Ana Sayfa Kritik Bir Eleştiri: Livaneli Kaplanın Sırtında Neyi Anlatıyor?

Bir Eleştiri: Livaneli Kaplanın Sırtında Neyi Anlatıyor?

Bir Eleştiri: Livaneli Kaplanın Sırtında Neyi Anlatıyor?

+************************************************************************************************Livaneli’nin Abdülhamid portresi yeni değil, yıllar önce bir çok araştırmacı yazdı bunları. Livaneli’nin /yaptığı basit kurgu, klasik anlatımla romanlaştırmış olması. Çok tartışılır duruma gelmesi geniş kesimler tarafından kabullenilmiş Kemalist cumhuriyetin resmi tarih anlayışını, birçok tahrifat yaparak, yalancı çıkarmasından.

Kitabın edebi değerlendirmesinden çok yüzeysel övgülerle reklamı yapıldı. Farklı olarak Onur Bilge Kula edebiyat kuramından alıntılarla derinlemesine değerlendirdiği “Kaplanın Sırtında”“Olağanüstü bir roman” diye göklere çıkardı. (K24, 31 Ağustos 2022)

Ayrıca kitabın başındaki Livaneli’nin yarım sayfalık başlıksız yazısı, izleyen sayfada tarihçilerden aktardığı bir iki cümlelik övgüler, kitabın sonundaki kaynakça, “entelektüel tez yazdım” açıklamaları roman değil de çok iddialı tarih yazdım, mesajını veriyor. Bu yüzden de içerik, yani siyasi değerlendirme tartışmalarına neden oluyor. Sanırım bu da bilinçli tercih. O kadar iddialı açıklamalar yaptı ki sevmediği eleştirilerle karşılaştığında yukarıdan bakan üslup, demagojiyle karşısındakine “öfkelisiniz” derken egosunu (id), öfkesini açık ettiğinin farkın olmadı. (Altay Cengizer’in açık mektubuna cevap, https://t24.com.tr/yazarlar/zulfu-livaneli/altay-cengizer-in-acik-mektubuna-cevap,36149)

Livaneli “İdeolojik ve sığ kamplaşmalardan uzak biçimde ele alıp, o devrin ruhunu ve zihniyetini yansıtmaya çalıştım.” diyor. Yazarın böyle bir belirtmeye gereksinimi var mıdır? Okuyucuyu neden yönlendirme gayreti içinde?

Tarihsel olayların edebiyata, sinemaya konu olması ideolojilerden bağımsız değildir. Her sanat eseri ideoloji içerir. İktidar bu yüzden kültür alanına mutlak egemen olmak için bir dizi yasaklar, fiili durumlar, baskılar uygulamakta, hatta daha da ileriye giderek sanatçıları tutuklamaktadır. Sanat eserlerini ideolojiden soyutlayarak “sanat siyaset üstüdür” demek saçmalıktır. İdeolojilerden bağımsız ön yargısız yazdım, açıklaması anlamsız olduğu kadar bir şeyin de üstünü örtme gayretidir. Önemli olan yazarın, şairin. sanatçının kendi ideolojisini kanıtlama uğraşı içinde olmamasıdır. Çünkü anlamlandırma ile anlamak farklıdır.

Anlamdırma doğmatik olanı kanıtlamaktır. İdeolojiyi, inancı doğrulamak için gerçekliği bozarak, saptırarak, ya da önemsiz parçayı bütün olarak göstererek işte budur demektir.

Livaneli bu sığlığın dışında başka şeyi(!) savunuyorum diyerek tarihin bir kesitini, üç buçuk yıllık sürgündeki Abdülhamid’in kişiliğinde anlamdırmaya çalışıyor.

Kitabı kendi anlayışını kanıtlamak için yazdığını şu cümlelerinden anlıyoruz;

Osmanlıyı yanlış anlatıyorlar. Osmanlı aileleri aslında zaten Batılı, Batı kültürüyle yetişmiş insanlar. Paris modası izleniyor, oradaki modaevlerinden giyiniliyor, piyano bilmeyen yok nerdeyse. Son Osmanlı padişahlarına bakın, vals bestelemişlerdir…

İstiyorum ki, bu kitabı okuyan insanlar AKP’nin anlattığı gibi bir Osmanlı’nın olmadığını görsün. Entelektüel bir tez ortaya koyuyoruz. (Burada “ben” “biz” oluyor siz kimsiniz?) Bu kitapla birlikte bu tez tartışılsın isterim…

Bu romanı Abdülhamid’le ve geçmişle olan tartışmanın bitmesine bir parça katkım olur umuduyla yazdım.” (https://www.odatv4.com/kultur-sanat/livaneli-abdulhamid-i-yazdi-ters-koseye-yatirdi-abdulhamid-in-gonlu-batili-245616)

Baştan romanın amacını belirlemiş; Abdülhamit tartışmasının bitmesi.

Livaneli kitabının “Entelektüel bir tez” olduğunu iddia ediyor. Başa “entelektüel”i koyması sorunlu. Tezler entelektüel-entelektüel olmayan diye ikiye ayrılmaz. Herhalde Livaneli bilimsel demek istedi. Çünkü tez bilimsellik içerir. Bilimsel içerikten yoksun olanlar tez olarak kabul edilmez. Çıkarım yapabiliriz; “Kaplanın Sırtında” adlı kitabım bilimsel tezdir. Bir tarih tezi(!) ile karşı karşıyayız. Ancak Abdülhamit tartışmalarını bitirmeyi umduğuna göre kanıtlanmaya gereksinimi yok, kanıtlanmış bilimsel bir kitap. Soru; bilimsel kitaplara roman denilir mi? Tersten, romanlar bilimsel kitaplar mıdır?

Her ne kadar “Entelektüel bir tez” olduğunu iddia etse de bilimsel içerikli tez olmaktan uzaktır. Klasik anlatımla yazılmış çok basit, sıradan bir kitaptır. Livaneli kitabında Abdülhamit’e ilişkin yeni hiçbir şey söylemediği gibi kendi ideolojisini anlamdırmak için, biraz da esnaf ahlâkıyla, yazdığı kitaptır.

Esnaflığı nereden geliyor?

Baştan sona Abdülhamit güzellemesinin büyük çoğunluğu Kemalist tarihle çeliştiği, hatta yalancı çıkardığı için gelecek tepkiyi önleme amacıyla Mustafa Kemal’in adını iki yerde geçiriyor (s. 34, 93). İttihatçılardan onu ayırıyor. Mustafa Kemal’i yücelten rivayeti sayfalarına taşıyor (s. 243). Kitabın sonuna doğruda adını geçirmeden atıfta bulunuyor (s. 300) Bu yazılanlar derinlik vermediği gibi çıkarılsa kitap hiç bir şey kaybetmeyecek. Livaneli araya Mustafa Kemal’i sıkıştırarak Kemalistlerden gelecek tepkilere önlemek istediği anlaşılıyor.

Saflaşma yapıyor. Bir yanda modernleşmeyi savunan, hatta bazı uygulamaları ile modern olduğunu ileriye sürdüğü padişahlar, diğer yanda modernleşmeye engel olan ulema.

Cumhuriyet modernleşmesi Osmanlı’nın arzu ettiği modernleşmenin devamıydı. Cumhuriyet için 100 yıllık parantez diyenler bilsinler ki; tarihimizle günümüz arasına ilk parantezi 20 yıl önce açtılar. Bunlar padişahın değil ulemanın devamıdır.”

(https://www.odatv4.com/kultur-sanat/livaneli-abdulhamid-i-yazdi-ters-koseye-yatirdi-abdulhamid-in-gonlu-batili-245616)

Livaneli’ye göre cumhuriyeti kuran kadroların başında bulunan Mustafa Kemal padişahın amacını gerçekleştiren oluyor.

Bu iddia da çok önceleri yapıldı. Yalçın Küçük, Livaneli’nden 21 yıl önce yazdı, belki daha önce yazanlar da vardır. “Hamit ve Kemal’e baktığımızda ikisinin de çok temkinli ve çok yenilikçi oldukları kesindir. İkisinin de inşacı ve reformatör olduklarından kuşku duyamayız.” (s. 29)

Mustafa Kemal’in formasyonunda güçlü Hamid’in izlerini gözlemek, beni, önceki çalışmalarımda, ‘kemalizm hamidizm’dir formülasyonuna götürüyordu. Hamid’in imajının önce kızarması ve sonra kararması, Ermeni-Kürt çizgisinde aranmalıdır.” (Sırlar, s. 180)

Anılar

Günlükler, anılar özneldir (subjektif). Her zaman gerçeklikle örtüşmez. Gözlemleri, değerlendirmeleri, etkilenmeleri anı sahibinin felsefe, tarih, siyasi anlayışı, kültürü kısacası yaşama bakışından bağımsız düşünülemez. Bu yüzden anıları mutlak gerçek kabul etmek sakıncalıdır. Anılarda yazılanların başka “maddi delillerle” birlikte değerlendirmesi gerekir.

Livaneli, asker tabip Atıf Bey’in anılarını esas alarak romanı yazdığını belirtiyor. Ali Fethi’nin (Okyar) “Sultan II. Abdülhamid Han’la 113 Gün” adlı anı kitabından da oldukça yaralandığı anlaşılıyor.

Roman “Otuz dördünce Osmanlı Padişahı ve İslam ümmetinin halifesi II. Abdülhamid, o karanlık gecede sağ elini yere dayayarak doğruldu, sol eli tutunacak bir şeyler ararken yumuşak bir cisme değdi.” cümlesiyle başlıyor. Alâtini Köşkü’ne kapatılan Abdülhamid’in ilk gününün anlatımı oluyor. Koskoca konakta sadece iki koltuktan başka bir şey olmadığını Abdülhamid’in tahta zeminde uyuduğunu anlatıyor. Pencere panjurlarının kapalı olmasından içerisinin karanlık olduğu için Abdülhamid’e çakmağının ölgün ışığında çevresini tanıtmaya çalışıyor.

Kitabın başında tahrifatla karşılaşıyoruz. Livaneli, “Namuslu yaşayan insanların namuslu olarak ölmek gibi bir borcu var.” (https://www.gazeteduvar.com.tr/zulfu-livaneli-chpnin-baykal-gercegiyle-hesaplasmasi-sart-makale-1527348) sözünü sanırım bu romanı yazarken unutmuş.

İster öykü, ister roman yazın gerçeği tahrif etmeye kimsenin hakkı yok. Tahrifat dürüst olmayanların işidir. Efendim roman kurgu sanatıdır söylemine sığınılmaz.

Panjurlar kapalı” (s. 15, 41)

Livaneli ısrarla “Kapalı panjurlar” (s. 121) demeye devam ediyor.

Bomboş köşkün odalarında tahtaların üzerine uzanmış olmalıydı.” (s.16)

Livaneli eşya sorunu da otellerden köşke “hepsi eski püskü ve kirli olan” “karyolalar, sandalyeler, çarşaflar, yorganlar, yastıklar, havlular”ı (s.43) askerlere taşıtarak çözüyor!

Bakalım doğru mu?

İstanbul’dan hareket eden tren 28 Nisan 1909’nun akşamı Selanik’e varıyor. Alâtini Köşkü’ne gitmek üzere istasyonda hazır bekleyen on beş arabaya biniliyor, bir süvari bölüğü korumasında hareket ediliyor. Köşke varıldığında yassı ezanı okunuyor. Abdülhamid, ailesi, yardımcıları Köşke yerleşiyorlar. Ali Fethi’de köşkün selamlık bölümüne yerleşiyor. Ertesi gün Ali Fethi’yi Abdülhamid çağırıyor. “Şahap Ağa, Sultan Hamid’in beni istediği haberini getirdi. Orta katta Rubilan Paşa’nın misafir odası olarak kullandığı güzel döşenmiş salonda ve ayakta beni kabul etti.” Ali Fethi’den köşkün dayalı döşeli olduğunu öğreniyoruz. Başka bir şeyi daha, Abdülhamid’in nerede durduğunu,”Pencerenin yanında idi ve askerler için konulmuş ranzaların taşındığını gördü.” (Sultan II. Abdülhamid Han’la 113 Gün”s. 93)

Köşkün panjurları kapalı değil, açık, Abdülhamid dışarıda ranza taşıyan askerleri seyrediyor.

Tahrifata devam ediyor.

Kusura bakmayın, çok ani bir geliş olduğu için köşk hazırlanamadı.” (Kaplanın Sırtı, s. 16)

Gerçek ne?

Harbiye Nezaretine çağrılan Ali Fethi’den aktarıyorum; “Mahmut Şevket Paşa… Sultan Hamid’e hal’ kararı biraz sonra tebliğ edilecektir ve kendisi bu gece Selânik’e, ikameti için şu anda hazırlanmakta olan Alâtini Köşkü’nde ikamet edecektir… Talat Bey, Alâtini Köşkü’nün ihzarı ile meşguldür ve Selânik’teki mülki ve askeri makamlara lüzumlu emirler verilmiştir.” (s. 78, 79)

Tarihi gerçekleri saptırarak, “dünyanın en merhametli insanı” Abdülhamid’i (s. 90), eşyasız, panjurları kapalı bir yere kapatılarak nasıl da eziyet edildiğini, iktidarı ele geçirmiş Jön Türklerin ne kadar vicdansız, acımasız olduğu algısıyla acındırma duyguları yaratmaya çalışıyor.

Tahrifata devam. Abdülhamid’i Ali Fethi ile ilk kez Alâtini Köşkü’ne kapatıldıktan sonra karşılaştırıyor.

İsminiz neydi?”

Ali Fethi efendim, İstanbul’dan geldim.” (s. 17)

Gerçek?

Tahtan indirilmiş Abdülhamid’i İstanbul’dan Selanik’e götürme görevi Ali Fethi’ye verilir. Ali Fethi, Abdülhamid’in karşısına çıkar, “Bir iki adım attım ve tam önünde durarak deruni hürmetkârlık duygusu ile meşbu (dolu) selâm resmini ifâ ederek dedim ki;

Şevketmeâp… Bendeleri, zat-ı şâhânelerinin hayat, emniyet ve huzurunu temin ile vazifelendirilmiş ve bu hususta kendisine selâhiyet-i mutlaka verilmiş mes’ul zabit olarak arz ediyorum. Lütfen müsterih olunuz. Hayat ve haysiyet-i şâhâneleri, Orduy-u Hümâyunlarının taahhüdü altındadır ve mukaddes vazifesidir. Mümkün olan her arzunuzun bendenizce, ifâsı şart emir olacağına itimat buyurunuz.’

Sultan Hamid, bizleri sükûnetle dinledi.” (Sultan Abdülhamid Han’la 113 Gün, s. 85)

Livaneli, Ali Fethi’nin kendisini Abdülhamid’e İstanbul’da takdim ettiğini okuyucudan gizliyor.

Üç buçuk yıl sonra Abdülhamid’i İstanbul’a götürmek için geliyorlar; “Saraydan damatlar gelmişti onu ikna etmek için Vardar Ordusu Kumandanı da gelmişti.” (s. 299)

Vardar ordusu kumandanı Halepli Zeki Paşa, ancak Livaneli burada da yanılıyor, çünkü Abdülhamid’i İstanbul’a götürmek için ilk giden “Ordu kumandanı Ali Rıza Paşa Hazretleri’nin nezd-i şahanelerinde yaptığı teşebbüse muvafakat cevabı vermemişlerdır.” (Ali Fethi, s. 194)

Livaneli köşkte yaşananların bir kısmını atlıyor, tarihleri, komutanları karıştırıyor.

Livaneli kitabın son bölümlerini kısa geçmesi, bir an önce bitirme izlenimi veriyor. Belki de bu yüzden gerçekliği anlaşılmaz hale getiriyor. Kitabın neredeyse yarısına kadar Ali Fethi yer alıyor. Yüz on üçüncü günden sonra görevinde değişiklik yapılıyor, köşkten ayrılıyor. Doğal olarak Ali Fethi romandan çıkıyor. Ancak Abdülhamid’i ikna edip İstanbul’a getirecek olan Ali Fethi komutasındaki müfreze olmasından dolayı yeniden son bölümlerde Ali Fethi’nin romana girmesi gerekiyor. Yazar Ali Fethi’nin üstünü çiziyor, yok sayıyor.

Anlatım biçimi

Kaplanın Sırtında” üçüncü tekil şahıs, klasik anlatımla yazılmış olduğunu belirtmiştim. O kadar basit ki, Ali Fethi’nin anılarını yan yana getirdiğinizde daha iyi anlaşılıyor.

Roman Abdülhamid’in üç buçuk yıllık sürgün hayatını konu ediniyor. Yazar da anlatıcılık görevini üstlenmiş. Oysa roman olsun, öykü olsun konunun anlatıcısı olmamalı. Anlatı diliyle yazı dili farklıdır. Sağlam kurguya oturtulmuş, estetik metin olmalı. Okuyucuyu roman derinlemesine etkilemeli. Mekân, çevre, doğa betimlemeleri fotoğraf oluşturmalı. Onu içine almalı. Davranış bildiren cümlelerden kaçınılmalı, davranışlar olayların, gelişmelerin karakter üzerindeki etkileriyle okuyucuya hissettirilmeli. Yazı diliyle okuyucuyu içine alan merak oluşturmalı.

Kitabın 258. sayfasında aniden doktor Atıf Bey anlatıcı olarak giriyor. Bir bucuk sayfa sürüyor. Kitabın başka hiçbir yerinde biçim değişikliğine rastlanmıyor. Doktor Atıf Bey’in Kıbrıs’a sürülmüş babasının yanında olan sevdiği kadına yazdığı mektuplar italik yazıyla yazıldığı için onları anlamak olanaklı. Bir bucuk sayfalık Atıf Bey’in araya girmesi sanırım karışıklığın sonucu.

Karakterlerin iç seslerinde italik kullanılmış, biçim olarak ne olduğu anlaşılıyor ama yazar bunu yeterli görmemiş. Okuyucu anlamayabilir düşüncesiyle “diye içinden geçirdi” gereksiz eklemesini yapmış.

Karakterler

Livaneli’nin kitabına Abdülhamid’in biyografisi (olup olmadığı ayrı konu) denilebilir. Böyle olunca da bir ana karakter var. Kitap Atıf Bey’in anıları temel alınarak yazıldığından doktor Atıf Bey Abdülhamid’den sonra önemli yer tutuyor. Bir de subay Ali Fethi (Okyar) var. Diğerleri sinema diliyle söyleyecek olursak “figüran”.

Abdülhamid karakteri yetersiz kalmış, hatta gerçeğinden uzak verilmiş. Yazar da eksikliği davranış bildiren “vesveseli”, “korkak”, “şüpheci” sözcükleriyle gidermeye çalışmış. Üç kıtaya yayılmış imparatorluğun mutlak iktidardan indirilmiş padişahın neredeyse hiç iç hesaplaşması yok. Kumandan Ali Fethi ve doktor Atıf Bey ile karşılıklı konuşmadan uzak, adeta monolog, özellikle de kendini haklı gösteren konuşmalara yer verilmiş. Psikolojik durumu yetersiz kaldığından karakter oturmamış. Bunun sonucu olarak da merhametli, çok bilgili, zeki, hiç yanlış yapmamış, reformist, ilerici, her şeyde haklı Abdülhamit çıkıyor karşımıza.

Betimlemeler

Livaneli Abdülhamid betimlemesi ile yetiniyor. Diğerleri çok zayıf. Mekân betimlemesi yok denilecek kadar az. Örneğin dış görünüşüyle, bahçesiyle, iç yapısıyla Alâtini Köşk’ünün nasıl bir köşk olduğunu öğrenemiyoruz. Livaneli’ye göre üç katlı, Ali Fethi’ye göre dört katlı. Köşkün betimlemesi yapılmış olsa çelişki yaşamayacağız. İnternet ortamında fotoğrafı buluyoruz. Ali Fethi’nin zemini kat olarak, Livaneli’nin ise zemini kat olarak değerlendirmediğini anlıyoruz.

Papağan

Bu kitabın en güzel anlatımı papağan için yazdıkları. İronik. Jön Türkçü subayları küçük düşürmeyi de içeriyor.

Abdülhamid “Papağanım… Can yoldaşım… Alışmışım, onsuz yapamam.” (s. 71) dediği Papağan İstanbul’dan getirilir (s. 133). Papağan artık Abdülhamit’in yanındadır. Bankacıların köşke geldiği gün papağana rastlıyoruz. (s. 140) köşke kapatılmış Abdülhamid’in normal olarak can dostum dediği papağan ile ilişkisinin devam etmesi gerekiyor. Adeta papağan uçuyor, yok oluyor, yazar tarafından unutuluyor, bir daha papağan görülmüyor. Ne oldu papağana?

Çakmak mı, piknik tüpü mü?

Dağlama şekilleri…” başlıklı bölümde küçük Oğlu’nun bademcikleri iltihaplanıyor. Dağlama yöntemiyle Abdülhamid çocuğu iyileştirecek. Daha önce “zayıf ışık” (s. 15) verdiğini yazdığı çakmakta yemek kaşığının sapı “kırmızı kesilene kadar aleve tutmaya devam” ediyor. “Akkor haline gelmiş kaşık sapını” (s. 80) oğlunun boğazına bastırıyor. Livaneli çakmağın zayıf, cılız alevinde yemek kaşığı sapının kor haline gelinceye kadar ısınmayacağını bilmiyor. Çakmağı her halde piknik tüpü sanıyor.

Ses

Yüz küsur yıl önce ölmüş birisinin ses yapısını bugün yaşamakta olanın bilmesinin olanağı yoktur. Onunla birlikte yaşamış olanlar ancak bilebilirler. Bugün yaşayanlar Abdülhamid’in ses yapısına ilişkin bilgiyi o günlerin tanıklarından edinebiliyorlar. Livaneli de öyle yapıyor. Ancak birebir olmasın kaygısı yanlış yaptırtıyor. Ali Fethi “Kalın, Davudi ve karşısındakine tesir eden sesi” (s. 93) diyor. Livaneli de büyük olasılıkla bu kaynağı kullanıyor, “Sesi tok, yumuşak ve ikna edici.” (Kaplanın Sırtında, s. 70) “Davudi” “tok”a, “tesir” “ikna”ya dönüşmüş. “Yumuşak”ın karşılığı yok. Müzisyen olan Livaneli’nin “Kalın, Davudi” sesin yumuşak ses olmayacağını bilmesi gerekiyor.

Diktatörü sevimli gösteriyor

Hırsız hırsızdır, faşist faşisttir, diktatör de diktatördür. Diktatörün zulümcü, baskıcı, ezici, sömürücü yanını es geçip sevimli hale getirenler topluma kötülük yapıyorlar demektir.

Osmanlının nüfus alanları kaybettiğini yazdığı sayfalarda Livaneli Abdülhamid’i kastederek “İyi ki bilmiyordu adam bunları, yoksa yüreğine inerdi.” (s. 190) “Düşman ordularının” Selanik üstüne yürüdüğünü belirttiği sayfada da “Böyle bir şeyi rüyasında bile görmezdi, duysa kalp krizi geçirirdi.” (s. 202) diye yazarak Abdülhamid’in müthiş vatansever olduğunu, toprak kayıplarına dayanamayacağını duyurmaya çalışıyor ama Abdülhamid’in döneminde Kuzey Afrika’nın, Balkanların büyük bölümünün kaybedildiğini hiç de öyle kalp krizi falan geçirmediğini unutuyor.

Livaneli, katliamcı padişaha bir çok yerde “yaşlı adam” diyerek (s. 189, 248, 261, 263, 278, 291, 292, 294) okuyucuda acıma ile sempatinin oluşmasını istediği görülüyor.

Bilim yeniliyor

Livaneli’ye bir şey oldu ya da olmuş. “Ben Marksist çizgiden gelen, bunu hayatıma rehber etmiş bir insanım.” (https://www.gazeteduvar.com.tr/zulfu-livaneli-chpnin-baykal-gercegiyle-hesaplasmasi-sart-makale-1527348)

Ben şuyum, buyum” demekle o olunmuyor. Öyle olsaydı Recep Tayyip Erdoğan’ın “En çevreci benim” sözünü doğru kabul eder doğa sever, ekolojiye önem veren en çevreci kişinin Erdoğan olduğuna inanmamız gerekirdi. Kazın ayağı öyle değil. Kişinin ne olup olmadığını adının önündeki sıfatı, cinsiyeti değil eylemiyle, düşüncesiyle sınıflar mücadelesinin neresinde durduğu, hangi tavırlar içinde olduğu ile anlaşılır.

Livaneli’de bir şey vardı da sonradan mı açığa çıktı bilemiyorum. Gençliğinde okuyup da çok etkilendiği Said Nursi’ye ilişkin değerlendirmesini anılarından oluşan “Sevdalı Hayatım” adlı kitabında yer vermiş. Said Nursi’nin edebiyat tadında etkileyici dili ve zeki olduğunu, birçok konuda mantıklı yanıtlar verdiğini yazıyor.

Yeni Asya gazetesinin 23 Mart 2020 tarihinde “Çağın hastalıklarından kurtuluş reçetesi.” manşeti ve “İnsanlık için krizlerden çıkış yolu, Bediüzzaman said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatındaki kur’ani ilaçlarda.” alt başlığı ile çıktı. Birçok akademisyen, yazar, gazeteci, siyasetçi Said Nursi’ye övgü açıklamaları yaparken Livaneli de geri kalmadı; “Büyük bir bunalıma girmiş insanlığa yardım ediyor” diyerek destekledi. Ha, bir de “başka bir Türkçe” ile yazdığını belirtiyor. Gülmeyin, yazarımız Livaneli, bol bol Farsça, Arapça sözcükler ile yazılmış Said Nursi metinlerine “başka bir Türkçe” diyor. Lehçe ya da yerel ağız denilen dilin kullanımıyla karıştırıyor.

Kitaba dönüyoruz, “Halley’in kuyruğuyla gelen kıyamet” adlı bölümde iki düşünce çarpıştırılıyor.

Doktor Akif Bey Abdülhamid’i tedirgin etmek için Kilise ve bilim adamları Halley’in dünyaya çarpacağını, dünyanın yok olacağını açıklıyor. Abdülhamid telaşlanıyor, sanrılar görüyor, doktora Kur’andan ayetle yanıt veriyor; “Bakınız Kur’anı Kerim’de ‘Güneş Ay ve yıldızlar kendi yörüngelerinde birbirlerine çarpmadan hareket ederler buyuruluyor. Allahın işlerine hiçbir kulun aklı ermez, o tek bilendir. Şimdi ben mukaddes kitabımın ayeti dururken, Frenk âlimlerine mi güveneceğim. Göreceksiniz bu Yıldız Dünya’ya çarpmayacak. Çünkü alametler belirmedi.” (s. 158)

Evet, 1910’da Halley yıldızının dünyaya çarpacağı haberleri gazetelerde yer alıyor. Özellikle kilise inanıyor. Bilim adamları ikiye bölünüyor.

7 Şubat 1910’da Yerkes Gözlemevinden Fransız gökbilimci Camille Flammarion kuyruklu yıldızın kuyruğunda ölümcül zehir gaz olan siyanojenin keşfini duyurdu. Bu gazın atmosfere nüfuz etmesi ve muhtemelen gezegendeki tüm yaşamı yok etmesi ihtimali olduğunu bildirdi. İhtimal, bazı gazeteler tarafından bir anda mutlak olacak şekle dönüştürüldü. Bu esnada başka gazeteler çoğu astronomun Flammarion ile aynı fikirde olmadığı konusunda haberler yaptılar. (https://www.matematiksel.org/halley-kuyruklu-yildizi-ve-1910-kiyamet-cilginligi/) Sonuçta Halley kuyruklu yıldızı dünya’ya çarpmadı.

Livaneli, Abdülhamid’e sözü verdi, “Sizin âlimler fos çıktı hekim bey evladım… Yeri göğü, yıldızları, ayı yaratan Allah’tır, kıyamet gününün sahibidir ve O ol demedikçe hiçbir şey olmaz. Bak elhamdülillah her şey yerli yerinde.” (s. 170) Doktor Atıf Bey’in kişiliğinde bilim yenildi. Ve bir kez daha Abdülhamid haklı çıkıp üstünlük sağladı!

