Lukács’ın Toplumsal Varlığın Ontolojisi Notabene Yayınları tarafından yayınlandı. Kitabı yayına hazırlayan, Lukács üzerine çalışmalarıyla bilinen Ateş Uslu ile konuştuk.

Kitabın isminden başlamak istiyorum. Marx’a Giden Yol’un erken aşamasında felsefi kaynaklar nelerdi? Lukács kimdi?

Lukács yaşamının elli yıldan uzun bir kısmını Marksist düşünceye katkı sağlamaya çabalamış bir düşünürdü. Marksizmi benimsemeden önce ise farklı uğraklardan geçti. 1885’te Budapeşte’de dünyaya gelmiş, Avusturya-Macaristan finans burjuvasinin önde gelen ailelerinden birinin çocuğu olarak iyi bir eğitim almış, yirminci yüzyılda Budapeşte, Viyana ve Berlin gibi kentlerin entelektüel çevrelerine dahil olmuş, Georg Simmel ve Max Weber gibi sosyolog ve filozoflarla, Thomas Mann gibi yazarlarla tanışmıştı. Arkadaş çevresinde Ernst Bloch, Karl Mannheim, Karl Polanyi ve Béla Balázs gibi isimler yer alıyordu. En erken dönem eserlerinde Simmel’in, Nietzsche ve Kierkegaard’ın izlerine ve Yeni-Kantçı düşünürlerin (örneğin Lask ve Rickert’in) giderek artan etkilerine rastlamak mümkündür. Birinci Dünya Savaşı yıllarında ise Hegel okumaları onun üzerinde yoğun bir etki bırakmıştı.

Bu dönemde siyasal toplumsal sorunlara bakışı nasıl şekillenmiştir?

Yirminci yüzyılın başlarında yaygın liberal söylemde bir yandan bireyin hak ve özgürlüklerine, gücüne ve inisiyatifine sıkça vurgu yapılırken diğer yandan aynı dönemin insanları özgürlüklerinin kısıtlanmasını, yalnızlaşmayı ve yabancılaşmayı günlük yaşamlarında yoğun bir şekilde deneyimliyorlardı. Lukács 1910’ların başında yaptığı çalışmalarında (örneğin Ruh ve Biçimler’de) modernite karşısında eleştirel bir tutum alıp burjuva toplumuna yönelik eleştiriler yöneltirken birey ve onu baskılayan koşullar arasındaki gerilime dikkat çekti. Buradan doğru bir toplumsal eleştiriye kapı araladı. Baskılanmış bireyi çıkış noktası olarak alması onu bireyin özgürleşmesini de dert edinmeye yöneltti. Bireyin özgürleşmesini yine bireysel çabalar üzerinden tarif etse de toplumsal sorunlara da ilgi geliştirmesi çok zaman almadı; örneğin işçi hareketlerine uzaktan da olsa heyecan dolu bir ilgi geliştirdiği biliniyor. Zamanla birey merkezli yaklaşımını terk ederek toplumsalcı bir bakış benimsedi.

Kitabınız Marx’a Giden Yol’un ismini nasıl aldı? Bu ifade “Bir kitap okudum hayatım değişti” türünden “değişme”yi ima etmiyor.

Kitabın adı aslında Lukács’ın 1930’larda yazdığı “Marx’a Yolum” başlığını taşıyan bir otobiyografik metinden geliyor. Onun “Marx’a giden yol”unu süreklilik içinde kopuşun öyküsü olarak ele almak mümkün. Marksizm öncesi entelektüel serüveninde dolambaçlı yollardan (önce Nietzsche, Simmel ve yeni Kantçılık, daha sonra da Hegel uğraklarından) geçmişti, bu açıdan uzun bir yol almıştı. Ama aynı zamanda, bu dönemde yapmış olduğu modernite ve burjuva toplumu eleştirisi, her ne kadar Marksist referanslarla oluşmasa da, daha sonra Marksist döneminde soracağı sorulara zemin hazırlamıştı. Yolun “süreklilik” boyutu burada aranabilir. “Kopuş” ise 1918 yılının sonbaharında gerçekleşti. Birinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun yıkıldığı, Macaristan’ın bağımsız bir cumhuriyet haline geldiği ve Macaristan’daki bir avuç komünistin yeni bir parti kurma çabası içine girdiği günlerde Lukács kendini Marksist ve komünist olarak tanımlamaya başladı.

Marksist ve komünist temelde tanımlayışlara rağmen içeriğin oluşumu gelgitleri barındırmıyor mu? Erken dönem “idealist etkiler” Toplumsal Varlığın Ontolojsi’ne kadar varlığını sürdürüyor. Lukács özgülünde “erken dönem” uzun bir dönem sayılabilir mi?

