ahmet Erhan. Bu yüzden de şiiri, yoğun bir sessizlikle çevrili olarak ulaşmıştır bugüne. Şairin şiirinin bugün okura bunca yeni ve çarpıcı görünmesinin gizi, uzun bir yeraltı yaşamı sürmüş olmasında değil, şiirinin baş döndüren dinamizmindedir.

Şairdeki arayış ısrarı, şiirinin her aşamasında artan bir yoğunlukta duyurur kendini. Öyle ki son şiirleriyle ilk dönem şiirlerini yan yana koyduğumuzda enerji yoğunluğu, görüş kesinliği ve heyecan açısından birincilerin ikincilere kesin bir üstünlük sağladığını görürüz. Başından beri konudan ve temadan arınmıştır Ahmet Erhan’ın şiiri. İster bir nesneye baksın şair, isterse bir görüntüye ya da bomboş bir yüzeye, baktığını değil bakışını yazar.

Başka bir ifadeyle şiirsel öğelerin anlatım olanaklarıdır hesaplaştığı. Ancak ‘dil’i şair davranışının ve yaşamının bir biçimi olarak incelemenin önemini vurguladığı için lirik-toplumcu geleneğin yerleşmesinde çok etkili olmakla birlikte, dil üzerine nesnel kuramlar geliştirmeye karşı çıktı. ‘Dil’le ilgili olarak önerilebilecek felsefe kuramlarının bozuk ve yanlış sonuçlar doğuracağını düşünüyordu.

Oysa Ahmet Erhan şiirinin ‘dil’inde gösteren ve gösterilen arasında olduğu kadar gösterge ile lirik-toplumcu gelenek arasındaki bağıntıda da temel bir değişim söz konusu değildir. Lirik-toplumcu geleneğin anlamı, öznelliğin antik ve (en azından benim için) bezdirici bir sorununu teşkil eder. Lirik-toplumcu gelenek hakkındaki tartışmalar, genelde toplumsal gerçeklerle doğrudan bir ilişkilendirme içermez.

Ancak toplumcu şiir kendi içinde kuru spekülasyonla açıklanamayan gizler barındırır ve bu en çok şiirin toplumsal gizleri için geçerlidir. Bu gizlerden biri olan lirik-toplumcu geleneğin anlamını açıklamak için şair ve eleştirmen Hilmi Yavuz’un bakış açısından konuyu ele alacağım.

Hilmi Yavuz’a göre “Lirik şiir; deyiş yerindeyse ‘gayesi kendinde’ olan (Aristoteles’in ‘auto telos’u) sözü, kendisinden öte bir gayeye vasıta kılmayan şiir olarak tanımlanabilir. Lirik şiir, sözü bir düşüncenin vasıtası olarak almaz, dil’in kendisini gaye edinir.” Lirik şiirle ilgili bu bakış açısından sadece kurgusal bir kuramın somut olarak temellendirilmesinin önemine dikkat çekmek için bahsetmiyorum. Lirik-toplumcu gelenek, nesnel bir gerçeği ortaya koyar; dışavurum, okuyucu; nesnel gerçekliğin direnişine tepki gösterdiği zaman doğar. İnsanla ilişki kurduğumuzda bir anlamda insanın kabalığına, sertliğine ve zorluğuna dokunuruz.

Bu kaba izlek, dışavurumun oluştuğu ortamı yaratır ama lirik-toplumcu geleneği biçimlendiren pek çok modern çaba da bu ortamdan kurtulmak istiyor. Şair, lirik-toplumcu geleneği yaratırken direnci azaltmayı amaçlıyor. Tartışma şu şekilde daha da genişletilebilir: direncin düşürülmesi, giz ve dil arasındaki bölünmeyi azaltmanın yollarından biridir. Dünyayı bir şiiri yazdığımız ruhla kullanamayız, direnç ve rastlantısallığı arayarak veya Heidegger’in kullandığı anlamda onun içinde barınarak kullanabiliriz. Aslında bu pratiklik tartışması, bana tümden yanlış geliyor. Günümüz Türk şiirindeki direncin kaybolması, bence gerçekle olan bağlantıyı zayıflatıyor. Bireylerin gerçekle bağlantısının kopmasına sebep olan öznelliğin özelleştiği bir durum ortaya çıkıyor. Bu belli açılardan saçma bir soyutlamadır. Öznellik, ‘özel’ olmaktan başka ne olabilir? Aslında tam tersi de olabilir: ‘toplumsal’ olabilir.