Livaneli kaderin, alınyazısının Tanrı tarafından belirlendiğine Said-i Nursi’nin Ay tutulması örneğine; “doğrusu çok da mantıklı” diyerek ikna oluyor

Livaneli kaderciliğini “Kaplanın Sırtında” kitabına taşıyor. Abdülhamid rüyasından uyanıyor. Genç yaşında Şazeli tarikatının Şeyhi Zafir’in “Ne var ki sen herkes gibi tek kaderle değil üç kaderle doğdun evladım. Üç kader yazılmış alnına, hangisi geçerli bilmiyorum. Ya hapiste çürüyeceksin ya cihan imparatoru olarak saltanat süreceksin ya da katledileceksin. Bana öyle geliyor ki bunların üçünü birden yaşacaksın evladım, dünyada pek az kulun başına gelir bu.” (s. 28) sözlerini anımsıyor. Abdülhamid Şeyhi’nin üç öngörüsünden ikisinin olabileceğini ama saltanata geçmesine “dokuzuncu sırada bir şehzadeyim” diyerek itiraz ediyor. Şeyh, “Allah’ın dediği olur, tahta geçip geçmeyeceğini sen bilemezsin.” (s.289 diye yanıtlıyor.

Ve “Sonunda olmayacak sandığı şey olmuş, görkemli Osmanlı tahtına çıkmış, otuz üç yıl üç kıtada hüküm sürmüştü.” (s. 28) Şazeli tarikatı Şeyhi Zafir’e Abdülhamid’in kaderini, alınyazısını okuyarak “kehanetini” kanıtlatan Livaneli ne yapmak istiyor?

Para kazanmak

Livaneli’nin ekonomi bilgisini şu cümle açıklıyor; “Gençliğinden beri kazandığı her kuruşa” (s. 137)

Abdülhamid’e emek sarf ettirerek para kazandırma başarısını gösteren Livaneli’yle karşı karşıyayız. Abdülhamid hayranlığının bu kadar uç noktaya insanı savurması üzücü. Abdülhamid halı mı dokumuş, hamallık mı yapmış, nerede çalışmış da para kazanmış?

İki siyasi anlayışın çatışması

Kitap aslında iki siyasi çizgiyi karşı karşıya getiriyor; bir yanda Abdülhamit, diğer yanda Jön Türkleri temsil eden Ali Fethi ve doktor Atıf Bey. Yazarın Abdülhamid’den yana olduğu sırıtıyor. Zaman zaman kendi düşüncelerini karakterler üzerinden okuyucuya iletiyor. Bir kaç örnek,

Genç hürriyetçiler ise vatansever olduklarını zannederek” (s. 151)

Resneli Niyazi bu haydut subayların başını çekmişti.” (s. 160)

Şimdi hürriyet diye diye geldiler. Bakın bakalım neler olacak.” (s. 202)

O meclis denilen, zaten çoğu Türk olmayan mebuslardan oluşan ihanet kurumu, fesat yuvası.” (s. 249)

Bir parantez açarak Meclis-i Mebusan için şunları yazmak istiyorum;

Abdülhamid, Mithat Paşa ile Kanun-ı Esasi’nin ilan edilmesi, tüm devlet işlerinin yetkili müşavirlerin oylarıyla yürütülmesi üzerinde anlaşarak tahta çıkarıldı. İlk anayasanın ilanından sonra Meclisi Umumi adı altında iki meclis kuruldu. Meclisi Mebusan halk tarafından seçilecek üyelerden oluşacaktı. Meclisi Ayan üyeleri ise Meclisi Mebusan’ın üye toplam sayısının üçte birini geçmeyecek şekilde padişah tarafından atanacaktı. Abdülhamid Ayan Meclisine üyeleri kendisi atadığı için şikayetçi değildi. Onun hedefinde iktidar organı niteliğini ulaşan Meclisi Mebusan vardı.

Padişahın korkulu rüyası haline gelen Meclisi Mebusan 130 üyeden oluşacak 80’i Müslüman, 50’si gayrimüslüm olacaktı. Seçimlerdeki bazı aksaklıklar sonucunda 69 Müslüman, 46’sı gayrimüslüm üyeden oluştu.

Bu meclis ilk defa üç kıta üzerinde yaşayan, çeşitli ırklara, dinlere ve mezheplere bağlı toplulukları bir araya getirmişti. Basiret gazetesinde de belirtildiği gibi, bunlar ‘milel-i müttehide-i Osmaniyeyi’ (Birleşik Osmanlı Milletleri) temsil ediyorlardı.” (https://arastirmax.com/en/system/files/dergiler/5672/makaleler/26/1/arastirmax-i.mesrutiyetin-ilani-ilk-osmanli-meclis-i-mebusani.pdf)

Meclisin fesat yuvası, ihanet kurumu olmadığı çok açık.

Barbar olan Jön Türkler. Uygar olan Abdülhamid. (s. 59)

Livaneli, reformcu, ilerici, yurtsever, Avrupacı olarak gördüğü Abdülhamid’i haklı gösterirken Jön Türkleri (İttihat Terakki) hezimete uğratıyor. Abdülhamid ile Atıf Bey’in her karşılaşmasında Abdülhamid galip geliyor, haklı çıkıyor, uygulamalarının ne kadar meşru olduğunu, yazarın yardımıyla, kanıtlıyor. İttihatçı doktor önce şüpheye düşüyor, bocalıyor ama üç buçuk yılın sonunda Abdülhamid’i haklı görüyor.

Adamı bize hepten yanlış mı tanıttılar?” (s. 234)

Sanki karşımda o zalim, gerici padişah değil de aklı başında bir Osmanlı münevveri oturmakta.” (s. 237)

belki de haklı” (s. 248) diye düşünmeye başlıyor.

Bana bir tüfek verin”

Bulgar ve Yunan orduları Selanik’e yaklaşmışlardı. tahtan indirilmiş olsa bile iktidar için Abdülhamid onur sorunuydu (İngilizlerin desteğiyle yeniden tahta oturtulma kaygısı da olabilir.), bu yüzden Bulgar ve Yunanlıların eline geçmemeliydi. İttihat ve Terakki, padişah ve ailesinin İstanbul’a getirilmesi kararını veriyor. Yüksek rütbeli subaylarla (Livaneli başlarında komutan Ali Fethi olduğunu nedense bu bölümde belirtmiyor) doktor Atıf Bey köşke gidiyorlar. Abdülhamid uyumaktadır, Mabeyinci tarafından uyandırılır. İstanbul’a götürülme emri bildirilir. Abdülhamid nedeni öğrenmek ister. Selanik kuşatma altında olduğunu, Bulgar ve Yunan ordusunun yakında şehre gireceğini açıklarlar. Bunun üzerine Abdülhamit;

Atalarımdan miras kalan bu şehri savunmak isterim. Bana bir tüfek verin” der. Subaylar şaşırırlar “Efendim nasıl olur?” deyişlerine Abdülhamit “Bir tüfek verin diyorum, bir tüfek.” diye ısrarcı olur.

Livaneli romanda kullandığı Abdülhamid’in “Bana bir tüfek verin” sözünü çok ciddiye almış ve düz anlamını samimi olarak kabul ederek inanmış. İnanmış diyorum çünkü bu sözünü söyleşide tekrarlıyor. “Hasta bir adam, korkan bir adam. Fakat aynı adam Selanik düşerken diyor ki: “Bana bir tüfek verin, ben de çarpışacağım, terketmem!” https://www.odatv4.com/kultur-sanat/livaneli-abdulhamid-i-yazdi-ters-koseye-yatirdi-abdulhamid-in-gonlu-batili-245616)

Böyle bir sözü Abdülhamid’in söylediğini Ali Fethi’nin anılarından öğreniyoruz (113 gün, s. 199) muhtemelen Livaneli’de oradan öğreniyor. Bulgaristan, Bosna-Hersek, Doğu Rumeli, Mısır, Tunus Osmanlı nüfus alanları olmaktan çıkarken korkusundan Yıldız Saray’ından çıkmayan Abdülhamid neden ordularının başına geçmemiş? Bu kadar büyük kayıplar verilirken ordusunun başına geçmeyen padişah Selanik şehri için mi elde silah direnecekmiş. Peh peh peh!

Savaş sanatı taktikseni(!)

Selanik kuşatılmış. Ali Fethi ve diğer komutanlar Abdülhamid’in yanında. Abdülhamid’e İstanbul’a gitme emrini tebliğe gelmişler. Düşük padişah Bulgar ve Yunan ordularının gelmekte olduğunu öğrendikten sonra soruyor;

Hangi ordu daha yakın?” (s. 294)

Yunan ordusunun daha yakın olduğunu söylüyorlar. Sonra Selanik kumandanının Hasan Tahsin olduğunu öğreniyor. Ve taktiği açıklıyor; “Madem iki ordu geliyor, ilk gelen orduya direniş göstererek öteki ordunun da yetişmesini sağlamak sonra Yunan ve Bulgar ordusunun birbiriyle harp etmeye sürüklemek lazımdır.” Normal olarak Normal olarak komutanların bu taktiğin karşısında gülüşmeleri gerekiyor. Hiçbir savaşı yönetmemiş, sarayın bahçesinde belki askerlik oyunu oynamış, hiçbir askeri bilgi, tecrübesi olmayan birisinin yaptığı bu çocukça taktik karşısında asker bilgisine sahip komutanlar ancak gülerler. Hayır, yazarımız öyle yapmıyor. Önce doktoru hayretler içinde bıraktırıyor. Padişahın duruşundaki, sesindeki heybeti görüyor; “Demek imparator dediğin böyle bir şeymiş… Başka bir adam bu. O mız mız hasta gitmiş.” Gerçi doktorun şaşkınlığı çok önemli değil, esas komutanların durumu; “Karşısında padişah edasıyla konuşun adamın mantıklı şeyler söylediğini, onca yılın tecrübesiyle doğru askeri stratejiyi uygulatmak istediğini kavrıyorlardı.” (s. 294) O komutanlardan biri Ali Fethi anı kitabının hiçbir yerinde Abdülhamid’in askeri taktiğinden söz etmiyor.

Abdülhamid’in bu çocukça taktiğine inanan, mantıklı bulan Livaneli, “doğru askeri strateji” diyor. İlahi Livaneli!

Sosyalist Şehzade

Bu bölüm “İstanbul’a dönüş müjdesi – Sevince düşen gölge Sosyalist şehzade” başlığını taşıyor.

Sosyalist şehzade Abdülkadir’e iki buçuk sayfa yeterli görülmüş. Bu iki buçuk sayfa araya konulmuş parça gibi. Kitaptan bu sayfaları çıkarın hiçbir şey kaybolmaz. Livaneli’nin kendi ideolojisini anlamdırmanın özel çabası burada da görülüyor. Bölümün başlığı bile sorunlu: “Sevince düşen gölge Sosyalist şehzade” İstanbul’a gitme sevincini şehzade ama sosyalist olması yok ediyor. Kabahat hep bu sosyalistlerde!

İşin ilginci Livaneli romanın bu bölümdeki anlatısını Oksijen gazetesindeki köşesinde “Sosyalist şehzadenin bahtsız hayatı” başlığı ile makale olarak da kullanıyor. (https://gazeteoksijen.com/yazarlar/zulfu-livaneli/sosyalist-sehzadenin-bahtsiz-hayati-159309) Yazdıklarının roman dilinden çok makale diline daha yakın olduğunu kanıtlamış oluyor.

Yazar, Abdülhamid’i sadece İttihat Terakki karşısında değil, sosyalist düşünce karşısında da haklı gösteriyor.

Bunu iki yol ile yapıyor; sosyalist şehzadeyi Abdülhamid’e yendirerek ve Lenin ile Troçki’ye ait olduğunu ileri sürdüğü sözlerini kullanarak.

Kitabın sonuna eklediği kaynaklarda Lenin ve Troçki’ye ait kitap adları görülmüyor. Abdülhamid üzerinden bize aktarılan sözleri Lenin ve Troçki’nin hangi eserinden aldığı belirsiz. Sadece yabancı gazete kesiklerinden söz ediyor. O gazetelerde Lenin ve Troçki’nin Abdülhamid’i övücü sözlerin yer aldığını yazıyor. Doğru mu, yanlış mı bilemiyorum. Bir fikir vermesi açısından Lenin ve Troçki’nin Abdülhamid değerlendirmelerini aktarmak istiyorum.

Sözünü ettiğim bölümde Abdülhamid “Ayaktakımının felsefesinden hayır çıkar mı? Bunlar Rus serserilerin işleri.” diyerek sözü 1905 Potemkin Zırlısı isyanına getiriyor. Yazar Abdülhamid’in nasıl etkilendiğini de anlatılıyor.

Şimdi Lenin’e gidiyoruz. “Potemkin İsyanı nedeniyle zor durumda kalan Çarlık, bizzat devrimin tartışılmaz önderi Lenin tarafından, Türk Sultan’ın yardım talebinde bulunmakla ağır bir şekilde eleştirilmiştir. Lenin’e göre Rus ordusuna güvenemeyen Çar, Sultan Abdülhamid gibi yabancı güçlere yalvarmaktadır. Sultan da, Çarın talebini seve seve kabul etmiştir.” (https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/207365V. I Lenin, “The Russian Tsar Seeks the Protection of the Turkish Sultan Against His People”) Lenin, Abdülhamit’in Rus Çarı’nın yanında yer aldığını belirtiyor;

Troçki; “İstanbul’daki padişah (Abdülhamid), Sen Petersburg’daki kardeşinden (Çar) hiçbir yönden aşağı kalmaz, pek çok yönden onu geçer.” (s. 5)

Yıldız Sarayı, tarihsel gelişime barbarca direnen.” (Balkan Savaşları, s. 11)

Potemkin devrimci isyanını bastırmak için Çar’a yardımına koştuğunu yazan Lenin, Çar’dan daha beter diktatör olduğunu belirten Troçki’ye Livaneli nasıl oluyor da “Vladimir Lenin ve Leon Troçki adlı Rus komünistlerin ayrı ayrı zamanlarda babasını, Rus Çarı Nikola’dan daha akıllı bulduklarını” (s. 180) yazabiliyor?

Beka sorunu

Kitap Abdülhamid’in baskıcı, zulümcü, katliamcı uygulamalarını yabancı güçlerin memleketi parçalayıp, paylaşma isteğini gerekçe gösteriyor. İmparatorluğun beka sorunu olduğunu bu yüzden anayasayı askıya aldığını, meclisi kapattığını, hürriyet taleplerini geri çevirdiğini anlatıyor.

Abdülhamit “Ben içerde sükunu sağlamaya, dışarıda da büyük devletleri birbirine düşürüp devleti ayakta tutmaya çalıştım. Rus Çarı, Britanya, Fransa İmparatorları, İtalya Kralı bizi av hayvanı gibi parçalayıp en lezzetli parçaları almaya çalışıyorlardı.” (s. 89)

Avrupa’nın attığı hürriyet zokasını yutuyorlar.” (s. 108)

Hem size hem de Avrupa’ya beni yanlış tanıttılar. Kan içici bir zalim olarak gösterdiler. Çünkü imparatorluğu parçalamak için böyle yapmaları gerekiyordu.” (s. 90)

(Abdülhamid) eli kanlı bir katil gibi çiziliyordu (s. 109)

Günümüzde iktidarın ileriye sürdüğü beka sorunu gerekçelerine ne kadar çok benziyor.

Kitap Abdülhamid’i bilimden yana diye tanıtıyor. Her şeyden önce diktatörün bilimden yana olması onun iyi insan olduğu anlamına gelmez. Bugün de iktidarın bilimden yana olduğu açıklamaları ve uygulamaları var. Örneğin adına savunma sanayi dedikleri alanda dua ile değil, bilim ve teknolojiyle silahlar üretilmektedir. Padişahın şarap içmesi, klasik müzik dinlemesi, aile bireylerinin piyano çalması onun diktatör olduğunu, katliamlar yaptırdığını molla, ulema, medrese, cami merkezli politikalar uyguladığını, şeriat ile yönettiğini yok saydıramaz.

Livaneli İslam’ın kurallarından uzak yaşayan, Lenin ile Troçki’nin övgüsünü kazanmış, ilerisini gören, siyaset satrancının ustası, yufka yürekli, merhametli “Ben dünyanın en merhametli adamıyım.” (s. 90), utangaç tedrici devrimci Abdülhamid portresi çiziyor. Hatta ah şu İttihatçılar olmasaydı, Abdülhamid tahtan indirilmeseydi Osmanlı dünyanın en büyük ilerici ülkesi olacaktı diyecek ama utancından söyleyemiyor.

Berfin Bahar Dergisi, Kasım 2022 / 297. sayı

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl