Ana Sayfa Röportaj LOUIE CORDERO-ALİ ELMACI: İki Sanatçı Tek anlatım

LOUIE CORDERO-ALİ ELMACI: İki Sanatçı Tek anlatım

LOUIE CORDERO-ALİ ELMACI: İki Sanatçı Tek anlatım

Filipinli sanatçı Louie Cordero çağdaş sanat izleyicisiyle St. Pulcherie Fransız Lisesi’nde buluşmaya devam ediyor. Cordero’nun dünyanın öbür ucunda açtığı bu -portre odaklı- ilk sergisine Ali Elmacı, grotesk ve ironik üslubuyla eşlik ediyor. Sergi, farklı kültürlerden iki sanatçının beklenmedik düzeyde benzerliklerini izleyebileceğiniz küresel bir ifade alanı görevi görüyor. Cordero ve Elmacı’nın işleri, birbirini tamamlayan tonlar, toplumsal argümanlar, irite ve zevk gibi hissiyatlar temelinde birbirine karışıyor.

Louie Cordero ve Ali Elmacı yıllar boyunca kendilerine özgü eleştirel tarzda çalışmış, mizah ve ironiyi çarpıcı renkler ve ayrıntılar ile harmanlayan üsluplarını geliştirmiş iki sanatçı. İkilinin ifade biçimleri özgün bir şekilde birbirini destekliyor. İmgesel evrenleri, kitsch figürlerden uzaklaşmadan, toplumu dışavurumcu, sıradışı ve tekinsiz sorgulamalara konu ediyor.

Her iki sanatçı da sanatsal pratiklerinde portreye çok önem veriyorlar. Bu sergide portre; anımsamaya, ortak yönelimlere ve yeni bir deneyime vesile oluyor.

Öncelikle şuradan başlayalım, Türkiye’de bir sergi yapma fikri nasıl ortaya çıktı? Ali ile yollarınız nasıl kesişti?

Louie Cordero : İstanbul’a Sainte Pulchérie Fransız Lisesi Müdürü Alexandre Abellan tarafından davet edildim. Kendisiyle 20 yıl önce Filipinler’de tanıştık. O zamanlar ben Manila Güzel Sanatlar Fakültesi’nde öğrenciydim. Bay Abellan ise öğretmendi ve benim ilk koleksiyonerlerimden biri oldu. Böylelikle arkadaşlığımız başladı. Aradan geçen 20 yılın ardından, beni İstanbul’a bir sergi yapmak üzere davet etti. İstanbul’a ilk kez geldim ve gelmeden önce şehir ve ülke ile ilgili çok fazla bilgi sahibi değildim. Sergi projesinde olağanüstü ve usta bir sanatçı olan Ali Elmacı ile eşleştirildik. Serginin başlangıç hikayesi bu şekilde oluştu.

Projede sergilenen işler neye göre seçildi? Nasıl bir araya geldiler?

L.C. : Bu, benim İstanbul’daki ilk sergim olduğu için ilk etapta düşüncemiz işlerimi burada getirmek, tanıtmak ve ilk kez Türk izleyiciyle buluşturmaktı. Eski ve yeni işlerimi barındıran bir seçki hazırladım. Bu sergiye 4-5 adet yeni resim yaptım, bunlardan biri Bay Alexandre Abellan’ın portresi. Sergideki en eski resim ise benim 20 yıl önce yaptığım ilk portre işim. Çok önemli bir resim çünkü aslen serginin çıkış noktası, bir nevi mihenk taşı oldu bu resim. Bu portre sayesinde tanıştık, arkadaş olduk ve hatta bu sayede bugün burada, İstanbul’dayım.

İstanbul’da çalışmalarımı genel bağlamda tanıtabilmek için bu seçkide yaklaşık 4-5 yıl öncesine dayanan, sanatsal gelişimimi gösteren soyut ve figüratif çalışmaları derledim.

Ali Elmacı : Louie, işlerini ilk gördüğümden beri çok beğendiğim, takip ettiğim bir sanatçı oldu. Bir ortak dünyamız olduğunu hep düşünüyordum ancak işlerimiz yan yana geldiğinde bunun çok daha güçlü bir etki yarattığını fark ettim.

Bu süreçte, Louie’yle vakit geçirme, tanışma imkanımız oldu. Dünyamızın ortaklığından üretim biçimimizin benzerliğine kadar, dünyanın iki ucundan iki ayrı sanatçı olarak inanılmaz bir uyum içindeyiz. Açıkçası bu durum bana daha da heyecan verdi.

Az önce biraz bahsettiniz Louie, fakat ben üretim pratiğinizi ve kavramsal yaklaşımınızı biraz daha irdelemek istiyorum sizi tanımak adına, izninizle?