Ahmet Erhan’ın lirik-toplumcu şiiri, öznelliğin toplumsal bir şeklidir. Şairin içinde gizli bir şey yoktur ve ideale özlem, sezgisel ritüel ve bilinç dışılığa bağlı olarak duyulur. Ataol Behramoğlu, Metin Demirtaş, Ahmet Telli, Haydar Ergülen, Ali Cengizkan, Yaşar Miraç, Behçet Aysan, Şükrü Erbaş, Tuğrul Keskin, Salih Bolat, Emirhan Oğuz, Aydın Şimşek, Nevzat Çelik ve Süha Tuğtepe’nin toplumcu şiirde ‘etik düşünceler’ olarak nitelendirdikleri de öznelliğin toplumsal biçimlerinden biridir.

Bunlar, bireyselliğin bilmeceleri veya fanteziler değildir. Bir etik düşünce, yalnızca yaşandığı zaman oluşur. Acıma veya zekânın gücü (Ahmet Erhan için zekâ da bir ahlaki duyguydu), yoğun ve dirençli toplumun içinde bir yer edinmesine bağlıdır. Özelleşmiş bir öznellikse iç yaşamı üstün ve bireysel bir durum olarak içeriğini de başkalarından saklanan bir birey için bir bilmece olarak ortaya koyar.

Sade bir ton ancak zengin bir içerikle yazmış olduğu birçok duygulu şiirden biri olan “Oğul”da (Ahmet Erhan’ın lirik-toplumcu söyleminde ve lirik-toplumcu geleneğin kendine ilişkin bilinci olarak nitelendirdiğim bu harekette), dile getirildiği biçimiyle bir yandan tarihsizleşir bir yandan da çatışmalardan, çelişkilerden arınır.

Ahmet Erhan’a göre zaman dışı bir lirik-toplumcu gelenek kavramı, kendisini geçmişten köklü bir biçimde koparırken geleceğe doğru sonsuzlaştırır.

Bu köklü kopuşta sınıf sömürüsü gibi bazı süreklilikler geride bırakılır. Bu çatışmaları, çelişkileri ‘giz’lediği ölçüde lirik-toplumcu şiir, Türk şiirinin ileriye doğru istikrarının güvencesi hâline gelir. Bu niteliğiyle de ideolojik bir kavramdır.

Anne ben geldim, ağdaki balık

Bardaktaki su kadar umarsızım

Dizlerin duruyor mu başımı koyacak?

Anne ben geldim, oğlun, hayırsızın

Dizelerinde şairin ‘birey’ anlayışına öncelik verip bireyi ve beni, poetik ve hümanistik düzeyde birincilleştirmesi toplumsal düzen gereğidir. “Anne ben geldim, oğlun, hayırsızın.” derken öznelliğin özelleşmişliğini ortaya koyan ‘dil’in anahtar sözcüğü: ‘hayırsız’dır. Bu dil, lirik-toplumcu geleneğin zorluklarıyla olan uğraşıyı bozar ve bu uğraşının şairi kendinden özgürleştirme görevini yerine getirmesini engeller.

Günümüzde Türk şiirinde öznelliğe itiraz ediliyor ancak nesnellik de aynı derecede kavranmamış kalıyor.

Bu öznellik rejimi, direnci kucaklamaktan çekinen şairin yarattığı bir tehlikedir. Üzeri bantlanmış zorluklar kaybolmaz; çekişme, kararsızlık ve karışıklık şairin arzulara gösterdiği direncin inatçı sonuçlarıdır. Bu zorluklar, iç dünyaya atılabilir ve onların aşılacağı zaman gelene kadar biriktirilebilir. Nesnel lirik-toplumcu şiirin alanı, realizasyonun lirik-toplumcu şiiri bu aşamadan sonra çok daha ilerilere doğru büyüyecek ve arzu ile niyetin alanına bile sızabilecektir.

Ancak psikolojik olarak böyle bir öznellik, ‘şairin gerçeğin şairi hayal kırıklığına uğrattığını’ düşünmesine sebep olur. Kısıtlamaları ve sınırlamalarıyla şair, var olması çok arzulanan o ideal varlıktan çok daha alçak bir seviyede görünür. Ahmet Erhan’ın toplumcu şiirin ikonu olan 1980’lerin anarşik ve çıplak gençliğine duyduğu korku, toplumcu şiire dışavurum kazandırmayı amaçlayan disiplini yanlış anladığını gösterir. Lirik-toplumcu şiirle ilişkilenmenin karşısında tek bir engel vardır ki o da erotik arzu ve lirik-toplumcu ifade kavramlarının birbirine karıştırılmasıdır. Cemal Süreya gibi şiirlerinde cinselliği tekrar tekrar yeniden tanımlayan bir şairi ele alalım.

Cemal Süreya’nın maskelerinin ve zırhlarının sembolizminden değil, aynı zamanda maskelerin ve zırhların imgeye dökülüşündeki incelikten, olmayacak dizelerin kullanımından ve bu dizelerin birleştirilmelerinde ortaya çıkan zorlukların üstesinden nasıl gelindiğinden etkileniriz. Bu dizeler, şairin emek verdiği şiiri oluşturur. Bu şiir bir feminist protestoyla değil, feminist hareketle karşı karşıya olduğumuzun farkına varmamızı sağlar. Buna rağmen Cemal Süreya şiirinin eleştirileri hep şairin niyeti, maskelerinin sembolizmi üzerinde yoğunlaşır. Anlam, üretime verilen emekten ayrılır. Anlamla emeğin birbirinden ayrılması, özelleşmiş bir bilince işaret eder. Bunu açmak için bir kez daha Ahmet Erhan’ın “At Avrat Silah” şiirinde ortaya konulan özel emeğe referans vermeme izin verin:

At. Avrat. Ve silah. Su. Ateş. Ve toprak.
Bütün dinleri böyle kandırarak dinimi buldum
Öldüğüm gün davula üç kez vurulacak. Tören. Yok.
Kalbim. Bir ayrılığı çalıyor kampana. Tren.
Yok. Seni istasyonlarda kaç kere öptüğümü sayamıyorum.
Atım öldü. Avradım beni sevmiyor. Silahım suskun
365’le 35’in çarpımı neyse ona göre kurdum kendimi
Ondan ötesini ister eksilt ister çoğalt
../…
Devrim misin nesin ver artık şu adresini. Yok.
İnkılap! İnkılap! İnkılap! İnkılap!

Dizelerinde hem ideolojik hem de romantik miras, büyük bir travmanın içinde bloke olmuş şairin deneyimlediği arzu ve dışavurum arasındaki bölünmedir. Ne var ki özgün ve özgül bir dil kurabilmeyi başaran şairin, ‘dil’in çeşitli biçimleriyle dolaşımda olduğu bir toplumun üyesi olduğu da bellidir. Bu yüzden ‘anlam’, her zaman toplumsal olanla koşulludur. Yıllar sonra şairin kendisi ile “At Avrat Silah” başlıklı bu travmatik şiiri hakkında konuştuğumuzda, bana o anda nasıl iki ayrı ‘müzik’ duyduğunu anlatmıştı. Doğru ve güzel olanı kafasının içinde, doğru olmayıp güzel olanıysa kulaklarında…

Şair, o anda özlemin ve eksik olanı arzulamanın erotik dünyasına girmişti. Bu tutumda bir çelişki mi görmeliyim? Sanmıyorum. Ahmet Erhan’ın bu sözleriyle vurgulamak istediğinin, şiirinin özgüllüğü sorunu olduğunu sanıyorum. İçinde gerçekleştiremeyeceği bir ideali hissetmişti fakat deneyimli bir şair olduğu için biliyordu ki okuyucuları teselli edilemezdi. Onlar, lirik-toplumcu şiirin içsel müziğini duyamıyordu. Arzuyla uyarılmış olarak okuyucuların başını ağrıtmıştı ancak şiiri olması gerektiği gibi ideal bir biçimde duyabilmesi, daha sonra yorumunu daha iyi yapması konusunda bir uyarı görevi gördü.

Ahmet Erhan şiirinde gerçek çaba bir iç görüş oluşturmak için değil, esas iç görüşsüz yazmak için gösterilir. Bu da enerjinin şairden objeye kaymasıyla başarılır. Bilindiği gibi gövdenin erotik algılanması bütünlükten yoksundur.

Ahmet Erhan, çıplak gövdeyi cinsel eğilimlerimizin, takıntılarımızın değişken kıldığı bir hiyerarşi içinde uzuvlara bölünmüş olarak algılıyor. Sevişme anı, algılamadaki bu parçalanmışlığın doruğa vurduğu andır. Lirik-toplumcular, bu sorunun ayırdındaydılar ama onlar gövdeyi parçalamakla, uzuvlara indirgemekle yetinmiyor.

Bu sunuma fantastik, ironik, düşsel ve fetişist boyutlar ekleyerek doğal olanı, trajik olana dönüştürüyorlar. Ahmet Erhan için de bu lirik-toplumcu hareket bir tavır, bir yaklaşımdır esas olarak: üst anlatılara, bütüncül düşünceye, lirik-toplumcu akla karşı duyulan inançsızlık. Bu inançsızlığın doğmuş olduğu noktada da lirik-toplumcu bilginin koşullarını araştırmaya girişiyor Ahmet Erhan. ‘Dil’i aklın bir aracı olarak gören, aklın yönlendirmesine uyduğunu varsayan Türk şiirinin yanılsaması buradadır. Bu yanılsamayı yıkıp ikili karşıtlıkların ‘dil’in farklılıklara dayalı devinimini sabitleştirmeye çalışan boş çabasını aşacak ilke olarak da ‘öznellik’i önerir Ahmet Erhan.

Şairin savunduğu yöntem tek, bütüncül bir anlam bulma çabası yerine bu tutarsızlıkların, anlam deviniminin içinden geçmektir. Şairin kendisinden kopmaya çalıştığı bütün, lirik-toplumcu şiirin yapısal çözümlemesine ve öznellik ilkesine karşı zırhlarına bürünmüş bir Türk şiiri düşüncesidir. Bu düşünce ‘dil’e tabi olmayan bilinçli bir özne varsayımına dayanır.

Ahmet Erhan’ın lirik-toplumcu düşünce eleştirisi, esas olarak şiir ile ölüm arasındaki kışkırtıcı yakınlığı kendiliğinden gündeme getirir. Bu bağlamda öznel yaşantı içeriğinden soyutlanmış dışavurum temsiline talip olduğu şeyi belirsizlik ile kuşatıyorsa hiçbir ‘dil’in şiir kadar ölümle bire bir hesaplaşma olanağı yoktur. Şairin “Ağıt” başlıklı şiirini okuyalım şimdi:

Çiçekçi bana bir gül ver
sevgilime değil bir ölü için
Çiçekçi bana bir gül ver
İçine gözyaşlarımı sığdırabileyim.”
…/…
– Beyim, gül olmaz ki bu mevsimde!

Bu dizelerde lirik-toplumcu geleneğin kuramsallaşması, ütopya ve melankoli düşüncesinin çift yönlülüğünün korunduğu ancak kimlik ve cinsiyet politikaları için tamamen yeni bir izlek olarak kullanıldığı bir başlangıç noktasına götürülmüştür. Önceleri nesnelerle yüzleştirildiğinde beden ve aklın patolojik durumlarını anlamak için tanımlanan lirik-toplumcu gelenek kuramı, Ahmet Erhan’ın şiirini oluşturmadaki rolünü görmezden gelmeden Ahmet Erhan’ın şiirini deneyimleyen çoğunlukla talihsiz ancak her zaman öznenin bedeninden ve ruh hâlinden şairi sorumlu tutan etimolojik bir boyutu üstüne alıyor.

Bu konuda iki olası bakış akla gelebilir. Birinci bakışın sorunu ve sorusu: “bunları şair nasıl hisseder?” Algı, davranış, duygu boyutuyla (biraz varoluşsal olabilir). İkincisinin sorusu tümüyle pratiktir: “şair, kelimeleri bir araya getirirken bunları nasıl düzenler?” Şairin pragmatik bakışı düzenler: bu anlamda şairin kunduracıdan, şiirin ayakkabıdan hiç farkı yoktur.

Bu sıralar gördüğüm, okuduğum ve duyduğum birçok genç şair tarafından gerçekleştirilen Türk şiiri, umut verici bir yönde ilerliyor. En azından toplumcu şiir, kuramın yönlendirdiği lirik-toplumcu şiirin reddiyle karşı karşıya ancak bu reddetme bence tutucu değil, aksine emeğin yenilenmiş bir takdiriyle yönlendiriliyor. Lirik-toplumcu şiir, yazılmak için tasarlanıyor; sözcüklerin aynen uygulanması için değil. Şairin ‘dil’i kullanma şekillerini sorgulamalarını istiyor. Görmek istediğim şeylerin nitelikleriyle sarıp sarmalanmış lirik-toplumcu bir söylem ve onları değişik kullanımlara açan bir nesneler politikası… Dirençli bir şiirde duyuları hasıraltı etmek, okuma kolaylığı ve açıklığına dayanan dünya görüşçü ‘dil’i kullanan politik bir şiirin amacıdır.

Okunmaya daha yatkın bir lirik-toplumcu şiirin, içsel arzuların lanetlenmiş ‘dil’ini ortadan kaldırmak için yararı olabilir.

İmgeye dayalı ‘dil’le öznel ‘dil’in çok az ortak noktası olduğu düşünülebilir. Biri aşikâr, diğeriyse belirsiz olanla ilgilenir. İmge ve öznelliği birleştirip bir bütünün iki parçası hâline getirense meydana getirdiklerinin dışavurum yoksunluğudur. İki dil de şairi kendisini dışavurmaktan mahrum bırakırlar. Birincisi bir tür hissizlik ve koruma içgüdüsüyle çekilmeye sebep olur. İkicisi şairin kendini bulabilmesi için kendinden uzaklaşıp kendi içine çekilmesi gerektiğini savunur. İmgeye dayalı dil nötrlük yayar, öznelliğe dayalı dil ise arzu. İkisi de direnç sonucu tepkiye sebep olmazlar ve okumanın sonucu olan uyarılmadan yoksundurlar.

Şunu da belirtmek isterim ki Ahmet Erhan’ın lirik-toplumcu şiiri, yalnızca özlemin bir erotizmi olduğu için kurguladığı argümanlar taraflıdır. Robert Frost, “iyi bir lirik-toplumcu şairin kendi şiirlerinin sade bir hizmetkârı olamayacağını söyler”. Yorum her zaman soyut olanın somuta dönüştürülmesini gerektirir. Bu dönüştürmenin sınırları içinde çok büyük bir özgürlük yakalamak mümkündür. Lirik-toplumcu şiirde her zaman el altında bulunan bu özgürlük, Türk şiirinde çok az araştırılmıştır.

Ahmet Erhan’ın özgürlük nosyonunun birbiriyle ilintili iki boyutuna burada değinmek istiyorum. Birincisi şairin başlangıçta ‘dil’le olan dolaysız ilişkisinin biçimsel ve içeriksel ilişkiler içerisine yerleştirildiğini belirten nosyondur. Böylesi bir gelişme esasen lirizme hasımdır. Çünkü katı lirik-toplumcu bağların yaratılmasının politik ve edebî küreleri kapsayacak şekilde genişlemesi muhtemeldir. İkincisi de Ahmet Erhan’daki lirik-toplumcu hareketin normlara dışsal ya da yalnızca biçimsel bağlılığın, daha önceki bir manevî lirik-toplumcu hareketin yükümlülük duygusunun yerine geçtiğini düşünür.

Gelgelelim bu tip lirik-toplumcu hareketin rasyonel ve metodik izlek arayışından uzaklaşılmasına yol açması muhtemeldir. Her lirik-toplumcu hareket, kendi iç çelişkilerini barındırır. Lirik-toplumcu hareketin gösterdiği başarı, onu dinamiğinden mahrum bırakır ve akışkan, açık uçlu olan biçimlerini katılaştırır. Lirik-toplumcu canlanmalar, doğaları gereği tinin kısa ve çalkantılı, tutkulu çabalarıdır.

Ahmet Erhan şiiri ve hareket olarak lirik-toplumcu şiirin betimlenmesi, en iyi şekilde üretilmesi yollarını gösteren bu çalışmalardır. Denenmiş tüm bilgileri, gelmiş geçmiş tüm birikimleri, yeni kişisel buluşları da aktararak Ahmet Erhan şiiri ve lirik-toplumcu hareket konularında bilgilendirmenin yanı sıra sezgisellik ve yaratıcılığı da beslemektedirler.

Bu söylemde lirik-toplumcu hareket, belli özelliklere sahip bir şiirin elde edilmesinden başka bir şey değildir ve onun özelliklerine indirgenmiştir. İşlevsellik, 1980’lerden başlamak üzere bir lirik-toplumcu hareket ideali olarak Ahmet Erhan şiirine girer ve Ateşi Çalmayı Deneyenler İçin’de (1984) lirik-toplumcu hareketi, bu yeni bakış açısıyla tanımlar. Lirik-toplumcu şiirin ve lirik-toplumcu sorunlarının, lirik-toplumcu çözümlere gebe olduğunu ve bunun da lirik-toplumcu harekette ‘devrim’ olacağının haberini verir.

Ahmet Erhan şiirinin bütün yeni buluşları gibi lirik-toplumcu şiirin de bütünde ve detayda mükemmelleşmiş işlevsel ürünler olarak standardize, optimize ve ekonomik olmaları gerekmektedir. Böylece farklı bir ‘estetik’ anlayışın da temelleri atılmaktadır. Lirik-toplumcu şiir bilgisi ve disiplinine gelinirse lirik-toplumcu şiirin temel bilgisinin üzerinde durup şairin yetişmesi ve ustalaşması demek olan uygulama yoluyla edinilen bilgiyi göz ardı etmek olanaksızdır.

Ahmet Erhan şiirinin alanının güven (boşluk duygusu) olduğunun işaretini, “Bugün de ölmedim anne” başlıklı şiirin sondan bir önceki kıtası vermişti bana (irdelememin ilk aşamasında). Burada “Döndüm işte;” dizesinde, ruhanî dünyada şairin çığırı üzerinden, şairi takip eden gassallardan bahsedilmektedir. Yaşam vaat eden ve buna olanak tanıyan alana dilimizde ‘baba-ocağı’ denmektedir.

Şairin ‘baba-ocağı’na dönüş, “acı, yüreğimden beynime sızar” dizesi üzerinden olmaktadır. Şiire başladığı günden bu yana ‘ölüm’ düşüncesiyle çok ilgilenmiş bir şairdir Ahmet Erhan:

Kapalıydı kapılar, perdeler örtük
Silah sesleri uzakta boğuk boğuk
Bir yüzüm ayrılığa, bir yüzüm hayata dönük
Bu gün de ölmedim anne

Bu sebeple şiirin ikinci kıtasının üçüncü dizesi şöyle demektedir: “Bir yüzüm ayrılığa, bir yüzüm hayata dönük”. Bu şiirin ‘dil’i, boşluk duygusunun (musallada oluşluğu) içinden dile geldiğinden veda ederek geride bıraktıklarından ve neye veda edildiğinden de dile gelmektedir. Bu şiirin ‘dil’i, dönüş ‘dil’ini konuşmaktadır. Bu ‘dil’in çığırı, çürümüş olandan başlayıp kutsal olana götürür okuru. Şiirin ‘dil’i, ruhanî dünyanın karanlık gölü üzerinden ve içinden geçmenin ‘dil’idir. Bu ‘dil’, boşluk duygusundaki ‘baba-ocağı’na dönüşün şarkısını söyler. Güven (boşluk duygusu), şiirin alanıdır.

Çünkü şairin çınlayan adımlarının hoş nağmeleri, şairin ardından gelenlerin ışıksız ölümünü kulak veren söyleyişe dönüştürecek şekilde yalazlandırır. Oysa ışıksız olan (ancak takip eden ölüm) onların ruhlarını boşluğun içinde açınlar.

Ahmet Erhan şiirinin atmosferini ören bu gerilim, biçimle dışavurum arasında beklenen bir karşıtlığın değil, bir tür yabancılaşmanın sonucudur. Bir başka bedende hapsolmuş bir kişiliğin, giderilmez huzursuzluğu okunur bu dizelerde…

Oysa ‘devrim’ olacak lirik-toplumcu hareketi oluşturmak, ne usta bir şairin elinde rastlantısallığa ne de sıradan bir şairin yüzünden hüsrana terk edilmeyecek kadar önemli ve ciddî bir iştir. Bu nedenle lirik-toplumcu hareket, yeni bir çalışma ve araştırma alanı olarak ortaya çıkar. Amaç da bellidir; akılcılık ve bilimsellik temelli bir yöntem aracılığıyla Ahmet Erhan’ın özündeki yaratıcılık ve sezgiselliğe hükmedip şairi kontrol etmektir.

Bu arada endüstri devrimiyle başlayan bilim ve aklın yükselişi, teknolojik buluş ve gelişmeler, bunların başvurduğu yeni araştırma yöntem ve teknikleri de zaten lirik-toplumcu hareket kuramcılarının kullanımına hazırdır.

Eleştirmenler, lirik-toplumcu hareket olgusuna bir problem çözme süreci olarak yaklaşıp istisnasız olarak da Spinozacı mantığı bu alana taşır. Spinoza da ünlü Etika‘sında “başka bir şeyle tasarlanmayan şeyin kendisiyle tasarlanması gerekir.” gibi belitlerden yola çıkar. Ne var ki ne türlü bir belitten yola çıkılırsa o türlü bir sonuca varılır.

Modern şiirde gerçekleri yeniden usla kurmanın yollarını gösteren bu mantık sayesinde lirik-toplumcu hareket, problem verilerinden yola çıkarak en doğru çözüme götüren bir süreç olarak tanımlanır. Bu sürece ne kadar çok ve doğru ‘girdi’ sağlanırsa o denli başarılı bir ‘yapıt’ elde edilir.

Lirik-toplumcu harekette yöntem, bu yolu ya da süreci tanımlamaktadır. Böylece lirik-toplumcu hareket saydamlaştırılmış, anlaşılır ve açıklanır hâle gelmiş olacaktır. Artık ortalama yetenekli lirik-toplumcuların bile korkmadan emin adımlarla kat edebilecekleri güvenilir bir güzergâhın rotası, lirik-toplumcu şiirin hizmetine sunulmuştur.

Lirik-toplumcu hareket (toplumcu şiirin aksine sezgisel ve öğretilemeyen), Tanrı vergisi bir yetenek olarak değil de akılcı, problem çözen ve öğretilebilir bir etkinlik olarak tanımlanmıştır. Kaçınılmaz olarak lirik-toplumcu harekette yöntem konusunda geliştirilen genel-geçer tüm öneriler, lirik-toplumcu hareketin nasıl yapılacağını öğretmek amacıyla Ahmet Erhan şiirindeki lirik-toplumcu hareketin de modeli hâline gelmiştir. Öncelikle lirik-toplumcu hareket probleminin tanımlanması, mümkün olduğunca çok ve doğru bilginin toplanması çabaları, takipçilerle görüşme, hareketin büyük bir bölümüne yayılmış en başarılı sentezlerin, en mükemmel parçaların birleşmesinden elde edileceği görüşü, problemi parçalarına ayırıp önce bu parçaları çözmeyi ve sonra birleştirmeyi gerektirmiştir.

Böylece lirik-toplumcu şiir çalışmalarında bütünden, sentezden kopuk parçalar, analizler ön plana geçmiştir. Lirik-toplumcu şiir kuramında hâl böyleyken uygulamada modern şiirin ustalarından Adnan Satıcı, Turgay Fişekçi, Hüseyin Haydar, Birhan Keskin ve küçük İskender hem lirik-toplumcu hareketin kendisi hem de özündeki ‘sezgisellik’ hakkında fazla konuşmamayı yeğlemiştir. Çoğu kendi irik-toplumcu hareket deneyimleri ve yaratıcılıkları hakkında konuşmak istememiş, bu konudaki ‘giz’lerinin ortaya çıkmasından çekinmiştir.

Bu noktada bir kez daha yazımın önceki bölümlerinde vurguladığım bir gözlemime dönüyorum: ‘zamanı’yla göz göze gelebilmeyi başaran Ahmet Erhan’ın, 12 Eylül’ün ardından 1992 yılında yayımladığı Deniz, Unutma Adını! adlı kitabındaki şiirlerde siyasal olgular, imge örtüsünün altında görünmez hâle gelir.

Şair, “İlk Vasiyet” başlıklı şiirinde oğlu Deniz’e şöyle seslenmektedir:

Oğlum unutma adını
Yaralı, acılı bir yurdun
Oğlum unutma adını
Kanı, çiçeği olarak…
Deniz…unutma adını…

Bu dizelerde dıştalayan siyasal bir yan var elbette. Yine de bu yanın 12 Eylül’ün ardından gelen radikalleşmeye özgü ve oradan kaynaklanan 1980 sonrasına ait ‘umut’ anlayışıyla ilgisini kopardığını söylemek gerekir. Şairin yine 1997 tarihini taşıyan kitabı Çağdaş Yenilgiler Ansiklopedisi’nde, yalnız ve dayanıksız bireyin verili olandan imgeler ve düşlemler yoluyla kurtulma özlemine tanık oluyoruz.

Siyasetin tümüyle yasaklandığı, yazı ve söz özgürlüğünün yürürlükten kaldırıldığı bir dönemde yaşanan ‘zaman’dan kurtuluşun somut yolu başka ne olabilirdi ki? Şairin “Güneşin Altında Mutluluk Var” adlı şiirine bakalım şimdi: Aşağıdaki dizelerde lirik-toplumcu dil, nasıl oluyor da gerçekliği tasarımlıyor? Lirik-toplumcu dil konusunda egemen görüş, lirik-toplumcu ‘dil’in bir alışkanlıklar, hünerler, eylem yatkınlıkları dizgesi olduğu ve lirik-toplumcu ‘dil’in yaygın çalıştırma, açık çalıştırma ile edinildiği yineleme (belki tümevarım), genelleme, çağrışım süreçleri ile edinildiği yönündedir.

Genelleme ve benzeştirme süreçleri deneylendiği ölçüde, bu alışkanlıklar dizgesinin eklemelerle arta arta büyüdüğü temel düşüncedir. Olgusal bir varsayma olduğu açık olan bu görüşün, bu şekilde olmadığı kesindir. Lirik-toplumcu ‘dil’in bu tür bir dizge olması, böyle bir biçimde edinilmesi, açıkça bir zorunluluk konusu değildir. Şair, bu şiirde erkek yasalarının ve bu yasaların verebileceği acıların ötesinde, kendisini bir gassal olarak algılamaktadır. Şairin mutlu oluşu gerçekte verilmiş bir karşılık gibidir:

Ne yerdedir, ne göktedir o -değil mi Abidin?
Mutluluğun resmini yaptın mı bilmem
Ama ben onun şiirini yazmak isterim…

Daha önce de söylediğim gibi ‘çıktı’nın taşıdığı ama ‘girdi’de bulunmayan her özellik yukarıdaki dizelere bağlanmalıdır. Bana göre Ahmet Erhan’ın lirik-toplumcu gelenek anlayışına iki biçimde karşı çıkılabilir: birinci olarak modelin kendisi sorunlu bulunabilir ve Toplumcu bir döngüsellik taşıdığı ileri sürülebilir. Bu durumda Ahmet Erhan’ın kendi şiirine özgü bir rasyonalite ilkesini, rasyonalize etmesidir söz konusu olan. İkincisi de artık bugün bu öznelci paradigmanın uygulanmasının tarihsel olarak olanaksız olduğu söylenebilir. İkinci olan Ahmet Erhan şiirinin biçemine ilişkin bir sorgulamayı içermediği sürece şairin seçimi birinci alternatiften yanadır. Zaten bu, Sahibinden Satılık (2008) kitabından sonra geliştirdiği teorik çerçevede Ahmet Erhan’ın bu alternatifleri, bu biçemde sunması da mümkün değildir.

Bu aşamada henüz lirik-toplumcu gelenek anlayışının öznelci politiğinden, sinsi, yönlendirici bir iktidar yapısından ve çelişkiye dayalı bir politikadan olmasa da dışlanmışların sisteme yönelik tehdidinden söz eder Ahmet Erhan. Daha önceki kitaplarında iktidar ve yönlendiricilik gibi 2000’li yıllar şiirinde eleştirel düşüncenin paradigmasına ait kavramlara yer yoktur.

Kuşkusuz lirik-toplumcu hareketin bu diyalektiği, okurların bilincinde çeşitli algılama biçimlerine yol açar. Ne var ki Ahmet Erhan’ın lirik-toplumcu şiirinin kendine ilişkin bu bilincini tahlil etmek, bu verili bilincin ötesine geçmek demektir.

 

OKUMA NOTU: Ahmet Erhan; Toplu Şiirler,“Burada Gömülüdür”, 1.- 2. Cilt, 576 s.- 578 s., Kırmızı Kedi Y., İstanbul, 2015.