Bir süre önce edebiyat bilgisine güvendiğim bir yakınım Zülfü Livaneli’nin Son Ada* kitabıyla ilgili fikrimi merak ettiğini söyleyerek benden kitabı okumamı rica etti. Kitabı alıp okumaya başladım ama birkaç bölüm ilerledikten sonra duraksadım. Son Ada bana yıllar önce sahafta bulup okuduğum Ephraim Kishon’un Tavuk Kümesinde Tilki*’sini anımsatmıştı. Kütüphanemden Tavuk Kümesinde Tilki’yi alıp iki kitabı paralel olarak okumaya başladım.

Son Ada’nın anlatıcı yazarı olay akışını her türlü kurmaca tekniğinden arındırmayı gerekçelendirirken modern, postmodern anlatı konusunda da bir tartışma yürütür ayrıca. Bu bağlamda ‘hikâyenin’ temel belirleyici olduğuna sıklıkla vurgu yapar. Yaşar Kemal’in kitaba yazdığı sunuş da Son Ada’nın bu yanına özellikle vurgu yaparak Livaneli’nin bu vesileyle ‘büyük kapı’dan girdiğini belirtir. Bu durumda okurun hikâyeden beklentisi özgün, çarpıcı, sıra dışı olmasıdır. Ne var ki Kishon’un kitabındaki hikâyeyle Son Ada hikâyesi genel hatlarıyla ve ayrıntılarda fazlasıyla çakışmaktadır. Bu durum haliyle Son Ada’nın hikâyesinin orijinalliği konusunda kuşkulara yol açmaktadır.

Şöyle ki Tavuk Kümesinde Tilki’nin hikâye mekânı merkezden çok uzak, hiyerarşiden yoksun, naif bir kolektivizmin hüküm sürdüğü bir toplumsallığa işaret edecek biçimde soyutlanmıştır. Bu anlamda sınırdadır. Birinci basımı 1977’de yapılmış olan Ephraim Kishon’un Tavuk Kümesinde Tilki romanı politik bir taşlama. Bir gün İsrail’in “devlet kuran bir kuşağın simgesi” (syf 10) olan politikacısı Amitz Dolniker kalabalık karşısındaki bir söylevi sırasında kalp krizi geçirir. Doktor, Dolniker’in stresten uzak bir yaşam sürmesi gerektiğini söyler. Dolniker bu duruma içten bir şekilde razı gelmese de bir süre istirahat etmek için kendisine bir yer bulur. Burası Kimyonköy’dür.

Kimyonköy’ün ismi tüm ülkenin kimyon ihtiyacını karşılamasından gelir ve kimyon yetiştiriciliği köyün temel geçim kaynağıdır. “…Lübnan sınırı üzerinde. Varlığı hemen hiç kimse tarafından bilinmez. …Üstelik dış dünya ile hiçbir bağlantısı olmayan bir çamur deryasından başka bir şey değildir.” (syf 12-13) “Köy dağların arasında kaybolmuş gibidir.” (syf 16) Elektrikten dahi yoksun olan köyün dışarıyla tek irtibatı uzun aralıklarla gelen posta arabasıdır. “… çılgın dünyanın sorunları ile ilgilenmeyen…” (syf 16) köylüler “…sıra halinde ve yontulmamış taşlardan yapılmış küçük evlerde,” (syf 18) yaşamaktadır.

Amitz Dolniker sekreteri Bay Zeev’i de yanına alarak istirahati için Kimyonköy’e gider. Çok geçmeden Dolniker, “Köyün siyasi seviyesi endişeye mahal verecek derecede düşük,” (syf 33) ve “… içinde bulundukları ortaçağ karanlığı olmasaydı, burada kuvvetli ve organize bir hayat kurulabilirdi,” (syf 41) gibi sözleriyle buradaki yaşamı kendince fazla ‘iptidai’ bulur ve köyü ‘geliştirmek’ için köydeki yaşantıya müdahalelerde bulunmaya başlar, “Hayır dostum, Amitz Dolniker eli kolu bağlı oturmaz! Bu köyün şehirleşme yolunda bir adım atmasına yardım edebilirsem ne mutlu bana.” (syf 42) Dolniker’in aklındaki fikir köyün bu ‘başıboş’ düzenine karşı bir meclis kurulmasıdır, “Ya Rabbim, diye haykırdı Dolniker, aralarında en ufak bir fark yok! … ‘bu zavallı köy öylesine iptidai ki, ortadan kaldırılması lazım gelen farklar bile daha belirmemiş.’” Dolniker’e göre berber, “… iktidar partisinin çekirdeğini” oluşturmakta; buna karşın, “Kundura tamircisi de etkin ve saldırgan muhalefetin temsili idi.” (syf 74) Zaman geçtikçe köydeki kolektif hava yerini mevki hırsıyla yapılan mücadelelere bırakır ve bu durum gittikçe köylüler arasındaki fiziki şiddete döner. Bir anlamda rekabetçi merkezi toplum modeli Kimyonköy’ün naif toplumsallığını darmadağın eder. Aralarında mesnetsiz kör bir rekabet başlar. Ve bu kör rekabet köyün düzenini alt üst eder. Hikâye, köyü ‘medenileştireceği’ düşünülen ancak çığırından çıkan politik tartışma sürerken su baskını felaketiyle sonuçlanır.

Şimdi de Son Ada’nın hikâye omurgasına bakalım. Kitap sayfa 13’teki şu cümleyle başlıyor, “O, bir gün çıkıp gelene kadar, ‘en iyi korunan sır’ dediğimiz yeryüzü cennetinde huzur içinde yaşayıp gidiyorduk.” “Bütün anakaralara uzak … bir dünyaydı burası.” Gözden uzakta, varlığı pek kimse tarafından bilinmeyen bir ada; bir anlamda merkezi yönetimin dışında, sınırda bir mekân. Adada, “… doğal malzemeler kullanılarak imece usulü yapılan … kütükten evler,”de (syf 15) yaşayan kırk hane. Hayatlarında, “ne trafik sıkışıklığı vardı, ne bürokrasi, ne vergi, ne form doldurma, ne banka…” (syf 20) ‘İptidai’ şartlar denebilecek, şehirleşmeden uzak, hiyerarşiden yoksun soyutlanmış bir yaşam alanı. Adanın dış dünyayla bağlantısı haftada bir gelen vapurdur, “Televizyon yayınlarını alamadığımız için çılgın dünyamızda ne olup bittiğine dair haberleri ancak haftada bir uğrayan vapurun getirdiği gazetelerden öğreniyorduk.” (syf 14) Adanın tek geçim kaynağı olan çam fıstıklarından gelen para ve vapurla gelen ihtiyaçlarsa adadaki tek bakkal tarafından hanelere bölüştürülmektedir. Tıpkı Tavuk Kümesinde Tilki’de kimyondan gelen gelirin berber aracılığıyla hanelere adil bölüştürülmesi gibi.

İşte bu ‘sınırdaki’ yaşam alanına Amitz Dolniker gibi şahsi nedenlerden dolayı; “Yıllarca sürdürdüğü devlet yönetimini gönülsüzce bırakan Başkan” (syf 14) dahil olur. Adaya emekliliğini geçirmek, tatil yapmak için gelmiştir. Adaya ayak basmasının üzerinden çok geçmeden uzun söylevleriyle adayı ve üzerinde yaşayan insanları iptidai olmakla suçlar ve onları şekillendirmeye başlar, “… siz uzun yıllardır burada yaşadığınız için gözünüzün önünde olup biten bazı düzensizliklere, kargaşaya, intizamsızlığa alışmışsınız. Her şeyi başıboş, kendi haline bırakmışsınız. Oysa insan toplulukları böyle yaşamaz…” (syf 34) Bundan sonra başkanın yine ‘demokratik’ usullerle ada yaşantısına müdahalesi başlar ve adanın merkezi otoriteden soyutlanmış uyumlu yaşamı altüst olur.

Başta dostça yaşayan ada halkı arasında zıtlıkların önü alınamaz. Öyle ki aralarında fiziki şiddete dönen olaylar cereyan eder. Bu sırada Başkan da gerek ağaç kesimleri, gerek adadaki hayvanların telef edilmesi gibi vahşiliklerin başını çekerek adanın ekolojik dengesinin bozulmasına sebep olur ve sonunda adanın ormanlık kısmının ateşe verilmesini emreder.

Sonuçta her iki hikâye mekânında da doğal bir yaşam tarzının politik müdahaleyle altüst oluşuna tanıklık ederiz.

Buraya kadar mümkün olduğunca her iki kitaptaki olay örgüsünün omurgası üzerinde durdum. Ama ayrıntılardaki çakışmalara yoğunlaştıkça durum daha da kuşku uyandırmakta. Burada okuru yormamak için kimi çakışmaları belirtmekle yetineceğim.

Her iki kitapta da ‘devlet adamı’ normal bir diyalog koşullarında bile karşısındakilere politik bir jargonla seslenir: “Kimyonköy sakinleri, baylar ve bayanlar, gençler ve yeniler! Beni hislendiren bu samimi karşılama için en derin teşekkürlerimi arz ve ifade etmeme müsaade ediniz.” (TKT, syf 24) “Sevgili komşularımız, eşim ve ben, adanıza geldiğimiz ilk gün gösterdiğiniz bu müstesna kabul töreni için size minnet ve şükranlarımızı sunuyoruz.” (SA, syf 24) Her iki kitapta da başkarakterlerin kendi totaliter anlayışlarını dikte etmek için ‘demokratik’ bir yöntem izlediklerini söylemiştim: “Adaletsizliği önlemek için önümüzde tek yol var: Kur’a çekmek.” (TKT, syf 122) “Başkan, ‘Bu torbanın içinde birden kırka kadar bütün numaralar var!’ dedi. ‘1 ve 24 hariç kim çıkarsa, o evden biri yönetim kurulunda yer alma görevini üstlenecek.’” (SA, syf 42) Güya toplumsal mutabakat bireylerin özgür seçimiyle yapılanırmış gibi her iki başkarakter de yöntemlerini meşrulaştırmak için yine kendileri tarafından formüle edilmiş ve dikte edilen bir yönteme başvururlar: toplum mühendisliği. İki kitapta da yönetim şekillerinin değişmesi sırasında insanlara madde madde bildiriler dağıtılır. TKT’de meclis oluşturulması için Dolniker’in konuşmasından, “Öyleyse, muhtar seçme metodunu hemen değiştirmek mecburiyeti hasıl olmuştur. Bu kadar mühim bir meseleyi kaderin kör çarklarının dönüşüne bırakamayız. Hemen geçici meclisi seçmeliyiz.” (syf 71-72) SA’da yönetim kurulu oluşturulması için Başkanın konuşmasından, “… o zaman bunları gidermenin yolu adayı yeni bir yönetime kavuşturmaktır diye düşündüm.” (syf 39) Şunu da dikkatten kaçırmamak gerek: her iki devlet adamı da yoksul şartlardan gelmekte ve her ikisi de ülkenin ‘kurucusu’ ya da ‘koruyucusu’ olma anlamında toplumun geleceğini dizayn etme iddiasındadır: “Umsk’lu fakir hamalın oğlunun Mukaddes Topraklar’da büyük bir şahsiyet olacağını kim düşünebilirdi?” (TKT, syf 60) “Adam yoksul bir ailede büyümüştü, babası din görevlisiydi. Parası olmayan halk çocuklarının çoğu gibi ücretsiz askeri okula yazdırılmıştı.” (SA, syf 89)

Bu yazının amacı başlıkta belirtilmiştir aslında, hikâyesiyle iddialı bu iki kitabın bu denli benzerlikler göstermesi makul mü?

*Son Ada, Zülfü Livaneli, İnkılap Kitabevi, 2020

*Tavuk Kümesinde Tilki, Ephraim Kishon, (Çeviren: Moshe Beraze) BilgiYayınevi, 1982