Burada öncelikle “idealist etkiler”in mahiyeti üzerine düşünmek gerekli. Lukács’ın Marksizm yorumu basit bir materyalizm savunusu ve idealizm reddiyesi üzerine kurulu değil: Kendisi ilk dönem eserlerinden son dönem çalışmalarına kadar mekanik materyalizme eleştiriler yöneltirken Hegel başta olmak üzere idealist düşünürlerle diyaloga giriyor, çoğu zaman da onların rasyonalist felsefeye, bütünsel dünya algısına ya da toplumsal varlığın ontolojisine katkılarından bahsediyor. Ancak buradan hareketle “idealist etki”lerden söz ederken dikkatli olmak gerektiğini düşünüyorum. Nasıl Marx’ın Kapital’de emek-değer teorisi üzerinden bir inceleme çerçevesi geliştirmesi onu Smith-Ricardo çizgisinde bir siyasal iktisatçı yapmıyorsa Lukács’ın da yaşamı boyunca Hegel başta olmak üzere Alman idealist geleneğine eleştirel referanslarla düşüncesini geliştirmesi onu idealist bir düşünür yapmaz. Buna karşılık, onun idealist filozofları tanıma, okuma ve değerlendirme konusunda pek çok Marksist düşünürden daha cesur olduğu da açık. Bana kalırsa bu onun idealist etkilere açık olmasından ziyade kendi materyalizm yorumuna güvenmesinin bir göstergesi.

Lenin’in “akıllı bir idealizm, akıllı bir materyalizme, aptal bir materyalizmden daha yakındır” cümlesini akılda tutarak bir önceki soruyu ilerletmek istiyorum. Tarih ve Sınıf Bilinci isimli kitabında özne-nesne özdeşliği ve bilince verdiği yer açısından “akıllı idealizm”in mekanik materyalizmle olan tartışmalarında baskın olduğunu söylenemez mi?

Tarih ve Sınıf Bilinci Lukács’ın Marksizm’i benimsemesinden hemen sonra yazdığı metinlerden oluşan, ilk basımı 1923 yılında yapılmış olan bir kitap. Bu kitapta gerçekten de “akıllı idealizm”in (özelllikle Hegel’in, ama aynı zamanda Dilthey gibi düşünürlerin) yoğun bir etkisinin olduğu açık. Bu etki kendini başlıca iki noktada gösteriyor. İlk düzlemde diyalektiğin yorumlanışı konusunda bir idealist etkiden söz edilebilir. Bu düzlemde Lukács mekanik materyalizmin (en başta da Kautsky gibi İkinci Enternasyonal Marksistlerinin) toplumu doğaya tâbi kılan yaklaşımını eleştiriyor; Hegel’in ve Dilthey‘ın idealist bir perspektiften geliştirdikleri doğa-toplum ikiliğini yeniden üretiyor ve toplumun doğadan bütünüyle bağımsız olduğunu iddia ediyor. Bu konudaki fikirlerini 1930’ların başından itibaren değiştirir ve doğa-toplum ilişkisini daha farklı bir şekilde kurgular.

Akıllıca idealizm”in ikinci etkisi ise kendini siyasal alanda gösteriyor. Burada Lukács yine İkinci Enternasyonal’in mekanik materyalistlerine eleştiriler yöneltiyor, onların nesnel koşulların (örneğin işçi sınıfının yoksullaşma sürecinin) gelişimini bekleyerek devrimi ertelemeyi temel alan görüşlerini reddediyor ve işçi sınıfının bilinçlenmesi üzerinden bir siyasal hat inşa etmeye çabalıyor. Aslında yaptığı, bu dönemin devrimci irade üzerine iyimser görüşlerini ve Lenin’in öncü örgüt üzerine görüşlerini merkeze almaktan ibaret, ancak bunu yaparken irade ve öznelliğe, işçi sınıfının bilinç sıçraması gibi temalara özel bir önem veriyor. Ancak burada bütünüyle öznelci-iradeci bir tavır geliştirdiğini söylemek de mümkün değil. Daha ziyade, hem nesnel koşullara, hem de iradeye dikkat çekip siyasal stratejide ağırlığı öznel müdahalelere veriyor, örneğin işçi sınıfında gerçekleşmesini ümit ettiği “bilinç sıçraması” kitapta önemli bir yer tutuyor. Lenin’in Düşüncesi başta olmak üzere sonraki eserlerinde devrimci iradecilik ile nesnel koşullar arasındaki ilişkiyi daha yoğun bir şekilde vurgulayıp özne-nesne ilişkisinde diyalektiği daha iyi bir şekilde ön plana çıkardığını söyleyebiliriz.

Marx’a Giden Yol”; Toplumsal Varlığın Ontolojisi diye bir başlık atarak geçiş yaparsak Toplumsal Varlığın Ontoloji isimli çalışmasında Lukács’ın “akıllı idealizm”i terk ettiğini, tarih ve toplumdan, doğa ve topluma geçiş yaptığını görüyoruz. Bu sürecin kaynakları ve momentleri nelerdir?

Lukács’ın “akıllı idealizm”e olan saygısını ve referanslarını bir kenara bırakmaksızın toplumu konumlandırma yönünde yeni bir yönelime girdiği ve Ontoloji’nin de bu yeni yönelimin vardığı son nokta olduğu doğru. Onun düşüncesindeki değişimi 1920’lerin sonunda Marx’ın 1844 Elyazmaları ve Lenin’in Felsefe Defterleri ile tanışması ile açıklamak mümkün. Her iki eser de Hegel ve Marx’ın düşünceleri arasındaki ilişkiyi bir kez daha kurmasını sağladı, ancak yine bu eserlerden hareketle doğa-toplum ve nesne-özne ilişkisine dair görüşlerini değiştirdi. Tarih ve Sınıf Bilinci’nde kapitalizm koşullarında doğa-toplum ayrışmasının mutlak bir kopuş halini aldığını söylemişti; 1930’lardan itibaren yazdığı eserlerinde insanın ilişkisinde üretim ve emek yoluyla doğayı dönüştürdüğünü ve doğal sınır geri çekilse de insan-doğa bağıntısının devam ettiğini vurguladı. Özne-nesne ilişkisini ele alırken de insanın faaliyetlerinin hem nesnel belirlenimlerden, hem de iradi kararlardan oluştuğunun altını çizdi ve irade ile zorunluluk arasındaki bağıntıyı önceki eserlerine kıyasla daha belirgin bir şekilde kurdu. Ontoloji’de de “doğal varlık” ve “toplumsal varlık” olarak adlandırdığı temel alanlar üzerinden bir inceleme yapmayı amaçladı.

1930’larda Lukács’ın düşüncesinde kimi önemli değişiklikler olduğu anlaşılıyor. Aynı dönemde Lukács’ın sürgünde bulunduğu SSCB’de Stalin dönemi yaşanıyordu. Onun düşüncesindeki yeni yönelimler Stalin politikalarıyla ne derecede ilişkiliydi? Lukács bir “Stalinist” miydi?

Lukács’ın o dönemde yayımlanan çalışmalarında Stalin’e olumlu referanslar yaptığı, bu referansların kimi durumlarda övgü halini aldığı, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Sovyet Bilimler Akademisi Felsefe Enstitüsü’nde çalıştığı açık. Buna karşılık onun bir Stalinist olduğunu, 1930’lardan itibaren Stalin etkisiyle fikirlerini değiştirdiğini düşünmüyorum. Her şeyden önce o dönemde SSCB’nin bir blok halinde Stalin’in mutlak etkisi altına girmediğini söylemek gerekli. 1930’lar boyunca siyasal iktidarın külürel-entelektüel yaşam üzerine yoğun bir baskı mekanizması kurduğu bir gerçek, ancak o yıllarda Moskova’da “hayatta kalmak” bir Sovyet yurttaşını ya da sürgünde bulunan bir komünisti otomatik olarak Stalinist haline getirmiyor, dönemin tüm düşünürleri birer küçük Jdanov değiller. Bu dönemde sınırlı da olsa Stalin dönemi politikalarının dışına çıkan mecralar var. Lukács’ın kurucusu olduğu Literaturyni Kritik (Edebiyat Eleştirisi) dergisi bunun bir örneği. Dergide edebiyat ve felsefe üzerine son derece zengin ve kapsamlı incelemeler yayımlanıyor, derginin pek çok yazarı gibi Lukács da dönemin resmileşen mekanik materyalizm yorumlarını benimsemiyor. Buna pek çok ekleme yapılabilir: Tarihsel Roman’ın kimi sayfalarında örtülü bir şekilde Stalin dönemi parti politikalarını eleştiriyor; Genç Hegel’de yaygın Sovyet yorumlarının dışına çıkan bir Hegel yorumu geliştiriyor. Stalin’in 1953’teki ölümünü takiben de zaten açıkça Stalin dönemine eleştiriler yöneltiyor. Ontoloji’nin pek çok sayfasında bu türden doğrudan eleştirilere rastlanır, 1968 sonunda kaleme aldığı Bugün ve Yarın Demokratikleşme adlı (henüz Türkçe’ye çevrilmemiş olan) kitabı ise başlı başına bir Stalinizm eleştirisi üzerine kuruludur.

Lukács’ın ideolojik ve siyasal kavrayışının Stalin’in “halk cepheleri” politikasının ötesine geçemediği, bahsi geçen durumun bir edebi stratejiyi de (burjuva gerçekçiliği) içerecek bir tutuma dönüştüğü yolunda eleştiriler yapıldı. Bu eleştiriler hakkında görüşleriniz nelerdir?

Bu eleştirileri yapanların Lukács’ın 1930’lardan itibaren yazdığı metinlerin hangilerini okumuş olduklarından emin değilim. Avrupa Gerçekçiliği, Tarihsel Roman, Goethe ve Çağı gibi Türkçe çevirileri de yapılmış olan pek çok kitap ve derlemesinde realizm üzerine son derece kapsamlı bir tarih okumasıyla beraber edebiyat üzerine teorilerini geliştiriyor. Goethe ve Schiller’in estetik teorilerinin, Walter Scott ve Balzac’ın romanlarının kendi dönemlerinin tarihsel gelişmeleriyle, toplumsal dönüşümleriyle nasıl yakın ilişki içinde şekillendiklerini inceliyor; Almanya ve Fransa’daki toplumsal-politik gelişmeleri karşılaştırıyor, aristokrasi ve burjuvazi arasındaki ilişki ve mücadelelerin aldığı seyre değiniyor. Bütün bu incelemelerde elbette eleştirilecek noktalar var, ancak bu çalışmaların tek bir sayfası bile okunduğunda görülebilecek olan basit bir gerçek var: Lukács edebiyat incelemelerini Stalin döneminin alamet-i farikalarından olan “ders kitabı Marksizmi” üzerinden yapmıyor, edebiyatın altyapının basit bir yansıması olan bir üstyapı unsuru olduğunu iddia etmiyor, son derece zengin ve bütünlüklü bir inceleme ortaya koyuyor. Komintern’in 1930’ların ortasından itibaren benimsediği “birleşik cephe” politikasının aynı dönemde Lukács’ın burjuva yazarların bir kısmını “ilerici” olarak değerlendirmesiyle elbette bağları var, ancak bu onu Stalin politikalarının basit bir destekleyicisi haline getirmeye yetmiyor.


Bütün” kavramına gelirsek Toplumsal Varlığın Ontolojisi’nde “Bütün” kavramı önemli bir yer tutuyor, beri yandan Lukács “Bütün”e doğru giderken Batı’da sosyal bilimler bütün melanetlerin başı olarak “Bütün” kavramını görmeye başlamıştı. Bu paradoksu nasıl açıklarsınız?

Lukács’ın tüm Marksist düşüncesinde belki de en önemli kavram, “bütün”. Ontoloji’yi yazdığı 1960’lı yıllarda bu kavramın önemi üzerine ısrarını sürdürdü, toplumun çeşitli unsurlarının birbirleriyle ilişkili olarak geliştiğini vurguladı. Olayları, olguları, düşünceleri, eylemleri ortaya çıkaran nedensellik ağını araştırdı, nedensellikle ayrılmaz bir bağlantı içinde olan iradenin de önemine dikkat çekti. Aynı döneminde özellikle Doğu Bloku’nda eser veren bir dizi filozof (örneğin Adam Schaff, Karel Kosík ya da Mihailo Marković) benzer bir yaklaşım geliştiriyorlardı. Buna karşılık Batı dünyasında yaygınlaşmakta olan yaklaşımlar bütünü değerlendirmeyi de, bütün üzerine düşünmeyi de reddediyorlardı. Savaş sonrasında etkin olan varoluşçu düşünürlerin (örneğin Sartre’ın) eserlerinde insan iradesi ve özgürlüğü merkezdedir, aynı düşünürler Marksizm’i nedenselliğe yaptığı aşırı vurgu nedeniyle eleştirirler. Nedensellik reddedilince ilişkisellik ve bütünlük de yitirilir. Varoluşçuluğa karşı bir tepki olarak ortaya çıkan yapısalcılık ise özne yerine nesnelliği odak noktasına alıyordu, ancak yapısalcıların “bütün”ü de parçalı bir bütündü. Dolayısıyla nesnellik üzerine düşünürken çeşitli “yapı”ların özerkliğini dikkate alıyorlardı. Lukács’ın anladığı şekliyle diyalektik bütünlük ise özne ve nesne arasında, irade ve nedensellik arasında, farklı türden “yapı”ların arasında ayrışmaların olmadığı, politik olanın iktisadi olandan ya da kültürel olandan mutlak bir şekilde ayrışmadığı bir bütünlük.

Peki “bütün”e karşı gelişen tepkinin nedenlerini nerede aramalıyız?

Burada birkaç düzlemden bahsedilebilir. Lukács’ın Tarih ve Sınıf Bilinci’nden Ontoloji’ye pek çok eserinde incelediği bir eğilimi hatırlatarak başlayalım: Bütünlüğün kaybı, kapitalizmin gelişimiyle doğrudan doğruya bağlantılı bir zihniyet özelliği. İnsanların topluma ve doğaya dair bilgi kapasitesi zaten sınırlı; kapitalizm koşullarında bilgi türlerinin karmaşıklaşması, bilginin metalaşması ve uzmanlık gerektirmeye başlaması bu sınırlılığı katmerli hale getiriyor. Buna ek olarak, tüm sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalist toplumda da egemen sınıflar bütünsel bilgiye erişimin tehlikeli olduğunun farkındalar. Ekonomiyi kendi içine kapalı bir devre gibi değerlendirip modellemeler yapan iktisatçıların varlığı, var olan sistemin sorgulanmamasını (dolayısıyla bekasını) sağlarken etik, politik ya da toplumsal meselelerin oluşturduğu bütünlüğü dert edinen iktisatçıların varlığı aynı düzenin sorgulanmasının da yolunu açacaktır. Tam da bu nedenle yirminci yüzyıl boyunca kapitalizm geliştikçe bilimsel uzmanlaşma da sorgulanamaz bir norm haline geliyor. Bütüne karşı tepkisellik bir yandan böyle bir genel eğilimin parçası olarak değerlendirilebilir. Tabii bu tepkiselliğin nedeni akademideki uzmanlaşma eğilimine indirgenemez.

Marksizm’e yönelik eleştiriler ve bütüne yönelik eleştirilerin de bir noktada birleşmiş olduğu söylenebilir mi?

Tabii. Özellikle Sovyet Marksizmi içinde 1930’ların ortasından itibaren gelişen, İkinci Dünya Savaşı sonrasında bizzat Sovyet düşünürler tarafından sorgulansa da yaygınlığını koruyan kaba Marksizm yorumunda (“ders kitabı Marksizmi” diyelim bunun adına) toplumsal olgular son derece kolaycı, indirgemeci yöntemlerle, biraz da ezberden açıklanıyordu. Dolayısıyla varoluşçular Marksizm’in nedensellik anlayışına tepki duyup özneyi ön plana çıkarırken, yapısalcılar ve postyapısalcılar ise toptancı-indirgemeci-belirlenimci yaklaşımları reddederken “ders kitabı Marksizmi”ne karşı bir tepki de geliştirmişlerdi. Buna karşılık, gerçekliği parçalı bir şekilde kavramaları o gerçeklik içindeki sorunların da parçalı ve ayrıksı bir şekilde kavramalarına neden oldu. Bütünsel çözümleme olanağı yok sayılınca bütünsel bir dönüşümün de düşünülmesi imkânsız sayıldı. Bunun üzerine bir de SSCB’nin çöküşüyle beraber büyük anlatıların, büyük umutların ve büyük mücadelelerin geçersiz olduğuna dair fikirler hegemonik hale gelince “muhalifler” spesifik akademik incelemelere, küçük beklentilere ve küçük çaplı direnişlere sıkışıp kaldılar; bütünsel açıklamaların ve bütünsel dönüşüm perspektiflerinin reddi böylece kanıksandı.

Bütün” ve totalitarizm arasında bir nedensellik var mı? Çünkü “bütün” kavramının eleştirmenleri “nedenselliğe” duydukları tepki onların bu iki kavram arasında “nedensellik” kurmasına bir engel teşkil etmiyor?

Postmodernizmin büyük anlatıları reddederken yeni bir büyük anlatı geliştirdiği çokça söylenir, katılıyorum bu tespite. Nedenselliği reddedenlerin kimi durumlarda (özellikle de eleştirdikleri düşünce akımlarına karşı) son derece kolaycı nedensellik bağları kurarak argümantasyon geliştirdikleri de açık. Totalitarizm ve bütünlük arasında kurulan bağıntı tam da böyle bir sorunlu yaklaşımın tezahürü. Bütün bir Doğu Bloku deneyiminin totalitarizme indirgenmesi, Marksizm’in (keyfi bir şekilde seçilen birkaç Marksist düşünür, örneğin Gramsci, tenzih edilerek) vülger bir nedensellik anlayışı üzerine kurulu bir düşünceye indirgenmesi ve bu iki “model” arasında basit bir bağıntı kurulması başlıca bir sorunken bütün bu çabanın indirgemecilik karşıtlığı üzerinden geliştirilmesi bütünlük reddiyelerini trajikomik bir konuma yerleştiriyor.

Türkiye’de Lukács’ın eserlerine yönelik ilgiyi üç kategoride ele alabiliriz. İlk kategoride onun edebiyat eleştirilerine ve estetik teorisine yönelik olarak gelişen, 1970’lerde yoğunlaşan bir ilgi görüyoruz.

Realizm yitiminin gündemde olduğu ve ontolojinin yerini epistemolojiye bıraktığı dönem henüz nüve halinde olmakla birlikte kendi kuyruğunu kovalamaya başlamıştı. Deneyimlenen ontolojik krizdi ama algılanan epistemolojik kriz oldu. Eğer Lukács “varlığın” değil, doğal ve toplumsal varlığın ontolojisine yöneldiğinde batıda sosyal bilimlerin etkinliği epistemolojiye kaydıysa bu ne anlama gelir?

Lukács Ontoloji’nin çeşitli kısımlarında dönemin filozoflarının varlık yerine bilgiyi dert edinmelerini eleştiriyor. Yine aynı eserde (ve pek çok başka eserinde, örneğin Tarihsel Roman, Genç Hegel, Aklın Yıkımı ve Estetik gibi kitaplarında) epistemolojinin önceliğinin hangi tarihsel sürecin sonucu olduğu sorusuna da yanıt arıyor. Ona göre felsefede varlık yerine epistemolojinin merkeze alınması 1960’lara özgü bir gelişme değil, uzun soluklu bir tarihsel gelişimin sonucu. Özetlemek gerekirse, toplumsal varlığın bütünü üzerine düşünme ve toplumu doğa ile ilişkisi içinde anlama çabaları en eski çağlardan itibaren filozofların insana has bir unsur olan zihni insan üstü bir varlığın yetisi olarak görmeleriyle paralel ilerliyor. Dolayısıyla felsefe tarihi boyunca hakim olan idealist yönelimlerde doğal ve toplumsal varlığı aşkın bir iradenin edimlerine indirgeme eğilimi yer alıyor. Bilinçten bağımsız bir varlık olabileceği düşünülmüyor. Kimi dönemlerde (örneğin Eski Yunan polis’lerinde, Rönesans dönemi İtalyan şehirlerinde ya da Aydınlanma çağında) varlığın bilinci öncelediğine dair düşünceler geliştirilse de bilinç çeşitli yollarla yüceltilmeye devam ediyor. Bir yandan insan zihnini yüceltmeksizin, diğer yandan da bilinci (ve insanları) doğal gerçekliğe indirgemeksizin varlık üzerine düşünmek pek yaygın değil; bunu yapabilenler (örneğin Marx) insan-doğa ilişkilerini üretim, emek, yeniden üretim gibi süreçler üzerinden düşünüyorlar, bütün bu süreçlerin içerdiği çelişkileri, sömürü ve ezme-ezilme biçimlerini dikkate alıyorlar. Batı’da sosyal bilimlerin epistemoloji merkezli gelişimi de bu genel sürecin bir parçası: Metafizik bir zihin tarifi yapmaksızın toplumsal varlığı anlamanın yolu, toplum içinde yer alan sömürü biçimlerini bir bütün olarak eleştirmekten geçiyor. Böylesine bir eleştiri ise toplumsal mücadelelerde ciddi bir taraf olmayı gerektiriyor, bunu yapmayanlar kendilerini epistemolojinin güvenli alanına bırakıyorlar. Heidegger ve öğrencilerinin “Batı metafiziği” eleştirisi üzerinden ontolojiyi yeniden gündeme getirme çabaları da bu noktada tıkanıyor: Heidegger’in varlığı, ancak insan varoluşu ile, onun bilinci ile anlam kazanan bir varlık.


Lucien Goldmann, Heidegger’ın Varlık ve Zaman adlı eserinin Lukács ile bir tartışma ve Lukács’a cevap niteliğinde olduğunu yazdı; siz bu görüşler için ne düşünüyorsunuz? İsim dışında bir benzerlik olmadığı söylenebilir mi?

Lucien Goldmann’ın 1960’larda geliştirdiği bu tez, günümüzde pek çok araştırmacı tarafından sorgulanmadan kabul ediliyor. Öncelikle şunu belirtmek gerekli: İki eser de 1920’li yılların başında eser veren, Alman felsefi geleneği ile diyalog içinde olan, dönemin sosyologlarının yazılarını yakından takip eden ve bu geleneğin kavramlarından hareketle içinde yaşadıkları topluma, düşünce dünyasına eleştiriler yönelten düşünürler tarafından yazıldı. Dolayısıyla bunların arasında kimi paralellikler kurulması kaçınılmaz. Ancak bu iki eser arasında doğrudan bağlantı kurup bir de bunun üstüne Heideggerci bir Marksizm inşa etmeye çalışmayı tam anlamıyla bir “aşırı yorum” olarak değerlendiriyorum. Goldmann’ın yaklaşımı İkinci Dünya Savaşı sonrasında Fransa’da yaygın olan bir tavrın sonucu olarak değerlendirilebilir. O dönemde Sovyet Marksizmi’nin ve Fransız Komünist Partisi’ne yakın yazarların vülger materyalist yorumları (yine “ders kitabı Marksizmi” adı verelim bu yorumlara) yaygın bir şekilde eleştiriliyordu; Sartre gibi varoluşçular da Marksist nedensellik anlayışını eleştirmekte başı çekiyor, bunun için Heidegger ya da Jaspers gibi düşünürlere atıf yaparak öznenin, bilincin önemine dikkat çekiyorlardı. Goldmann’ın yaptığı, varoluşçu özne felsefesi ile Marksizm arasında bir uzlaşma olabileceğini göstermeye çalışmak. Bunu yaparken de Tarih ve Sınıf Bilinci’nin Lukács’ını Heidegger’in ve varoluşçuların ağzından konuşturmaya çabalıyor. Bu biraz da dönemin ruhuyla alakalı: Dönemin Fransa’sında özneden, bilinçten bahsetmek ancak varoluşçuların yapabileceği bir iş olarak görülüyordu. Üstelik Hegel felsefesi ve varoluşçuluk da bir arada değerlendiriliyordu. Dolayısıyla Goldmann, genç Lukács’ın Tarih ve Sınıf Bilinci’ndeki özne ve bilinç vurgusunun arkasında varoluşçu bir tepki aradı, bu eserdeki Hegelci yorumları da kolaylıkla varoluşçulukla bağdaştırdı. Oysa Lukács’ın o eserdeki bilinç ve özne vurgusu varoluşçu ya da proto-Heideggerci bir konumlanıştan kaynaklanmıyordu; Hegel okumasının ve (biraz önce bahsettiğim konuyu tekrarlarsam) kendi döneminin İkinci Enternasyonal Marksizmine verdiği tepkinin sonucu olarak ortaya çıkmıştı.

Lukács’ın 1960’larda Fransa’da alımlanmasından bahsetmişken, belki en başta sormamız gereken sorulardan birini şimdi soralım: Lukacs Türkiye’de nasıl alımlandı?

Türkiye’de Lukács’ın eserlerine yönelik ilgiyi üç kategoride ele alabiliriz. İlk kategoride onun edebiyat eleştirilerine ve estetik teorisine yönelik olarak gelişen, 1970’lerde yoğunlaşan bir ilgi görüyoruz. Bu dönemde eserlerinden ve makalelerinden pek çok çeviri yayımlanıyor ve bu eserler üzerine yorumlara da yer veriliyor. İkinci kategoride Ontoloji’nin alımlanmasına değinebiliriz. Gülnur Acar-Savran, 1980’lerden itibaren çeşitli çalışmalarıyla Ontoloji’nin anahatlarıyla Türkiyeli okurlar tarafından tanınmasını sağlıyor. Ontoloji’nin kısmi çevirisi 2013-2014’te yapılsa da bu çeşitli sorunlar içeriyor. Geçtiğimiz aylarda (2018 sonbaharında) aynı metnin yeni çevirisi yapıldı; ancak Ontoloji’nin halen çevrilmemiş olan çok sayıda bölümü bulunuyor: Kabaca bir hesapla, eserin üçte ikilik kısmının halen çevrilmemiş olduğunu söyleyebiliriz. Üçüncü kategoride ise Lukács’ın Tarih ve Sınıf Bilinci döneminde geliştirdiği felsefi çerçeveye ve siyasal-toplumsal teoriye yönelik ilgiyi değerlendirebiliriz. Bu döneme ait olan metinlerden Lenin’in Düşüncesi 1970’lerin sonunda çevrilse de esas olarak 1980’lerde Tarih ve Sınıf Bilinci’ne yönelik bir ilgi ortaya çıkıyor. Metin Çulhaoğlu’nun Binyıl Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu’nda yaptığı Lukács değerlendirmeleri (ve kitabın bütününde kullandığı terminoloji) Tarih ve Sınıf Bilinci’nin yoğun bir etkisini yansıtıyor. Tarih ve Sınıf Bilinci’nin yaklaşık üçte ikilik kısmının çevirisi de 1998 tarihinde yayımlanıyor.

Gülnur Acar-Savran, Lukács’ın felsefi evrimini bütünlüklü bir şekilde ele alırken Metin Çulhaoğlu Tarih ve Sınıf Bilinci’ni merkeze alarak Lukács’ı Gramsci ve Althusser’le ilişki halinde tahlilini yapıyor. Lukács’ı bir kez Tarih ve Sınıf Bilinci ile sınırlı bir incelemeye tabi tutulduğunda “idealist özcü” bir Lukács portresi çıkabiliyor. Siz ne dersiniz? Lukács’tan “idealist özcü “ bir portre çıkabilir mi?

Çulhaoğlu’nun kitabını yazdığı dönemde (1997 civarında) Ontoloji’nin İngilizce çevirilerine ulaşmamış olduğunu tahmin ediyorum. Ulaşabildiği kaynaklar muhtemelen Tarih ve Sınıf Bilinci ile sınırlı. Ontoloji’nin özetlerini Acar-Savran üzerinden ya da başka kaynaklardan okumuş olabilir tabii, ama bu ikincil kaynakları bütünlüklü bir değerlendirme için yeterli bulmamış olabilir. Bunun yanında, kitapta kendi entelektüel ve politik konumlanışları ile Lukács arasında bağlantı kurması dikkat çekici. Kurucularından olduğu Gelenek dergisi çevresinin örgüt, öncülük ve bilinç gibi konularda Lukács’ın düşüncelerinden etkilendiğini söylüyor. Çulhaoğlu’nun “geleneksel sol” olarak tarif ettiği çizgiyi sahiplenip sivil toplumcu ve postmarksist teorisyenleri eleştirirken, “Ortodoks Marksizm”i yöntem üzerinden tarif eden, Leninist örgüt anlayışının kapsamlı bir teorisini içeren Tarih ve Sınıf Bilinci’nden etkilenmiş olması bence gayet anlaşılabilir.

Çevirilere dönelim. Lukács’ın çok sayıda eserinin Türkçe’ye çevrilmiş olduğu anlaşılıyor.

Evet, Genç Hegel dışındaki temel kitaplarının (kısmen de olsa) Türkçe çevirileri yapıldı. Genç Hegel de çevriliyor, NotaBene tarafından yayımlanacak.

Yine de bu yoğun çeviri faaliyetine rağmen Lukács’ın Gramsci ve Althusser’in gölgesinde kaldığını söyleyebiliriz. Bunun nedenleri ne olabilir?

Birkaç nedenden söz etmek mümkün. Her şeyden önce Lukács’ın eserlerinde Hegel, Nietzsche ya da Schopenhauer gibi filozoflarla yoğun tartışmalar yer alıyor; Alman idealizminin Türkiye’de görece az tanınan bir düşünsel gelenek olması bu tartışmalara erişimini zorlaştırıyor. Bunun yanında, belki de daha önemlisi, Gramsci 1980’lerde sivil toplumcu bir yoruma tâbi tutularak, Althusser ise aynı dönemde postmarksist bir pozisyondan alımlanıyor. Lukács’ın eserleri ise o dönemde savunmacı pozisyona geçen ve güç kaybeden “gelenekçi” sol için fazla idealist ya da yenilikçi, aynı dönemde gerek sol, gerekse akademi içinde etkili hale gelen yeni sol içinse fazla Ortodoks ve Leninist olarak değerlendiriliyordu. Aslında Lukács’ın dünyada da pek “popüler” olmamasının nedeni de bu: Kimileri için fazla Marksist, kimileri içinse kitabi Marksizm’e yeterince sadık olmayan bir düşünür.

Toplumsal Varlığın Ontolojisi’ne yazdığınız önsözde Lukács’ın Marksist yaklaşımını çeşitli düşünür ve felsefi akımlarla ilişkiye sokuyorsunuz; Kevin Floyd, Deleuze, Guattari, Yuvel Noah Harari, Arendt vb bunlardan bir kaçı. Önsözü okurken şöyle bir izlenime (yanlışsam lütfen düzeltin) kapıldım; ontolojik bir bakış bu düşünürlerin felsefi ve politik eleştirisi olabileceği gibi, adı geçen düşünürlerin felsefi ve politik pozisyonlarını pekiştirecekleri bir “araç” olarak da görülebilir? Böyle bir Lukács mümkün mü?

Bence bu soruyu biraz daha genelleştirebiliriz: Bu düşünürlerle ve genel olarak yeni sol, Neo-Marksizm ya da Post-Marksizm başlığı altında anılan yazar ve akımlarla diyaloga giren bir “Ortodoks Marksizm” mümkün mü? Ben böyle bir diyalogun mümkün ve gerekli olduğunu düşünüyorum. Marksizm’in “klasik metinleri” olarak anılan külliyatta toplumsal gerçekliğin her unsuruna değinilmemiş olduğu gayet açık. Toplumsal cinsiyet, ekoloji, “politik olan”ın tanımı, beden-zihin ikiliği gibi konuların kendini doğrudan doğruya Marksizm ile (en azından “Ortodoks Marksizm” ile) ilişkilendirmeyen teorisyenler tarafından gündeme getirildiği ya da incelendiği de ortada. Ama bu konuların Marksistler tarafından yok sayılmasını ya da tehlikeli alanlar olarak görülmesini anlaşılabilir bir tavır olarak göremiyorum. Lukács’ın Ontoloji’de doğa-toplum ilişkisine dair ortaya koyduğu çerçevenin tam da bu nedenle, toplumsal gerçekliğe dair çok sayıda teorisyen tarafından sorulmuş ve sorulmakta olan sorulara Marksist bir perspektiften yanıt aramayı mümkün kıldığı için önemli olduğunu düşünüyorum. Ayrıca Ontoloji’nin kimi bölümlerini (örneğin “Emek” bölümünü ve özellikle de henüz Türkçe çevirisi yapılmamış olan “Yeniden Üretim” bölümünü) okuduğumda bu bölümlerde yapılan pek çok tespitin antropoloji, arkeoloji, toplumsal cinsiyet çalışmaları ve eleştirel hukuk çalışmaları başta olmak üzere çeşitli alanlara yapılmış güncel katkılar ışığında tartışmaya açılıp güncellenmesi gerektiğini de gözlemliyorum. Özetlemek gerekirse, bu farklı düşünce gelenekleri ile girilecek olan bir diyalogun o geleneklerden çok Marksizm’in felsefi ve politik pozisyonlarını sağlamlaştıracağını düşünüyorum.

Burjuva düşüncesinin en gelişkin düşünürleri ve felsefeleriyle ilişki içinde tartışma yürütecek bir Marksizm pek tabii kuramsal zenginlik sunacağı gibi derinleşme de yaratacaktır. Sorum bu ilişkinin Marksizm’in felsefi ve politik pozisyonunu sağlamlaştırmak için kurulmadığına dairdi. Marx, Karatani ile ilişki halinde okunabilir. Peki kuramsal bir sentezlemeye gidilebilir mi? Burada bir sorun yok mu?

Bu soruya yanıt vermeden, Lukács’ın Tarih ve Sınıf Bilinci’nde yer alan, aynı eser için Ontoloji’yi hazırladığı dönemde yazdığı önsözde de halen değerli olduğunu düşündüğü bir tespiti aktarabilirim: “ortodoks Marksizm, Marx’ın kendi araştırmalarının sonuçlarını hiç eleştirmeden kabullenmek demek sayılmaz ki; şu veya bu teze inanmak, ‘kutsal’ bir kitabı yorumlamak demek değildir ki… Tam tersine, ortodoksluk yalnız ve yalnız yöntem konusundadır.” Diyalektik yöntemi aşma girişimlerinin eklektisizmle ya da yüzeyselleştirmeyle sonuçlanacağını da ekliyor sonrasında. Bahsettiğiniz türden bir sentezleme girişiminin tam da Lukács’ın bahsettiği türden bir eklektisizm ve yüzeyselleştirmeye tekabül ettiğini düşünüyorum. Böyle bir tehlikenin bertaraf edilmesi ise diyalektik yöntem üzerine kapsamlı bir düşünce geliştirmekle mümkün. Ontoloji tam da diyalektik yöntem üzerine bir berraklaştırma deneyimi olarak önem taşıyor: Varlık-bilinç ilişkisini emek, üretim, yeniden üretim, ideoloji ve yabancılaşma gibi temel kategoriler üzerinden, antropolojik ve tarihsel verilere de başvurarak yeniden kurguluyor, böylece diyalektik yönteme ilişkin kapsamlı bir serimleme yapıyor. Aynı zamanda Hegel, Nicolai Hartmann, varoluşçuluk ve neopozitivizm başta olmak üzere çeşitli düşünür ve akımlarla diyalog içine girerek kendine (başka bir deyişle diyalektik yöntemine) güvenen, “Yenilikçi Ortodoks” bir Marksist inceleme örneği sunuyor.

Ateş Uslu: Lisans öğrenimini Galatasaray Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamladı. Yüksek lisans derecesini tarih alanında Paris I Panthéon-Sorbonne Üniversitesi’nde aldı. Doktora çalışmalarını Paris I Panthéon-Sorbonne Üniversitesi ve Budapeşte Eötvös Loránd Üniversitesi (ELTE) arasındaki ortak bir program çerçevesinde yakınçağ tarihi alanında tamamladı. Doçent ünvanını Siyasal Düşünceler alanında aldı. Temel ilgi ve araştırma alanları siyasal düşünceler tarihi ve kültür tarihidir. Bu alanlarda çeşitli dergilerde yayınlanmış makaleleri ve kitap bölümlerinin yanında Lukács: Marx’a Giden Yol ve Siyasal Düşünceler Tarihine Giriş başlıklı iki kitabı bulunmaktadır.

TEILEN
Önceki İçerikYıldız Tozu Dergisi Yayın Hayatına Başladı
Sonraki İçerikAdnan Gerger: Ses ve Suskunluk arasında…
1984 yılında Dersim’de doğdu Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde Felsefe , Radyo Televizyon okudu. Çeşitli internet-gazete ve dergilerde röportaj yayınlandı halen aktif olarak sinema filmlerinde yönetmen asistanı olarak çalışmakta.