L.C. : Çalışmalarım genellikle birbirinden farklı süreçlerle ilerliyor. Okuduğum kelimeler, bilinçli olarak veya biliç dışı, salt maruz kaldığım, sokakta gördüğüm desenler, imgeler bana ilham verebiliyor. Bazen eskiz çiziyor, bazense direkt olarak tuvalde çalışıyorum. Akrilik boya kullanıyorum, benim işlerim için oldukça kullanışlı bir teknik.

Resimlerim için bana ilham veren fikirler sanki her gün ve her gece tüm benliğimi ele geçiriyor, benimse onları bir şekilde içimden çıkarmam, tuvale yansıtmam gerekiyor. Bunu, bir çeşit imge egzorsizmi olarak tarif edebiliriz. Sanki bir ruh beni ele geçiriyor ve ben de onu tuval üzerinde soyut, figüratif, hümoristik veya absürt formlar olarak tekrar serbest bırakıyorum. Genellikle gece üretiyorum ve eseri yaratma sürecim beni egemenliği altına alan fikri dışa vurmak şeklinde oluyor.

Resimlerinizde ortak bir renk ve form kullanımı görüyorum esasen, biraz bunların üzerinde durmak istiyorum… Açabilir miyiz?

L.C. : Çocukluğumdan bu yana Amerikan korku filmlerinden hep etkilenmişimdir. Bu sebeple, morfik formlar kullanıyorum; batıya özgü sanatsal bakışı benimseyerek Amerikan korku ikonografisiyle kübizmi bir araya getiriyorum diyebiliriz. Sinemada ayrıca Bollywood estetiğine, filmlerin Billboard resimlerine karşı çok fazla ilgim var. Art brut (outsider art), kraft olarak nitelendirebileceğimiz lokal zanaatkarların işleri de çok ilgimi çekiyor.

Mesela Filipinler’de Jeepney adından büyük toplu taşıma araçları var. Bu jeepler Pakistan veya Hindistan’da da görebileceğiniz çok renkli, oryantalist tasarıma sahip toplu taşıma araçları. Bu araçlar Filipinli yerel zanaatkarlar (bir nevi boyacılar) tarafından tasarlanıp boyanıyor. Çocukluğumdan beri bu jeepney’lerden çok etkilenmişimdir. Sanıyorum resimlerimdeki renkler de buradan geliyor: Sokakta bir jeepney gördüğünüzde, renkleri o kadar yoğun ve canlıdır ki bir nevi toksik etkiye sahiptir, sanki uzun süre baksanız kör edecek gibidir.

Renk kullanımımı detaylandıracak olursak, pembe renk benim için ayrıca önemli. Çocukluğumda aklıma kazınan bir televizyon röportajına şahit olmuştum. Dönemin Manila Belediye Başkanı tüm şehri pembe renge boyatmıştı, caddelerdeki tüm duvarları. Röportajda neden pembe renk diye sorulduğunda ise Belediye Başkanı « … eğer insanın; deri, kas dokumuzun altına bakarsak her şey pembedir ve pembe saf bir renk… » diye yanıtlamıştı. Çocuktum ve söyledikleri aklımda oldukça yer etmişti.

Evet pembe çok saf, pür bir renk ama aynı zamanda toksik, flüoresan etkiye de sahip bir renk. Saf ama kimyasaldır çünkü uzun süre baktığınızda gözlerinizi ağrıtır. Farklı nüansı yakalamak ve saf-toksik ikilemini dengelemek açısından bana çok ilham verdi.

Senin resimlerinde de sıklıkla maruz kaldığımız bir renk pembe, baskın bir renk… Senin kullanımını nasıl temellendirmeliyiz, Ali?

A.E. : Benim figürlerimdeki pembe renk dengesi şöyle: Ben aslında hep aynı figürün resmini yapıyorum, evrensel bir figür oluşturmaya çalışıyorum; pembe yüzlü, mavi gözlü. Erkek, kadın, çocuk fark etmeden hep aynı kişiyi temsil eden bir figür oluşturuyorum. Figürün herhangi bir kimliği, aidiyeti yok, sadece temsil ettiği bir anlam var. Dünyanın neresine gidersek gidelim onun temsil ettiği şey otorite oluyor. Bu durum bizi Louie ile pembe rengin kullanımı anlamda bağlıyor. Diğer yandan, aynı şekilde üretiyor, farklı coğrafyalarda benzer hayatlar yaşıyoruz. Tesadüfen bir arada değiliz.

Resimlerinizde pastiş de gözlemliyorum. Çeşitli referanslar okumak mümkün. Estetik açıdan nasıl örneklendirirsiniz?

L.C. : Evet, farklı farklı sanat türleri ile ilgileniyorum; primitivizm, primitif Afrika sanatı, kübizm… Ayrıca batı sanatının bu tip farklı sanat türlerini tekrar yorumlama biçiminden de ilham alıyorum. İşlerime primitif denebiliyor fakat tekrar yorumlanmış olan aslında primitif sanat sayılmıyor. Batı sanatının farklı dünya kültürlerini yeniden okuma/yorumlama biçimini seviyorum. Resmini yapmak üzere bir imgeyi/görseli nasıl seçtiğimiz, tuvale nasıl yerleştirdiğimiz bence çok önemli bir konu. Onlar vasıtasıyla neyi aktardığımız ya da neyi asla aktarmak istemediğimiz… Benim için oldukça önemli çünkü ben bir görseli çalışmaya başladığımda ona farklı bir anlam verebilmek için, ki bu her şey olabilir, onu bozup değiştirebiliyorum.

Yine kendi okumamdan yola çıkarak soruyorum; işleriniz sömürü, materyalizm, iktidar ve üçüncü dünya kavramlarına yönelik neler söylüyor?

L.C. : Açıkçası eserlerimi politize etmek istemiyorum. Daha ziyade, farklı sanat üsluplarını ele alış biçimimi göstermek istiyorum. Resimlerim Ali’nin resimleriyle veya başka sanatçıların resimleriyle bir bağ, diyalog kurabilir. Ama politika, sanat üretirken üzerine düşündüğüm bir şey değil. Eserlerim oldukça basit. Onları politize etmek ise benim üstesinden gelemeyeceğim kadar büyük bir mesele. Eleştirmenler, sanat yazarları bu tip konularda istediklerini yazabilirler ama ben sadece resim yapmak isteyen basit bir ressamım ve benim sanatımın üzerinde durduğu konu kitleleri etkilemek, dünyayı değiştirmek değil. Sadece resimler ve imgelerden oluşuyor. Değişim veya harekete geçmek, bu tamamen izleyicinin eseri nasıl algıladığıyla ilgilidir. Fakat ben çalışmalarımda herhangi bir şey deklare etmiyorum. Bu durum, bir şey üretip sonra da “Bu sanat!” demeye benziyor, sanat veya değil, bu tamamen izleyicinin onun hakkında ne düşündüğüne bağlı.

Senin de yakın zamanda böyle bir söylemin olmuştu Ali, üzerine bir şeyler söylemek ister misin?

A.E. : Doğru olan da bu zaten, politikacı değiliz. Bir şeyi eleştirebiliriz fakat ben kendi adıma bir şey önermiyorum. Sadece olumsuzun altını çiziyorum, hepsi bu.

Louie, resimlerinizde sıkça organlar, kaslar, damarlar, uzuvlar görüyoruz, işlerinizde anatomiye bu kadar yer vermenizin nedeni nedir?

L.C. : Sanırım resim yaparken kendimi bir cerrah gibi düşünüyorum ve sanki bir hiçliğin derinliklerine gidiyorum. Örneğin; figürlerimde kaslar, sinirler çizdiğimde sanki bir şeyleri oyup, yontup iki boyutlu olarak şekillendiriyorum. Bu, nereye ulaşacağımı bilmediğim bir yöne, farklı ufuklara doğru gitmek gibi.

Bu tip şeyler çiziyor olmamın nedeni sanırım kanlı korku filmlerine, anatomiye, bilim kurguya olan ilgim çünkü vücuda dair bu kısımları resmimde görmeyi seviyorum. Fakat gerçek hayatta kan, organlar, vb. görmekten korkan biriyim. Belki de bu benim bir tür savunma sistemim; korku filmlerini çok seviyor ama tüm o şeyleri gerçek hayatta görmek istemiyor olmam… Belki resimlerimde bunları çiziyor olmama da bu ilgi-korku mekanizması neden oluyordur.

Bunu bir gerçeklikten uzaklaştırma sistemi olarak görebilir miyiz? İşleriniz başkalaşma, depersonalizasyon gibi okumalara da müsait bana göre. Bunu nasıl bağlayabilliriz?

L.C. : Bazen resimlerimi kişiselleştiriyorum ama izleyici tarafından öyle algılanmayabiliyor veya tam aksi bir şekilde olabiliyor. Bu da tamamen izleyicinin nasıl baktığı ve algılamak istedikleriyle alakalı. Resim yaparken çoğu zaman o dönemde başıma neler geldiğiyle veya ne olmak istediğimle ilgili hikayeler anlattığım özel bir üslup kullanıyorum.

Bu sergi güzel bir başlangıç olmuş, devamında bir işbirliğine dönüşür mü?

A.E. : Umuyorum ki, göreceğiz. Şimdiden bir şey söylemek çok zor ama ileride projeler yapmayı istiyoruz. Bu yönde de çalışmaya başladık.

“The Portrait – A Story by Louie Cordero & Ali Elmacı” St. Pulcherie Fransız Lisesi’nde 25 Mayıs 2019 tarihine dek izlenebilir.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl