Ana Sayfa Kritik Machiavelli üzerine bazı notlar

Machiavelli üzerine bazı notlar

Machiavelli üzerine bazı notlar

Kim ne derse desin, sözcükler ve düşünceler dünyayı değiştirebilir.” (Ölü Ozanlar Derneği.)

Eğer bana, hayata bakışımı en çok etkileyen üç düşünür sorulsaydı, hiç tereddütsüz şu cevabı verirdim: Marx, Clausewitz, Machiavelli.

İlki için söylenecek söz yok.

Clausewitz, üstelik de kan ve ölümle cebelleştiği halde duygularının esiri olmayan, gerçek bir Prusyalıdır. Ama ele aldığı konuyu etraflıca, saptırmadan, bütünüyle nesnel şekilde incelemeyi ilke edinmiştir; savaş gibi şovenizme bütünüyle açık bir konuda bu bilim adamı dürüstlüğü insanı sarsar. Tıpkı Marx’ın iktisat incelemelerini metadan başlatması gibi, o da savaşı muharebeden başlatır. Ama muharebenin en önemli unsuru insandır; böylece Clausewitz, yalnızca savaşa değil savaşçıya, yani en genel anlamda insana da diyalektik bir bakış geliştirir. Bu yüzden “Savaş Üzerine”, aynı zamanda düpedüz bir pedagoji kitabıdır.

Machiavelli gerçek bir siyaset teorisi geliştirir ve aslında hiç de makyavelist değildir bu siyaset teorisi; burjuva aydınlanmasının önünde, sınırlarındadır, devrimcidir. Tarih ve siyasete dair muazzam bir kavrayıştır onunkisi, çağının en sınırsız zekâsıdır belki de. Onun tarih anlayışında rüşeym halinde sınıfların varlığını da görürüz; her zaman çatışan taraflar vardır ve ilerleme, bu çatışmadan doğar. Siyaset anlayışı da buna yaslanır: İktidar, toplum, ordu, kanun üzerine söyledikleri, burjuva aydınlanmasının ideolojik kökenlerini kavramamızı sağlamakla yetinmez, mekanik ve atıl değil diyalektik ve çatışmacı oluşuyla ondan köklü bir şekilde kopar. Bu nedenle, onun siyaset teorisinin temel unsurlarını günümüze de uyarlamak mümkündür.

Yıllar önce Machiavelli ile ilgili uzun uzadıya yazmak için aylarca oturup okumuştum. Onunla ilgili pek çok yazıdan başka, kendi kitapları da elimden geçmişti. Sanırım o sırada Hükümdar dışında Türkçe çevirileri yapılmamıştı bunların; yapıldıysa da benim haberim yoktu. “Discorsi”nin İngilizce bir çevirisi de geçti ilk defa elime ve Machiavelli’nin engin zekâsıyla büyülendim. (Machiavelli N. Discourses on Livy. Çev. Ninian Hill Thomson. Dover: Londra, 2012.)

Aşağıdaki notlar, o çalışmanın ürünü.

Bunların büyük bölümü, geniş pasajlar halinde çeviriler; ancak ben de “şerh” niyetine pek çok şey ekledim. Dolayısıyla bu yazı, benim Machiavelli’den ne anladığımın bir özetidir.

Discorsi sopra la prima deca di Tito Livio”, 1510’ların ortalarında yazıldı, ne var ki yayınlanmasına ancak 1531’de, papalığın özel bir izniyle izin verildi. Bu sırada Machiavelli öleli dört yıl olmuştu.

Devletin tersinir biçimleri

Hükümdar’da şöyle diyordu:

Bütün ülkelerde gerçekten de iki zıt eğilim vardır: halk ne soyluların boyunduruğu altına girmek ister ne de onların kendilerini ezmesini; öte yandan seçkinler ise halkı yönetmek ve baskı altında tutmak ister. Söz konusu zıt eğilimler şu üç sonuçtan birini doğurur: Ya hükümdarlık, ya özgürlük, ya da anarşi.” (Hükümdar. Çev. Anita Tatlıer. Göçebe: İstanbul 1997, s. 61) Bu sınıflandırmayla Discorsi’de de karşılaşırız; yalnız bu defa öyle kısa ve veciz değil, çok daha etraflı; skolastik değil, ama bu biçimleri yaratan çatışmaları, bu biçimlerin hakim olduğu toplumların doğasını da ele alarak. Çok uzun bir alıntı olacak:

“… Roma hükümetinin doğasını tanıtmak ve onu mükemmelleştiren tesadüfî şartları tespit etmek arzusuyla, hükümetler hakkında yazan birçokları tarafından daha önce söylenmiş olduğu gibi ben de diyorum ki, bunların monarşi, aristokrasi ve demokrasi olarak bilinen üç biçimi bulunmaktadır ve … amaçlarına uygunluğu ölçüsünde, bu üçünden birine ya da diğerine başvurulur. Birçoklarının düşündüğü gibi diğer daha bilge öğretmenler de hepsi birlikte toplam altı hükümet formu olduğunu kabul ederler; bunların üçü tamamen kötü, diğer üçü de kendi içlerinde iyidir, ama yozlaşmaya öyle hazırdırlar ki bunlar da zarar verici hale gelirler. Yukarıda anılan üçü iyidir; bunlara bağlı olarak kötü olan üçü ise akrabası olduğu diğeriyle sezinlenmeksizin kolaylıkla yer değiştirebilir. Zira bir monarşi, kolaylıkla bir tiranlığa; bir aristokrasi oligarşiye, demokrasi ise anarşiye yozlaşmaya meyillidir. Eğer bir devletin kurucusu bu üç hükümet biçiminden birini kuracaksa, bunu sadece kısa bir süreliğine kurar, zira alabileceği hiçbir tedbir onun karşıtına kaymasını engelleyemez; bunun nedeni, bu durumda, erdemin ahlaksızlığa dayanmasıdır.

Hükümet formlarındaki bu çokluk insanlar arasında rastgele ortaya çıkmıştır. Zira dünyanın başlangıcında, sayıları az olan sakinleri, bir süreliğine vahşi hayvanlar gibi dağınık bir şekilde yaşadılar; ama daha sonra, sayıları artar ve çoğalırlarken, topluluklar içinde bir araya geldiler ve kendilerini daha iyi koruyabilmek için içlerinde en güçlü ve cesareti en yüksek olanı aramaya başladılar ve onu başları yaparak itaat ettiler. Daha sonra kötü ve utanç verici şeylerin karşıtı, şerefli ve iyi şeyler zuhur etti. Zira bir adamın velinimetine yanlış yaptığı görüldüğünde daima ve her yerde biri için nefret, diğeri için de sempati hissediliyordu ve şükran gösteren onurlandırılırken nankörün kınanıyordu; ve başkalarına yapıldığını gördükleri yanlışın kendilerine de yapılabileceğini tefekkür ederek, bunlardan kaçınmak için kanunlar yapmaya ve onları çiğneyenleri cezalarla ıslah etmeye giriştiler; ve bu şekilde adaletin itibarı büyüdü. Bundan sonra insanlar, yöneticilerini seçerken artık en güçlüyü değil ama onlar için en sağduyulu ve en adil olanı aramaya koyuldular.

Ama az sonra, hükümranlık seçime bağlı olmaktan çıkıp kalıtsal olmaya evrilince, bu kalıtsal egemenler atalarından yozlaşmaya başladılar ve saygın yollardan çıkıp, hükümdarların dünyanın geri kalanını ihtişam ve hafif meşreplikte ve bu vekiller başka ne arzu ediyorlarsa onda aşmaktan başka bir şey yapmasına gerek olmadığı kanaatine kapıldılar ki, hükümdardan nefret edilmeye başlandı, böylece [hükümdar — HY] korku hissetti ve korkudan da artık zarar vermeye geçerek, çok geçmeden tiranlık ortaya çıktı. Derhal hükümdarı devirme hareketleri ve, zayıflarca ya da kendileri için korkanlarca değil, ama tiranın utanç verici hayatını hoş göremeyen soylu, cesaretli, zengin ve mevki sahiplerinin ona karşı giriştikleri kumpas ve komplolar başladı. Bu güçlü adamların önderliğini takip eden çoğunluk, hükümdara karşı silahlara sarıldılar ve ondan kurtulup diğerlerine kurtarıcıları olarak itaat ettiler; bunlar da kendi paylarına mutlak egemenin adını nefrete bulayarak kendilerini bir hükümet olarak şekillendirdiler ve ilkin, geçmiş tiranlığın hatıraları henüz tazeyken, kendi yaptıkları kanunlara uydular ve kamusal refaha karşı kişisel menfaatlerini erteleyerek, hem kamusal hem de özel leri en yüksek çaba ve gayretle idare ettiler. Ama bu hükümetin, daha sonra, hiçbir zaman çileler okulunda okumamış ve talihin inişleri çıkışları hakkında hiçbir şey bilmeyen haleflerine geçmesiyle, basit bir yurttaş eşitliğine rıza göstermeyi istemeyip kendilerini rüşvet, ihtiras ve şehvete bırakan bunlar, yurttaşlık haklarına saygı göstermeksizin, mükemmel hükümeti azınlığın hükümetine dönüştürdüler ve çok kısa zamanda da tiranla aynı kaderle karşılaştılar.

Zira egemenlerinden nefret eden kalabalık, onlara karşı hangi yoldan olursa hücum etmeye kalkışanlara katılıyordu; bir kimse hızla yükselmeyegörsün, halkın yardımıyla onları deviriyordu. Ama tiranın ve onun ellerinde çekilen acıların hatırası, monarşiyi restore etme arzusunu tam da bu sebeple duymayan halkın zihninde hâlâ tazeydi; bunlar, ne bir kralın ne de asillerin yerinin olmadığı bir temel üzerinde kurdukları bir halk hükümetine rücu ediyorlardı. Ve bütün hükümetler ilkin saygı telkin ettiklerinden, bu hükümet de bir müddet sürdü, ama o kadar uzun değil; kendisini var eden kuşak ölüp gittikten sonra ancak nadiren devam edebildi. Zira hürriyet aniden kötüye kullanılmaya başlanmıştı; ne özel ne de kamu otoritesine saygı gösteriliyordu, herkes dilediği gibi yaşıyordu, her gün binlerce yanlış yapılıyordu. Bunun üzerine, ister zorunluluktan isterse de aralarındaki bilge bir kişinin önerisiyle ve anarşiden kaçınmak için olsun, halk monarşiye döndü, bundan da adım adım, zaten saptanmış olan davranış ve nedenlerle, döne dolaşa hürriyetin kötüye kullanılmasına vardı. Zira bu, bütün devletlerin içinde dönüp durduğu ve yönetildiği çemberdir; ancak aynı devlette aynı hükümet formları kendilerini nadiren tekrar eder, çünkü neredeyse hiçbir devlet böylesi bir çemberden birden fazla defa geçecek ve gene de bir arada bulunacak böyle bir canlılığa sahip değildir.” (25—28)

Burada önemli olan, devlet kurucusunun niyeti ne olursa olsun, kurduğu devletin bu üç biçimden birisi olacağı ve kısa bir süre sonra, her birinin kaçınılmaz olarak karşıtına evrileceğidir. Bu çember bir defa geçildikten sonra yinelenmesi nadir görülür. Kötülük bütün bu rejimlere içkindir: bütün bu altı hükümet biçimi de ölümcüldürüç iyi biçim kısalıklarından, üç kötü biçim de içkin kötülüklerinden [ötürü — HY].(28) Akıllı yönetici, bu üç iyi devlet biçiminin de iyi yanlarını almak ister, çünkü böylece her biri diğerini kontrol edebilir. Aynı şehirde bir monarşi, bir aristokrasi, bir de demokrasi bir arada mevcutsa, üçünün her biri diğeri üzerinde bir denetleyici olarak hizmet edebilir.(28)

Roma bu doğuştan kusurlu olmakla birlikte en istikrarlı biçime uyar. Bu şehir ilkin bir krallık olarak doğdu; veher ne kadar bu şehrin orijinal kurumları kusurlu olsa da, kendisini mükemmeliyete götürecek olan doğru yolun çok da dışında değildi.(29) Ve krallar bir defa sürüldükten sonra, yerlerini alacak iki konsül vardı — “ yani hem senatonun hem de konsüllerin bu cumhuriyette bulunması [sayesinde — HY] şehir, yukarıda sayılan iki, yani monarşik ve aristokratik unsura sahipti.(29) Romalı asiller sınıfı, yerlerini tamamen kaybetmemek için avamla bir iktidar koalisyonu kurmak zorunda kaldılar; böylece halk tribünleri yaratıldı. Artık üç devlet biçimi de tek bir Roma devleti içinde kendi etki alanlarına sahipti. Hükümeti krallardan asillere ve onlardan da halka geçmiş olsa bile, gene de, krallık unsurunun bütün otoritesinin asillerin otoritesini güçlendirmek için kurban edilmemiş olması, ve de asillerin otoritelerini avama bahşetmek için azaltmamış olmaları, Romanın iyi talihidir; ama üçü, birbirine karışarak, mükemmel bir devlet meydana getirdi; bu mükemmeliyete avam ve senatonun ihtilafları sayesinde ulaşıldı.(30) Roma’nın “ideal devlet” olması, bu çatışmadan doğar.

İlerlemenin biricik aracı olarak çatışma

Machiavelli kötümserdir; o, öncelikle asiller sınıfından nefret eder, sonra da genel olarak insanlara güvenmez. Bakınız: Daha önce [bir akrep gibi — HY] göğüslerinde tuttukları zehri sıradan insanlara tükürdüler … insanlar zorunlu olmadıkça asla iyi davranmazlar … ne zaman diledikleri gibi davranmakta serbest olsalar ve bütün kısıtlamalar kalksa, derhal kargaşa ve düzensizlik içine düşerler…(31—32) Roma’nın kralları olan tarquinler bir defa sürüldükten sonra, asiller sınıfının yüreklerini korkuyla doldurup kendilerini sınırlanmış hissetmelerine neden olan bu kralların yerini başka bir güç almak zorundaydı. Olası kargaşa ve çatışmanın her iki tarafın da (ama öncelikle asillerin) menfaatlerine nihai zarar verme ihtimali ve şiddet tehlikesi sonucu tribünler yaratıldı ve öyle bir mevki ve otoriteyle donatıldılar ki, bu daha sonra, onların halk ve senato arasında dimdik durmalarına ve asillerin küstahlıklarına direnmelerine olanak verdi.(32) Bu iki sosyal sınıfın özlemleri hiç değişmedi ve Roma’nın tarihi onların mücadele tarihleri olarak şekillendi: “… Roma’da bu tiranlığın yaratılmasında tayin edici adım, şehirlerde tiranlıkların yükselmesine aynı ölçüde katkıda bulunan şu bildik etkenlerdi: halkın aşırı hürriyet aşkı ve asillerin yönetmek için ihtiraslı arzusu.” (146) Arzularını tatmin edebilmek için, senato tribünlerden, halk ise konsüllerden kurtulmak istiyordu. Böylece, her iki sınıf da bu amaçlarına ulaşabilmek için bir adım olarak gördüler ve decemvirate kurulmasına rıza gösterdiler; decemvirate ise gerçekte otoritenin senato, tribün ve konsül gibi bütün sınırlarından kurtulduğu, hesap vermesine gerek olmayan tiranlıktan başka bir şeye evrilmiyordu. Her halükârda tiranlık halkın davası olmaktan çok asillerin amaçlarına uygun bir yönetim şekliydi; ama tiranlar çevrelerindeki dostlarını yok ederek tamah ve ihtirasla ancak bunların bir avucunu tatmin etmeye koyuldukları için, doğası gereği oligarşik yönelim içine girdiler ve asillerin tatmin edemedikleri kesiminin de öfkesini çektiler.

İnsan sanki içinde yaşadıklarını okuyormuş gibi hissediyor.

Beşinci bölüm,Senato ve Roma Ahalisi Arasındaki İhtilafın Roma Hür ve Kudretli Kıldığıbaşlığını taşır. Aslında bu başlık yeterince aydınlatıcıdır, ancak gene de, bu münasebetle, Machiavellinin siyaset diyalektiğine değinmekte yarar var.Romanın çalkantılı bir şehir olduğunu, tam bir düzensizlik içine düşmüş bulunduğunu, eğer iyi bir talihi ve askeri liyakati başka kusurlarını iyileştirmemiş olsaydı bütün diğer cumhuriyetlerin de aşağısında kalacağını iddia eden birçoklarının kanaatleri hilafına birkaç şey söylemek isterim.(33)Asillerle avam arasındaki bu ihtilafları kınayanların, Roma hür kılan esas sebebi kınadıklarını ve bu ihtilafların beraberinde getirdiği gürültü ve patırtıya, bunları takip eden iyi sonuçlardan daha fazla kulak verdiklerini (hem de her cumhuriyette, biri halkın diğeri de asillerin olmak üzere iki çatışan fraksiyon olması cihetinden hareketle, hürriyete yarayan bütün kanunların kökeninin, Roma örneğinde kolaylıkla görülebileceği gibi, bu çatışmada olduğunu tefekkür etmeksizin) iddia ediyorum.(33) Siyaset tarihi Machiavelliye kadar düzeni her şeyin üzerinde tutmuştu; zira düzen aynı zamanda tanrısal bir nitelik de taşıyordu. Düzen ve adalet, hem doğu, hem de batı siyaset düşüncesinde birbirini tamamlayan, biri olmazsa diğeri olmayan şeylerdi. Bu düşüncede düzenin sınıflarüstü bir karakteri olduğu kabul edilirdi; eflatuncu bir anlayışla, mevcut her tür devlet, nihayet, bütün çatışmaların yerini mutlak düzenin almış olduğu ideal bir devletin şu veya bu derecede gölgesidir. Başka deyişle,sınıfsız ve zümresiz bir külolma düşüncesi yirminci yüzyılın başlarında etatizmin ve faşizmin yükselişiyle ortaya çıkmış bir düşünce değil, bütün siyaset tarihinin baskın düşüncesidir. Machiavelli ilk defa bu düzen anlayışını tepetaklak edip yerine sınıflar çatışmasının sürekliliğini esas alan başka bir siyaset anlayışı geçirmektedir; hürriyetin veya daha genel olarakiyi sonuçların ancak bu çatışmayla mümkün olabileceğini öngörmektedir.Tarquinlerden Gracchiye kadar üç yüz yıldan fazla bir sürede, Romadaki patırtı nadiren sürgünle cezalandırmaya ve daha da nadiren kan gölüne yol açmıştır.Böylesine çok erdem örnekleri varken şehrin kötü yönetilmiş olduğunu da makul bir açıklamaymış gibi ileri süremeyiz; zira faziletli ameller köklerini doğru terbiyede, doğru terbiye bilge kanunlarda, bilge kanunlar da birçoklarının düşüncesizce kınadığı tam da bu patırtıda bulur.(34)

Öte yandan bu halkın olaylar karşısındaki tepkilerini — onların senatoya karşı sloganlarla toplanmalarını, dükkanlarını kapatmalarını, şehri terk etmelerini — acayip veya rezil bulanlar olursa onlara şu cevap verilmelidir: “… bütün şehirlerin, özellikle de önemli meselelerde halkından yararlanmak isteyen şehirlerin sakinlerinin, kendilerine has arzularını ifade etme yolları vardır.(34) Roma halkı bir kanunun geçmesini istediğinde ya yukarıda anlatılan şekilde davranırdı ya da askere yazılmayı reddederdi. Bu hür bir halktı, ve… Buraya gelince, okuduğum İngilizce metnin çevirisinden şüpheye kapıldım, zira şöyle diyordu: the demands of a free people are hurtful to freedom, since they originate either in being oppressed, or in the fear that they are about to be so.Başka bir çeviri buldum (Selected Political Writings, çev. David Wootton. Hackett: Londra, 1994); sanırım bu daha doğrudur:The demands of a free people are rarely harmful to the cause of liberty, for they are a response either to oppression or to the prospect of oppression.” “Hür bir halkın talepleri hürriyet davasına nadiren zarar verir, zira bunlar ya eziliyor olmaktan, ya da ezilecek olma korkusundan kaynaklanır.(95) Ve eğer kitleler hata ederlerse, onları hatalarından döndürmenin yolu her zaman vardır; o zaman değerli birileri çıkar ve kitlelere, kendilerini aldattıklarını gösterir.Zira halk cahil de olsa, Ciceronun dediği gibi, bu yüzden gerçeğin öğretilmesine ehliyetsiz değildir.(34) Biraz daha ileride, halkın öngörülerine, kendini yönetme becerisine olan güveni belirgin bir şekilde ortaya çıkar: “Dahası, hükümetin halkın ellerinde olduğu şehirlerin, çok kısa bir zamanda, her zaman hükümdarlar tarafından yönetilmiş şehirlerin yaptığını kat kat aşan olağanüstü gelişmeler gösterdiğini görürüz; Roma’nın krallarını sürmesinden sonra, ve Atina’nın da kendini Pisistratus’tan kurtardıktan sonra büyümesinde olduğu gibi; ve bunu, bir halkın yönetiminin, bir hükümdarın yönetiminden daha iyi olduğundan başka bir sebebe bağlayamayız. … eğer halkların ve hükümdarların bütün şanları ve kusurları dikkatlice tartılırsa, hem iyilik, hem de şan için bir halkın tercih edileceği görülür.” (194) Ama hükümdarların hükümetinde olduğu gibi halkın hükümeti de kanunla düzenlenmelidir, yoksa halkın hükümetleri de, hükümdarların hükümetleri gibi olacaklardır, ve ancak bu suretle, “… halkta, hükümdarda olduğundan daha büyük erdem görülecektir.” (194) Her ikisi üzerinde kanunların kontrolü olmadığını kabul etsek bile, “… iyi bir adam hummalı ve serkeş bir halkla konuşabilir ve bunlar iyi yola geri çekilebilir; ama kimse adi bir hükümdarla konuşamaz ve ona karşı kılıçtan başka bir kurtarıcı da bulunamaz.” (194)

O halde sorun, Roma için olduğu gibi, bugünün devletleri için de hürriyetin kimin ellerine tevdi edileceği sorunudur. Her cumhuriyette asiller ve avam olduğundan hareketle, geçmişte Spartalılarda ve şimdi de Venedikte olduğu gibi asillere mi, yoksa Romalılarda bir dönem olduğu gibi avama mı?Ve kuşkusuz, eğer asillerin ve avamın önlerine koydukları hedefleri sırasıyla incelersek, ilkinde egemen olmak için büyük bir arzuyu, ikincisinde de egemen olunmamak için saf bir arzuyu, böylece de hürriyete daha büyük bir bağlılığı buluruz, zira [hürriyeti — HY] yok etmekle kazanacakları, diğerlerinden daha azdır.(36) Hürriyeti koruma görevinin asillere tevdi edilmesi ise, iki iyi sonuca yol açar. İlkin, asillerin tutkuları tatmin edilmiş olur ve bunlar devlet içinde zaten daha yüksek mevkilerde bulunduklarından daha memnun olurlar. İkinci olarak da, onlar tarafından kullanıldığı takdirde büyük ihtimal sonu gelmez münakaşalar ve patırtılara götürecek olan bir otorite, istikrarsız kalabalıkların elinden alınır. … İster Roma gibi ateşli bir şekilde gücünü genişletmek isteyen, isterse de sadece devamlılığını sağlamaktan hoşnut bir cumhuriyet mevzu bahis olsun, ilk durumda her şeyde Roma gibi davranmak zorunludur, ikinci durumda ise … Venedik ve Sparta’yı örnek alabiliriz.” (37)

Daha sonraki uzun bir bölüm, bir cumhuriyet için Sparta veya Venedikin tuttuğu yolun ve Romanın tuttuğu yolun hangi koşullarda seçilebileceği üzerinde durur. Eğer bir cumhuriyet uzun bir süre ayakta kalmak istiyorsa, Spartanın yaptığı gibi sınırlarını yabancılara kapatırken askerlik hizmetini bir ayrıcalık haline getirir ve ülkeyi de sınırlı bir krallık ve senato aracılığıyla yönetir; veya Venedikin yaptığı gibi, henüz küçük bir şehirken asillerin iktidarını kurar, bunu mutlak hale getirir ve daha sonra gelen herkes, halihazırda mükemmel bir cumhuriyetin varlığına kani olup daha fazlasını istemez; yayılmasını ise asillerin ayrıcalığı olan askerliğe ve daha da önemlisi zenginlik ve kudrete tevdi eder.Fakat bütün insanlık meseleleri hareket halinde olduğundan ve olduğu gibi kalmaktan aciz bulunduğundan, ya yükselmeli ya da çökmelidirler; ve akılla ulaştığımız birçok sonuca, zorunlulukla geliriz.(44) Engels bir yerde buna benzer bir uyarıda bulunuyordu. Mealen, analiz için elimizde iki yöntem vardır; birincisi tarihi yöntemdir, bu durumda meselenin tarihi gelişimini inceleriz. İkincisi akıl yoludur; bu durumda kavramların aralarındaki ilişkileri inceleriz. Bunların ikisi çoğu zaman örtüşür ve daima aynı sonucu verir; zira akıl da tarihin ve doğanın ürünüdür.

Yeri gelmişken, şunu not düşeyim: Machiavelli’ye kadar, hatta ondan sonra da daha uzun bir süre, res publicae bir tür siyasi rejimin adı olmaktan ziyade halkının mutluluk içinde yaşadığı ideal bir düzen, Roma’nın krallıktan imparatorluğa kadar olan tarihi sırasında birçok kesintiye rağmen şu veya bu şekilde hayata geçirmeyi başardığı bir çeşit asr-ı saadet olmuştur. Bu sırada res publicae, cumhuriyeti değil commonwealth’i tarif etmektedir. Machiavelli’de ve modern zamanların ilk siyaset düşünürlerinde res publicae, bu yüzden, pekala bir krallıkta da uygulanabilecek türden düzendir.

Machiavelli, bir siyasi rejimde kitlelerin öfkelerini sokaklara veya silahlara taşmadan ifade edilebileceği kanuni nefes borularının açılması gerektiği üzerinde uzun uzadıya durur: “Demin söylediğimi tekrar ediyorum: Cumhuriyetler [bunu commonwealths olarak okuyun — HY] için kalabalıkların bir vatandaşa karşı hoşnutsuzluğunun kanunlar yoluyla nefes borusu bulabileceği bir kanal açmak ne kadar işlevsel ve zaruridir!” (47) Bu, sadece bir kanal açmak değil, gerçekte halkın iktidarının, veya hiç değilse iktidardaki büyük payının kanunla tespit edilmesidir. Zira Machiavelli bir hümanisttir, ezilenlerin davası onun için ezenlerin davasından daha üstündür. Daha sonra bunun hukuki biçimlerini anlatmaya girişir. Floransa’da Piero Soderini’nin düşmesini anlatırken, “Zira, güçlü bir yurttaşın yargılanacağı bir tribünal kurmak için yalnızca sekiz yargıç yetersizdir; yargıçlar sayısız olmalıdır, çünkü birkaç kişi, daima birkaç kişinin dilediğini yapacaktır.” (48) Aksi takdirde, örnekleri çokça görüldüğü gibi, ezilenler pekala barbar ordularını da bu adaletsizliğe karşı yardıma çağırabilir. Eğer Machiavelli’nin yazdığı her şeyi, hükümdara verilmiş öğütler olarak okursak, bütün bu öğütlerin vardığı nokta, hükümdarın meşruiyet kazanmak istiyorsa iktidarını uyruklarının ortak rızasına dayandırması gerektiğidir; bir başka deyişle hükümdarın egemeni olduğu mutlak otorite (yani otoritenin bu tek biçimi) kendisine halk tarafından verilmediyse, devlet tehlikede demektir. Denetlenebilir ve geri alınabilir, ama mutlak iktidar, iktidarın tek gerçek biçimidir. Aksi takdirde otoritelerin çatışmasıyla felaketlere davetiye çıkarmış olursunuz. Titus Livius’tan alıntı yapıyor: “Konsüllük yetkisini haiz üç tribün, bir savaşta birçok lidere sahip olmanın nasıl zararlı olduğunu kanıtladılar; zira bunların her birinin kendi kanaati olduğundan ve buna bağlı bulunduklarından, düşmanları için fırsatlar yaratıyorlardı.” (400)

Otuz dördüncü bölümün başlığında yazdığı gibi: “Diktatörün otoritesinin Roma Cumhuriyeti’ne iyi geldiği ve zarar vermediği: ve bir devlet için ölümcül olanın halkın hür oylarıyla verilen iktidarlar değil, ihtiraslı yurttaşların kendileri için gasp ettikleri iktidarlar olduğu.” (124) Roma’da diktatörlerin görev süreleri ve alanları kesin olarak saptanmış olağanüstü yetkili magistratlardan başka bir şey olmadığını hatırlayalım. Acaba Machiavelli, hükümdarın kalıcı egemenliğini pekiştirmek için onun halkın sesine kulak vermesini mi salık veriyordu, yoksa halkın iktidarda söz sahibi olabilmesini sağlamak için hükümdarı bir bahaneyle kendi otoritesini halk lehine sınırlandırmaya ikna etmeye mi çalışıyordu? Roma’da diktatörlük üzerinde uzun uzadıya dururken, bu kurumun, ancak kanunla ve gelenekle belirlenen sürelerle, senato ve halkın temsil organları gibi yerleşik (yani kamunun yararına) olan kurumları asla ilga etmemek, onlara zarar vermemek kaydıyla seçildiğini özel olarak vurgular. Bu nedenle, sözgelimi Sezar bir diktatör değildir; çünkü Roma’nın yapısal ve olumlu bir kurumu olan diktatörlüğün bu özgül nitelikleri Sezar’ın mutlak hükümdarlığında artık söz konusu değildir. Demek ki, tıpkı bir devletin yurttaşlarına karşı kadirşinas davranmasının ancak onun niyetleriyle değerlendirileceği gibi (biraz aşağıya bakın), hangi adı taşıyor olursa olsun, diktatörlük gibi bir kurum ancak şehrin halk için güvenliğine veya en genelde onun azametine katkıda bulunuyorsa meşru ve haklıdır ve bu durum da onun hukuka uygunluğuyla belirlenir; aksi takdirde bir gasptan başka bir şey değildir. Ancak bu durumda bile “… hem otoritenin verilme tarzı ve hem de süresini dikkate almalıyız.” (128) “Otorite sınırlanmaksızın ve uzun bir dönem, yani bir yıl ve daha fazlası için verildiyse, daima tehlike söz konusudur ve sonuçları da emanet edildiği kişilerin iyi veya kötü olmasına göre iyi veya kötü olacaktır.” (124) Decemvirate dönemlerinde bu tehlike hep yaşanmış ve “… Roma’da Decemvirate halkın hür ve açık oyuyla gerçekleşmiş olsa bile, bu cumhuriyetin hürriyetlerini yaralamıştır.” (124) Demek ki otorite mutlaka sınırlandırılarak ve başka kurumların (tribünlerin, konsüllerin ve senatonun) geçici bir şekilde sınırlanmış otoritelerini asla ortadan kaldırmayacağı garanti edilerek diktatörlerin eline tevdi edilmiştir; hatta bu diğerlerinin otoriteleri, var olmaya ve diktatörün otoritesini denetlemeye devam etmiştir. Machiavelli’ye göre cumhuriyetin hürriyeti demek, her halükârda, avamın asiller karşısında köle olmama hürriyeti demektir; bu ise siyasi organlar içinde avamın en azından asiller kadar güçlü olması dışında başka bir yolla sağlanamaz. Birçok Roma tarihçisi, Cumhuriyet’in Sezar ile birlikte tiranlıkla sona ermesini ebedî Roma İmparatorluğu’nun başlangıcı olarak neredeyse semavi bir olay diye karşılanırken, Machiavelli bunu, Roma’nın azametinin sonu olarak lanetler — bu temelli farklılığın nedeni, avamın köle olmama hürriyetinin ortadan kalkmasından başkası değildir. Ben bunu, düpedüz, halk için bir hürriyet tutkusu olarak görüyorum; Machiavelli’nin siyaset teorisinin özünde yatan budur. İlerleyen sayfalarda Tarım Kanunu tartışmalarına değinirken bunu uzun süren bir kan banyosunun nedeni diye görüp olumsuzluyor gibidir; üstelik de bütün bu kavgaların sonu Sezar’ın tiranlığıyla noktalanmıştır: “… Sezar ve Pompey’in zamanında gerginlik yeniden ortaya çıktı; ve arkasından gelen savaşta zafer, Roma’nın ilk tiranı olan Sezar’ın oldu; onun zamanından sonra şehir bir daha asla hür olmadı. İşte … Tarım Kanunu’nun sonu böyle geldi.” (134) Bütün bunlardan, eğer Tarım Kanunu girişimi olmasaydı, yani eğer avam bu kadar tamahkâr davranmasaydı da asillerin toprak hırslarını ezmeye kalkışmasaydı, cumhuriyet daha uzun ömürlü olurdu, sonucu mu çıkıyor yoksa? Hayır, gerçek tam tersidir. Cumhuriyet her halükârda bir tiranlıkla noktalanacaktı; ama avam, mücadelesiyle bu süreci geciktirdi: “Yani Tarım Kanunu tartışmalarıyla Roma’nın köleliğe sürüklenmesi üç yüz yıl sürdüyse, eğer avam bu kanun aracılığıyla ve başka taleplerle asillerin ihtirasını devamlı dizginlemeseydi, şehir pek muhtemeldir ki çok daha kısa bir zamanda köleleşecekti.” (135)

Bu konuya daha ileride de döner, üstelik daha sarih cümlelerle. Bu, bütün demokrasi tartışmalarının temel önermelerinden biri: görev süresinin kesin bir şekilde belirlenmesi. Görev süresinin mütemadiyen ve hatta ilanihaye uzatılması, bir halkın köle oluşunun da nedenlerinden biridir:

Eğer Roma tarihinin seyrini incelersek, bu cumhuriyetin dağılmasına iki şeyin neden olduğunu görürüz: birincisi, tarım kanunlarıyla ilintili ortaya çıkan ihtilaflar; diğeri de, askeri yetkilerin süresinin uzatılması. Zira bu meseleler başlangıçtan itibaren iyice anlaşılmış olsaydı ve uygun tedbirler uygulansaydı, Roma’nın hürriyeti daha uzun olurdu ve daha az huzursuzluk içinde sürerdi.” (426) Böylece bir kez daha bildiğimiz anlamda imparatorluğun (yani aslında tirandan başka bir şey olmayan imparatorun idaresi altındaki imparatorluğun) Roma’nın bir cumhuriyet olarak ideal hayat döngüsünde bir kesintiden, hatta yıkımdan başka bir şeyi ifade etmediği vurgusuna geliyoruz. Bu yıkımın nedeni olarak ortaya koyulan sebeplere yakından bakmakta yarar var. Bunlardan ilkini yukarıda incelemiştim; o zaman, Machiavelli’nin sınıf çatışmalarını Roma tarihindeki motor güç olarak gördüğünü göstermiştim. Ancak çatışma en uç noktada, yani tarım kanunlarıyla hukuki çerçevesi çizildiği şekilde bir sınıfın diğeri üzerinde kesin zaferi kazanması düğümüne dayandığında, artık yapacak bir şey yoktur. İkinci sebep, bir idari tedbir olmasına rağmen, bütün (burjuva) demokrasilerinde ve komünizm teorisinde (ve de pratiğinde) keskin bir vurguyla birlikte anlaşılmalı. Bu, bütün yönetim mevkilerinin seçimle değiştirilebilir olma ilkesidir. Yetkinin neredeyse sonsuzcasına temdidi antidemokratiktir ve bu durum, eninde sonunda rejimin niteliğinin değişmesiyle sonuçlanacaktır — yani, Roma’da olduğu gibi, onu köleliğe taşıyacaktır. Böylece, o ana kadar mevcut olmayan proconsul yetkisini ilk defa Publius Philo’ya veren senato, bunu yapmak için kamu iyiliği açısından geçerli nedenleri olsa bile, “… yine de onların bu kararnamesi, zamanı geldiğinde Roma’yı köleliğe götürdü.” (427) Aynı süreçte orduda da benzer bir gelişme yaşandı: komutanların görev süresi sürekli olarak uzatılmaya başlandı: “Bu, iki zararlı durumun ortaya çıkmasına yol açtı: ilkin küçük bir grup insanın komutanlık için eğitilmesine; ikincisi, bir komutanın komutanlığının uzun süreliğine uzatılmasıyla onun askerleri üzerinde, zamanı geldiğinde senatoyu da önemsiz sayacak ve sadece kendisine bakacak bir etki ve üstünlük kazanmasına. … Romalılar sivil ya da askeri otoriteyi asla uzatmasalardı, imparatorluklarını kurmaları daha uzun sürecek olsa bile, kesinlikle köleliğe daha sonra maruz kalırlardı.” (427)

İktidarın mutlak niteliği

Dokuzuncu bölümün başlığı aslında yeterince aydınlatıcıdır: “Bir commonwealth’e yeni kurumlar vermenin veya eski kurumları tamamen yeni bir temel üzerinde yeniden inşa etmenin, tek bir insanın eseri olması gerektiği.” (54) Machiavelli devrimlerin adamıdır ve bütün devrimler, şu veya bu ölçüde, hayatın ağır aksak da olsa görece dingin aktığı istikrar dönemlerinin tersine, birkaç kişinin iradesine bağlı hale gelir ve yeni yaratılan kurumlar da, tıpkı romanlardaki kahramanların, yazarlarının ruh dünyalarını eciş bücüş de olsa yansıtan aynalar olmaları gibi, bu kişilerin karakterinden izler taşır. Kitlelerin tarihin tekerleğini çevirmemek için gösterdiği büyük direnç yüzünden (çünkü henüz nelere muktedir olduklarını bilmemektedirler) siyaset sahnesinin milyonların döngüsel hayatından çok uzaklarda sahneleniyor olması, Machiavelli’yi kaçınılmaz dönüşümün motor gücü olarak önderleri görmeye zorlamıştır; bunlar, kurumları yaratırlarken isterlerse Romulus gibi kardeşlerini katletmiş olsunlar, “… yaptıkları kişisel ihtirasları yüzünden değil kamunun iyiliği içindi.” (55) Bana öyle geliyor ki Machiavelli, çağının önderlerini harekete geçmek üzere iteklemek için, doğu hükümdarlarının danışmanlar ordusunun yaptığına benzer şekilde, bu prensleri yaptıkları her şeyin kişisel değil, kamusal olduğuna ikna etmeye çalışıyordu; nitekim bu konuyu kapatırken sözünü şöyle bağlıyordu: “… bir devlete yeni kurumlar veren biri yalnız başına durmalıdır; ve … Remus ve Tatius’un ölümünden dolayı Romulus, suçlanmaktansa aklanmalıdır.” (57) En nihayetinde, siyasetin gerçeği şundan başkası değildir: Tahtta gözü olan bütün şehzadeler ona oturmaya hakları olduğunu düşünürler; ama tahtı bir tanesi ele geçirir ve oturmaya da sadece onun hakkı vardır. İster korkunç kişisel ihtirasların isterse sudaki yaprak kadar iradesiz olup da olaylara kapılıp gitmenin sonucu olsun, bütün önderlerin zafere kadar yaptıkları her şeyin adı, zaferden sonra, yüksek fedakârlık, davaya adanmışlık ve öngörü olur.

İktidarın mutlak niteliğiyle halkın hürriyet arzusu çelişir mi? Bir ölçüde, evet. Ama zaten, hürriyete alışkın olmayan halklar, tıpkı kafes hayvanları gibi, bir anda serbest bırakıldıklarında ne yapacaklarını bilemezler; kendilerine yeni bir efendi aramaya koyulurlar. Bir hükümdar, halkın hürriyet arzusunun nedenlerini incelediğinde, onların “pek azının hürriyeti, iktidarı ele geçirebilmek için arzu ettiklerini, ama sayısız diğerlerinin yalnızca güven içinde yaşayabilmek için bunu arzu ettiklerini görecektir.” (81) Böyle bir cumhuriyette, işlerin idaresinin başında olan kırk, elli kişi dışındaki hemen herkesin tek amacı güvenlik içinde yaşamaktır ve hükümdar otoritesini tesis ettikten ve düzen ve kanunları egemen kıldıktan sonra, “hiçbir şeyin onu bu kanunları çiğnemesine neden olmayacağını” bilmek onları dinginleştirir; böylece “mutluluk içinde ve endişesiz yaşamaya başlarlar.” (81) Bununla birlikte mutlak iktidarın kökleri demokraside olsa daha iyidir — meğerki “halkın ahlakı bozulmuş” olmasın. “Tekrardan, kanunlara gelirsek, tribünlerin her biri ve magistratinin de belli başlıları halka kanunları ibraz etmekle mükelleftiler; ama bunlar [kanunlar — HY] geçmeden önce, her vatandaşın lehte veya aleyhte konuşmasına açıktı. Yurttaşlar iyi oldukları sürece bu iyi bir sistemdi, zira her yurttaşın ülkesinin yararına olduğunu düşündüğü şeyi önerebilir olması ve herkesin de onun önerisine dair görüşlerini ifade etmeye hakkı olması daima iyi bir şeydir; böylece bunları duyan halk da, neyin en iyi olduğuna ayırt edebilirler. Ama halkın ahlakı bozulunca, bu epey zararlı bir kurum haline geldi; zira o zaman kanunları teklif edenler (ve kamusal hürriyetin çıkarları için değil kendi otoriteleri için) yalnızca güçlülerdi; ve çünkü, korku sayesinde kimse bunların teklif ettiği kanunların aleyhinde konuşacak cesareti gösteremiyordu, halk ya kandırılmış, ya da kendi yok oluşlarına oy vermeye zorlanmıştı.” (87) Halkın ahlakı dediği, ahlaktan başka bir şeydir. Tuhaf ama günümüzde de karıştırılıyor bu. Demokrasi bilinci, ahlaki kavramlarla niteleniyor. Oysa bu, daha ziyade, halkın kendi-için oluşunun bilincine varışıdır. Bu da tarihi onun bilinçli bir şekilde yapmasıyla ilişkilidir; bu bilinç kayboldukça “halkın ahlakı” da zayıflar.

Her halükârda mutlak iktidar keyfiyete değil kanuna dayanmalıdır. “… bir hükümdar ya da commonwealth için uyruklarının zihinlerini sürekli teyakkuz halinde tutmak ve devamlı olarak tekrar ve tekrar ceza ve şiddet belirsizliğine sokmak nasıl da yıkıcıdır … güvenliklerinden korkan insanlar kendilerini saran tehlikelere karşı emniyetleri için her fırsatı değerlendirecekler ve yeni çarelere başvurmak için giderek daha fazla cüretli ve daha az özenli olacaklardır.” (157)

Romalıların kendi yurttaşlarına karşı, Atinalıların yapmış oldukları gibi kadirşinaslıktan uzak davranmadıkları üzerine uzun uzadıya durur. Ancak burada, Robespierreden en azından 250 yıl önce, belirgin bir jakobenci görüş hakimdir: eğer Roma, Atina gibi hürriyetinden yoksun kılınsaydı, yurttaşlarına zerre kadar şefkat göstermezdi.(110) Bunun kralların sürülmesinden sonra iki örneği vardır. İlki, Collatinusun, Romanın kurtuluşunda yer almasına karşın,Tarquin adını taşımasından başka hiçbir neden olmaksızınsürgüne gönderilmesidir. İkincisi ise Publius Valeriusun Caelia tepesinde bir ev yaptırdığı için sürülmesidir.Roma bu iki olayda ne kadar sert ve şüpheci olsa da, büyümesinin bir ilk aşamasında ve tam gücüne erişmeden önce Atina gibi kendi yurttaşları tarafından haksızlığa uğramış olsaydı, kadirşinaslıktan da Atina kadar uzak davranacağını da kabul edebiliriz.(110) Mao,devrimler o kadar alicenap şeyler değildir,derken tam da bunu kastediyordu. Bu durum, halkın hatasız olduğu anlamına gelmez elbette; hür kurumlarla yaşayan bir şehrin önünde daima hürriyeti kazanmak ve korumak gibi iki hedef bulunduğundan, aşırı hürriyet tutkusu bu her iki hedefin de takip edilmesinde zorunlu olarak hatalar yapılmasına yol açacaktır.(113) Demek ki sorun, herhangi bir rejimin kendi yurttaşlarınasert ve kuşkucuyaklaşması değil, bunun ne amaçla gerçekleştiğidir. Bir şehir (cumhuriyet, commonwealth) söz konusu olduğunda hürriyeti elde etmek ve korumak için (hiç değilse zaman zaman) böyle bir yaklaşım içinde bulunulması kaçınılmazdır.

Kitap İki, Bölüm 33: “Romalıların, ordularının komutanlarına tam yetki tevdi ettikleri.” (332) İktidarın bölünemezliği. Buna daha önce de değinmişti. Dediğine göre, Romalılar, ordularının komutasını verdikleri birinin görevleri sırasında işledikleri suçtan dolayı asla ağır ceza vermezlerdi; eğer bilerek hata ettilerse ancak yumuşak bir ceza verirlerdi; yok eğer cehaletle hata ettilerse, cezalandırmak bir tarafa onu ödüllendirdikleri bile olurdu.(118) Bu bölüm üzerinde durmakta fayda var. Zira seçilmiş yöneticilere eksiksiz otoritenin verilmesi, bence, Machiavelli’nin öngördüğü anlamda Roma İmparatorluğu’na en çok benzeyen ABD’de, başkanlık sisteminin ta kendisidir. Romalıların “… konsüllerine, diktatörlerine, ve ordunun diğer komutanlarına ne kadar geniş bir yetki sunduklarına dikkat edilmelidir; bunların hepsini tam otoriteyle donatılmış olarak buluruz; senato kendisine savaş ilan etme ve barış yapmadan başka bir ayrıcalık tanımış değildi, bunun dışında her şey konsülün aklıselimine ve kararlılığına bırakılırdı. Zira halk ve senato savaşa karar verir vermez, örneğin Latinlere karşı olduğu gibi, bütün sorumluluğu konsüle verirlerdi, o da istediği gibi savaşabilir ya da muharebeden çekilebilir ve uygun olduğunu düşündüğü diğer bir kente saldırabilirdi.” (332) Senato tarafından bir kişiye bir sorumlulukla ilgili tam yetki verilmesinin, örneğin savaş kararı alındıktan sonra bir konsüle bu savaşı istediği şekilde sürdürme yetkisinin verilmesinin nedeni olarak, zaferin şanının başkalarıyla paylaşılmak zorunda kalması durumunda bir komutanın daha az dikkatli ve daha üşengeç olabileceğini gösteriyor Machiavelli; bu, Clausewitz’in, komutanların bir parça kariyerist olması gerektiğine dair gözlemini hatırlatıyor doğrusu. Diğer bir neden ise, nerede çokluk, orada… diye özetlenebilir: senato veya başka bir organ, komutanın sorumluluklarına öneriler yoluyla karışacak olursa, bu önerilerin gerçek duruma uymama veya anlaşılmama durumu ortaya çıkabilir; bu durumda sorumluluk, gerekli olduğu gibi yerine getirilemez. “Bu mesele üzerinde durdum, çünkü bizim Venedik ve Floransa gibi modern cumhuriyetlerimizde, buna başka bir açıdan bakılıyor; öyle ki, komutanlar, müfettişler ya da provedditori bir yere bir top yerleştirecek olsalar, ülkelerindeki otoriteleri bilgilendirmek ve onlara danışmak zorundalar.” (333)

Roma tarihi, feodalizmin kalesi kiliseyi hedef alıyor

“… Romalılar tarafından başka ulusların topraklarına girerken hangi yöntemlerin takip edildiği … yeni bir bölgede daima kendileri için tırmanacakları bir merdiven, geçecekleri bir kapı veya tutunacakları bir araç olacak dostlar ararlardı.” (209) Henüz yakın tarih olan uzak hürriyet günlerini anlatan şu satırlarda, materyalist bir tarihçinin bakışı vardır: “Etraflarındaki ülkeleri ve daha uzak bölgelerdeki belli yerleri boyunduruk altına alırlarken Romalılara hiçbir şey, o günlerde birçok ulusun içinde doğmuş bulunduğu hürriyet aşkından daha fazla bela yaratmadı; onlar bunu öyle bir inatla savunuyorlardı ki, [onlarınkinden — HY] daha yüksek bir cesaretle üstesinden gelinir değildi. Zira sayısız olaydan, bu ulusların hürriyetlerini korumak veya yeniden kazanmak için çabalarken ne tür tehlikelerle yüzleşmeye hazır olduklarını ve kendilerini bundan yoksun bırakanlara karşı nasıl intikam aldıklarını biliyoruz.” (211) Sıra, bu “antik milletlerin” neden hürriyetlerine bugün bizim olduğumuzdan daha düşkün olduklarına gelince, ilginç bir gözlemi var: “günümüzdeki terbiyenin eski çağlardakinden farklı olması; ve o zamanki ve bugünkü hakim dinlerin farklı niteliği.” (214) Bir sonraki cümlede “bugünkü” dinin (hıristiyanlığın) “gerçeği ve gerçek yolu” gösterdiğine değinir gerçi, ama bu kadarı bile, onun, hürriyete böyle bir tutkuyla bağlılığa neden olan eski dine gizliden bir hayranlık duyduğunu göstermeye yeter, bana kalırsa. Roma ordusu mensuplarının kendilerine, silah arkadaşlarına ve komutanlarına duyduğu sarsılmaz güven üzerinde durduğu Kitap Üç’ün 33’üncü bölümünde, bir kez daha bu meseleye geri döner ve bu güvenin kaynakları arasına Romalıların dinini de koyar — böylece, bu gizli hayranlık bir kez daha ortaya çıkar. (451) Sonra, marksist bir tarihçi titizliğiyle, eski dinlerin maddi özelliklerini anlatmaya koyulur: şimdiki ayinlerin basitliğine ve barışçıl görünüşüne karşılık o zamanki kurban ayinlerinin karmaşık törensel niteliği, ibadet edenlerin ateşini yükselten kanlı sahnelenişler, şimdiki gibi semavi işlerde başarılı olanların değil, dünyevi işlerde şan kazanmış olanların (ordu komutanları, şehirlerin egemenleri; hatta bedensel güç, irilik gibi “all those other qualities which make men brave”) yüceltilmesi… “… din, ülkemizin yüceltilmesine ve savunulmasına imkân verir; onu sevmenin ve onurlandırmanın görevimiz olduğunu görürüz ve onu savunmaya muktedir ve hazır olmak için azim gösteririz.” (215) Demek ki din, maddi bir güç teşkil ettiği müddetçe ve o ölçüde önemlidir; din maddileşmiştir. Fransız ihtilalinin deist dinini hatırlatıyor bize; ama bu da gayet doğal değil mi; nihayetinde burjuva ihtilalinin olmadığı bir devrin jakobeni Machiavelli de. Yazdıkça cesaretini topluyormuşçasına, giderek kiliseyi biraz daha açıktan hedef almaya ve daha ağır şeyler söylemeye başlar: “Demek ki, o eski yüceliğin ve bu çağdaş çürümenin nereden ortaya çıktığını tayin etmekte bir güçlük yoktur, değil mi ki bunun izi, geçmişte hakim olan hür bir hayata ve şimdi hakim olan köleliğe kadar sürülebilir. Zira tam bir hürriyet içindeki bütün ülke ve bölgeler en hızlı ilerlemeyi gerçekleştirirler. Çünkü, bu ülkelerde evlilikler kısıtlanmamış, ve hatta istenir olduğundan, daha kalabalık bir nüfus buluruz; her erkek, [büyüdüklerinde — HY] babalarının mirasının ellerinden alınması endişesi taşımayacak, bakabileceğini düşündüğü kadar çok çocuk sahibi olma arzusuyla doludur ve bu çocukların köle değil hür doğduklarını bilmekle kalmaz, ülkelerinin başta gelen kimseleri olmak için liyakatlerine göre yükselebileceklerini de bilir. Böylece, böylesi devletlerde, hem tarımdan hem de imalattan gelen zenginliğin katlandığını görürüz. Zira herkes, bunlardan yararlanmaktan alıkonulma ihtimali olmadığını bildiğinde, zenginlikleri toplamayı ve bunları kendi mülkiyetine eklemeyi sever. Ve de, böylesi devletlerin yurttaşları kamusal ya da özel refahı teşvik etme eğiliminde olan her şeyde birbirleriyle yarışırlar; her iki durumda da sonuç olarak harika bir büyüme vardır.” (216) Bu sayılan iyi şeylerin hepsi de, “bugün” olmayan şeylerdir; ve bunun sorumlusu, açıktan zikredilmiyor olsa bile, kiliseden ve onun temsil ettiği düzenden başka nedir ki? İnsanların çocuk sahibi olmalarının önüne onun düzeni engel koymuştur, çünkü onun düzeninde hiç kimse, mülkünün çocuğuna geçeceğinden emin değildir. Dünyevi şeylere karşı onun düzeni bir horgörü içindedir, oysa zenginlikler, dünyevi olmaktan başka nedir ki? Ve onun düzeninde eğitim, hür çocuklar değil, köle çocuklar yaratmaya yöneliktir; köleler ülkesinde ise ne tarım ne de imalat serbestçe yapılabilir — ve bunun sorumlusu da kilisenin temsil ettiği düzenden başkası değildir. Demek ki, Machiavelli’nin, Roma’nın cumhuriyet dönemini ideal bir devlet yönetimi dönemi olarak görmesinin altında, Roma Cumhuriyeti’ni feodalizmin antitezi olarak ileri sürüşü yatıyordu.

Bu nüfus meselesinin üzerinde biraz daha ayrıntılı durmak gerek. Mesele, sadece miras hakkının devredilmesinin önündeki hukuki engeller yüzünden nüfus artışının engellenmesi değildir. Esas mesele, nüfusun serbest hareketinin engelleniyor olmasıdır; bu ise, tam olarak Marx’ın, köylülerin “her şeyden, üretim araçlarından bile özgürleşmesi” dediği şeydir. Köylünün serbest hareketi, şimdi evvel ve ahirmiş gibi görmeye başladığımız bu burjuva düzenimizde siyasi hürriyet dediğimiz şeyin yaratıcısı olan süreçtir; üretim aracına, ve onun en mükellefi olan toprağa bağımlı olan köylü, hürriyetten yoksun olmanın cisimleşmiş haliydi. Oysa topraktan, ekmekten, attan, sığırdan azade köylü, tam olarak hür köylüdür. Bütün burjuva anayasalarının hürriyetleri dört başı mamur, kendinden menkul şeyler olarak ele alıp bunları, neredeyse değişmez bir düzende alt alta sıralamalarının nedeni, sadece birinin diğerinden etkilenmesi, bir anlamda birbirlerini kopya etmeleri değildir. “Yerleşme ve seyahat hürriyeti” sıralamadaki yeri aşağılarda bulunsa bile bütün hürriyetlerin temelidir. Machiavelli’de erkeklerin istedikleri kadar üreme hürriyeti gibi ortaya çıkan şey, iç içe geçmiş mülk edinme, miras hakkı ve yerleşme ve seyahat hürriyetidir.

Kitap Üç, Bölüm 1, birkaç açıdan ilginçtir; ama en dikkat çekici yanı, kiliseyi hedef alıyor olması. Öncelikle, Haldun’u hatırlatan bir tarih anlayışıyla, söze şöyle başlar: “Kuşkusuz, bu dünyadaki her şeyin süresinde bir sınır vardır …” (334) Eğer bir değişiklik olması gerekiyorsa, bunun, devletler ve mezhepler söz konusu olduğunda, “tanrının tayin ettiği yolu takip edeceğini” söyler; bu değişiklikler, “onları ilk çıkış noktalarına geri taşıyacaktır.” (334) Devletlerin değiştiği bilinmeyen bir şey değildi; zaten devletler böyle bir iddiada da bulunmuyorlardı, tersine, Machiavelli’nin siyaset teorisinde ortaya çıkışı bile, böyle bir değişiklik beklentisinin, hatta zorunluluğunun ortaya çıkmasından kaynaklanmıştı. Ancak mezheplerin, ve İtalya’yı ilgilendirdiği ölçüde de Vatikan’ın temsil etmekte olduğu Katolik kilisesinin değişmesi gerektiği iddiası, tamamen yenidir. Bu iddia Vatikan’ı dehşete düşürmüş olmalı; belki de Machiavelli’yi sevimsiz bir liberal, hatta gizli bir rafızi olarak görmekteydiler.

Özellikle ikinci kitabın esas devrimci muhtevası, dini hedef almasından kaynaklanıyordu: “Commonwealth’lerle ilgili bu kadar konuşmak yeter, ama mezhepler söz konusu olduğunda, örneğin dinimizin böyle bir yenilenmeye ihtiyacı olduğunu görürüz. Zira bizim bu dinimiz doğduğu hale Aziz Francis ve Aziz Dominick tarafından geri taşınmış olmasaydı, kısa zamanda tamamen ortadan kalkardı.” (338) Bunlar son derece cesur kelimeler, Vatikan’dakilere neler düşündürmüştür, kim bilir! Zira bu ikisi, İsa’yı taklit ederek yoksulluk içinde yaşadılar ve “… insanların zihinlerindeki ölmekte olan inanç alevini yeniden yaktılar … Zira yoksulluk içinde yaşayarak ve insanların günahlarını çıkarmak ve onlara vaazlar vermek suretiyle büyük bir otorite kazanarak, onları kötü olan hakkında dahi kötü konuşmanın kötü olduğuna, ve egemenlere itaat etmenin iyi olduğuna inandırdılar; çünkü onlar [egemenler — HY] yanlış bir şey yaparlarsa da haklarındaki hükmü tanrı verecektir. Bu öğretiyle bu egemenler olabildiğinde kötü davranma cesareti buldular, çünkü ne gördükleri, ne de itibar ettikleri bir cezalandırmadan korkuları yoktu. Yine de, dinimizi devam ettiren ve devam ettirmekte olan işte bu yenilenmedir.” (338) İlkin, kilisenin zenginliğine karşı Francis, Dominick ve bizzat İsa’yı referans göstererek ağır bir dokundurmada bulunuyor; sonra bu üçünü de (İsa’yı bu defa anmadan) zalim egemenleri cesaretlendirdikleri için kınıyor ve buna rağmen, dinin yaşamasını sağlamış oldukları için, kiliseyi onların örneklerini takip etmeye çağırıyor. Machiavelli kilisenin yasaklılar listesinde kaldıysa eğer, piskoposlar onu doğru okuduğundandır.

Francis ve Dominick örnekleri, yoksulluk içinde yaşamalarıyla, kiliseyi eleştirmenin bir yoluydu. Romalıların yoksulluğa değer verdikleriyle ilgili romantik hikâyeler anlattığında da, tıpkı Francis ve Dominick’te olduğu gibi, aslında çubuğu tersine bükmüş oluyordu: bu şekilde zamanının hükümdarlarını eleştiriyordu. “Ve zamanımızda en çok hangi halkların soygunculuğa ve benzeri başka tecavüzlere yöneldiğini düşünülürse, onların sadece, kendileriyle benzer bir tabiata sahip egemenlerini kopya ettikleri ortaya çıkacaktır. … Zira yoksul olmakla birlikte zenginmiş gibi yaşamayı seçen bu hükümdarlar sayısız zalimliklere başvurmaya zorlanmaktaydılar ve çeşitli yollar uygulamaktaydılar; para gasp etmek için buldukları başka utanç verici araçların yanı sıra, belli fiilleri yasaklayan kanunlar geçireceklerdi, ve sonra onları ihlal eden de ilk kendileri olacaktı; pek çok kişinin aynı türden tecavüzlere başvurduğunu görene kadar bu ihlalleri cezalandırmayacaklardı da; ceza verdiklerinde de, yaptıkları kanunlar aşkına değil, bunu açgözlülükleri yüzünden yapacaklardı.” (438)

Hükümet değişiklikleri, devrimler ve amansız olmak gereği

Birincisi, mükemmel bir devlet teşkilatı kurmak mümkün değildir, üstelik bütün devletler de günün birinde çökerler. İkincisi, bununla birlikte, bir devleti başka devletler karşısında görece istikrarlı ve uzun süreli kılmak mümkündür, meğerki onu mutlak kabul etmeyip sürekli yenilemeyi ilke edinmiş olalım, yahut bizim irademiz dışında, tesadüfler, onu yenilenmek zorunda bıraksın. “En sağlam ve en uzun süre ayakta kalan devletler, ya kurumlarının müdahalesiyle kendilerini yenileyenler, ya da herhangi bir plandan uzak, kazara yenilenmek durumunda kalanlardır.” (334) “Mezhepler, commonwealth’ler ya da krallıklar” böyle yenilenirler; aksi takdirde zamanla yozlaşırlar ve “zorunlu olarak çürürler.” “Commonwealth’ler söz konusu olduğunda, çıkış noktasına [yani kurucu ilkelere — HY] bu dönüş ya dışsal bir arazla, ya da içsel bir sağduyuyla meydana gelir.” (335) Bir commonwealth’de bu geriye dönüş işi, ya parlamentodan toplumun üyelerini bağlayan kanunlar geçirerek olur, ya da aynı etkiye sahip olmak üzere erdemleri kanunlarla aynı etkiye sahip birinin ortaya çıkıp yükselmesiyle.

Machiavelli burada ilk bakışta sanki devrimden söz ediyor gibidir, oysa 1434—1494 yılları arasında Floransa’nın durumuyla ilgili verdiği örnek, açıkça hükümet değişikliklerinden söz etmekte olduğunu gösteriyor: “… hükümet beş yılda bir yenilenmedikçe neredeyse devamlılığını koruyamıyordu; böylece bu, onların, insanların zihinlerinde, ilk hükümet kurduklarında (ki bu sırada otoritelerini rencide eden herkesi ibretlik şekilde cezalandırmaktaydılar) telkin ettikleri aynı dehşet ve teyakkuzu uyandırması anlamına geliyordu. Zira böylesi cezalandırmanın hatıraları ölüp gittiğinde, insanlar yeni komplolara bulaşma ve yöneticileri hakkında kötü konuşma cesareti kazanırlar; bunun tek çaresi, her şeyi başlangıçta olduğu gibi restore etmektir.” (337) Demek ki, Machiavelli’nin hükümet değişikliklerinden beklediği şey, bugün öngörülen şey değildi; ama gene de, periyodik hükümet değişikliklerini cumhuriyetlerde kaçınılmaz gören ilk o olsa gerektir.

Bununla birlikte, devrim yahut karşıdevrimde amansız olmak gerektiğini vazeder. “… eski zamanların kayıtlarını araştıranlar, bir hükümet biçiminde değişiklik gerçekleştikten sonra, bu ister commonwealth’ten tiranlığa, isterse tiranlıktan commonwealth’e doğru olsun, şeylerin yeni düzenine düşman olanlara ibretlik cezalar verilmesi gerektiğini anlayacaklardır.” (342) Buna en iyi örnek, Iunius Brutus’un Roma’yı kralların elinden kurtarıp hürriyetini kazandırdıktan sonra bu hürriyete düşman olan kendi oğullarını ölümle cezalandırıp infazlarında da hazır bulunmasıdır. Böyle yapmak zorundadırlar, çünkü “… zaman, kötü niyetin hakkından gelemez ve ya da bunlar iyiliklerle yatıştırılamaz.” (343) Bölüm 4’ün başlığı: “Bir gasıbın, kendi hükümdarlığı esnasında, bu hükümdarlıktan kendilerini yoksun bıraktığı kişiler hayatta oldukça asla güvende olmadığı.” (344)

Kitap Üç, Bölüm 7: “Hürriyetten köleliğe, ve kölelikten de hürriyete değişikliklerin neden bazen kan dökmeden, başka zamanlarda ise kanla sulanarak yapıldığı.” (373) “Değişimle karşı karşıya olan hükümetin başlangıcında ya şiddet vardır, ya da yoktur. Ve başlangıcında şiddet olan hükümet birçok kişiye zarar vererek yola koyulmak zorunda olduğundan, onun çöküşünde de, zarar görmüş olanların intikamlarını alma arzusu duymaları kaçınılmazdır; bu intikam arzusu, çok kimsenin katledilmesi ve ölümüyle sonuçlanacaktır. Ancak bir hükümetin kökleri bütün topluluktaysa ve otoritesini bütün topluluktan türettiyse, topluluk bu otoriteyi geri çekerse, onu kendisinden aldığı hükümdardan başka kimseye zarar vermesi için bir neden yoktur.” Bu gözlemin doğruluğu ya da yanlışlığı kanıtlamaz, ancak burada daha önemli olan, otoritenin bütün uyruklardan türetilmesi yolundaki zımni çağrıdır; çünkü ancak bu durumda, devrim, kamu otoritesini herhalde kamunun arzusu hilafına kullanmakta olan hükümdarlar dışında kimseye zarar vermeden gerçekleşir. Bu ilginç çağrı bir kez daha, şu veya bu siyasi düzen söz konusu olduğunda, Machiavelli’nin hangi safta bulunduğunu ortaya koyuyor: siyasi otoritenin, bütün toplumun iradesini yansıtan bir kamu otoritesi şeklinde ortaya çıktığı siyasi düzenden yanadır o; öğütleri hükümdarlar için yazılmış da olsa, gerçekte hiç de hükümdarlardan yana değildir.

Bu, gerçek anlamda bir devrim ve karşıdevrim dersidir.

Feodalizmin antitezi olarak Roma

Şimdi Roma’nın bu işi nasıl olup da başardığını biraz daha ayrıntılı incelemeye koyulabiliriz; yani nasıl olup da “bugün” sahip olmadıklarımıza sahip olmayı başardığına, ve nasıl olup da çevresindeki hür insanlarla dolu ülkeleri ele geçirdiğine. “Crescit interea Roma Ablae ruinis,” derler: “Roma, Alba’nın yıkıntıları üzerinde yükselir.” Machiavelli’nin derdi iktisadi sistemler değil siyasi rejimlerdi. İtalya’nın birliğini sağlamak için Roma’yı inceliyordu, Roma da bir zamanlar, İtalya’da şimdi sürüsüne bereket olduğu gibi bir şehirden ibaret olup bir imparatorluğa evrilmeyi başardığına göre, bu, tekrar başarılabilir bir işti. Nüfus meselesi onun için bu açıdan önemliydi. Zira nüfusu az olan bir şehir, yükselip emperyal bir güç haline gelemezdi; bunun tersi ise, Roma örneğinde görüldüğü gibi, mümkün ve imparatorluğa erişmenin aşamalarından biriydi. Öyleyse şimdi bir şehrin nüfusunu artırmanın yolları üzerinde durma vakti gelmiştir. Bunun iki yolu vardır: kibarca ya da zorla. “Kibarlıkla, şehrinize gelmek ve yerleşmek isteyen bütün yabancılara güvenli ve açık bir yol önerdiğinizde, yani onları kendi rızalarıyla gelmeye cesaretlendirdiğinizde olur; zorla ise, komşu şehirleri yok ettiğinizde, onların sakinlerini sizinkinde yaşamak için getirdiğinizde. Bu yöntemlerin ikisi de Romalılar tarafından başarıyla uygulandı, öyle ki, altıncı kralın devrinde şehrin surları içinde silah taşımaya ehil seksen bir yurttaş yaşamaktaydı.” (219)

Bütün bunlar, bizi, iktidarın genişletilmesi meselesine getiriyor. Bu, tekrar etmek gerekirse, şehirlere bölünmüş İtalya’nın siyasi birliğini sağlamak meselesiydi aynı zamanda.

Eski tarihi dikkatle okuyan herkes, cumhuriyetler tarafından iktidarlarını genişletmek için üç yol kullanılmış olduğunu gözlemleyeceklerdir. Bunlardan biri, eski Etrüsklerin takip etmiş olduğu, birçok devletin bir konfederasyonunu meydana getirmektir; bunda kimse, diğerlerinin otorite veya mevkisi üzerinde üstün gelmez, ve her biri de, elde ettiklerini diğerlerinin de paylaşmasına izin verir. Bu, günümüzde İsviçre Birliği tarafından, eski zamanlarda Yunanistan’da ise Akhalılar ve Etolyalılar tarafından uygulanmıştır.” (220) Arkasından, Etrüsklerin özenli bir özetine girişir; zira onlar birçok savaşta Romalıların karşısına çıkmışlardır. “İkinci yöntem, ana komutayı, hükümet koltuğunu ve itibari üstünlüğü elinde tutmaya dikkat etmek suretiyle, kendine müttefikler ya da dostlar bulmaktır. Bu, Romalıların takip ettiği yöntemdir.” (221) “Üçüncü yöntem, kendinize doğrudan uyruk olan, ancak sizinle dostlar olarak birlikte bulunmayan başka devletler elde etmektir; bu da Spartalıların ve Atinalıların uyguladıkları plandı.” (221) Bu sonuncu yöntem, Spartalıların ve Atinalıların çöküşünün gösterdiği gibi, tamamen yanlıştı; çünkü bu iki devlet de “başka bir nedenden değil, idare edebileceklerinden daha fazla dominyon elde ettiklerinden yıkıma uğradılar.” Şehirleri, özellikle de hür yaşamaya alışmış olan şehirleri elde tutmak için büyük ordular gerekir; bunun için de kendi yurttaşlarınızın nüfusu yeterli olmalıdır. Romalılar ise, uyguladıkları ikinci yöntemde “ucu bucağı olmayan bir iktidara ulaştılar.” (222) Roma böyle yapmakla başarılı oldu; ancak “… bu devletler, farkında olmaksızın, kendi çabalarıyla ve kendi kanlarıyla, kendi köleleşmelerini hazırlıyorlardı.” (222) Ve Roma, ordularını adanın dışına gönderip kendi egemenliğini kurumsallaştırmaya başladığında, Roma’nın bu sözüm ona “eşit” dostları bir anda çevrelerinin Roma uyruklarıyla sarıldığını, ve Roma iktidarının büyüklüğü altında ezildiklerini fark ettiler; ancak o zaman hata yapmış olduklarını anladılar. Bundan sonra, eski hürriyetlerini yeniden kazanma yolundaki bütün girişimleri ise, artık iktidarının doruğuna ulaşmış bulunan Roma tarafından ezildi; üstelik de şimdi, doğrudan doğruya uyruklar haline geldiler. “Bu yöntem … yalnızca Romalılar tarafından takip edildi; ama iktidarını genişletmek isteyen bir cumhuriyet tarafından başka bir plan da uygulanamaz; tecrübe, başka hiçbir planın böyle güvenli ve kesin olmadığını göstermektedir.” (222) Oysa birinci yöntemde, iktidarın büyük bir genişlemesi görülmez; zira her devlet bir diğeriyle eşit koşullarda olduğundan, bunların ortak bir hedef için anlaşması epey güçtür ve savaşta büyük şeyler ele geçirilmesi (veya kaybedilmesi) mukadder olduğu için, büyük bedel ödediğini düşünenlerin bunu paylaşmak da işine gelmez. Dolayısıyla doğrudan savaş işine hiç girmemek daha iyidir. Büyük şeyler kaybetmektense küçük şeyler kazanmak daha akla yatkındır. Bu da, bu tür birliklerin daha baştan sınırları olduğunu gösterir; bunlar emperyal egemenliklere uygun değildirler, ama gene de, Atinalıların yöntemiyle karşılaştırıldığında, ehven-i şer kabul edilebilirler. Bu konfederal birlikler, üyelerinin sayıları arttıkça, başka devletleri korumaları altına almaya girişebilirler veya başka ülkeler için paralı asker kaynağı haline gelebilirler: İsviçrelilerin, Suvaranların, ve eski örneklerin gösterdiği gibi. Romalılara gelince, “Romalılar böylesi yöntemlerle [yani — HY] bir yandan savaşlarını işgal ve kesin zaferle hızla sonuçlandırırken, diğer yandan bir düşmanı müzmin çatışma durumuyla yıpratarak, ve tekrardan, barışı avantajlı şartlarda sonuçlandırarak, devamlı olarak zenginleşiyor ve güçleniyorlardı.” (231)

Milli ordu

Milli orduların önemi üzerinde durduğu XXI’inci bölüm ilginçtir. Açık ki, feodal savaş ayrıcalığının yerine hukuki hürriyet, yani düpedüz burjuva düzeni üzerine oturacak halk ordularını propaganda ediyor. İlkin Tullus’tan örnek verir: Bu Roma kralı, şehri kırk yıldır barış içinde bulunduğundan, savaşa girişmeye karar verdiğinde muharebe tecrübesi olan bir kişi bile bulamadı. Buna rağmen çevresindeki savaşçı komşu halklardan paralı asker toplamaya da kalkışmadı; kendi vatandaşlarına güvendi ve “… onun idaresinde halk kısa zamanda hayranlık uyandıran askerler haline geldi.” (94) VIII. Henry’nin başarılı Fransa seferini de örnek olarak gösterir: otuz yıldır barış içinde yaşayan ve düşman yüzü görmemiş olan bu halk iyi donatılmış ve yakın zamanda başarılı bir İtalya seferinden çıkmış bir ülkeye saldırmış ve başarılı olmuştur; çünkü barış zamanında savaş zamanlarının disiplininden uzaklaşmamıştır. Öte yandan, Roma tarihine bir bakış, orduların ancak kendi davalarını güttükleri zaman başarılı olduklarını göstermektedir: “… Romalılar konsüllerin idaresinde daima muzaffer oldukları halde, decemvirate idaresinde daima yenildiler. Bu, paralı asker birliklerinin neden değersiz olduklarını anlamamıza yardımcı olur …” (152) Ordu ilk durumda kendi tutkularını tatmin ettiği halde ikinci durumda başkalarının ihtiraslarını tatmin etmesi beklenmektedir; oysa o zaman ne sadakat, ne de adanmışlık göstermesine gerek yoktur. Gerçi decemvirate döneminde orduların eski yürekliliği hiç de azalmış değildir, ama aynı ruh yoktur. Askerler hür adamlar olarak savaşmaya başladıklarında tekrar başarılı olurlar. Savaşın kaslarınıaltının değil, iyi askerlerin, teşkil ettiğini tekrar ediyorum.” (242)

Düzenli milli ordular konusundaki ısrarını sürdürmeye devam edecektir. Hemen bütün ordu meselelerini, bunların temeli olarak gördüğü milli orduları propaganda etmek için araç olarak kullanır: “Muharebede bir ordunun muzaffer olmasını garanti etmek için, mutlaka sahip olunması gereken inançla onu esinlemelisiniz. Ona bu güveni veren nedenler, iyi silahlanmış ve disiplinli olması, ve askerlerin birbirlerini tanımasıdır. Bu şartlar ancak aynı ülkede doğmuş ve büyümüş askerlerde bir arada bulunur. Aynı şekilde, ordu, komutanını sağduyusuna kesinlikle güvenecek kadar iyi bilmelidir; bu da onun, refahta dikkatli, disiplinde özenli, muharebede cesur ve diğer durumlarda ise mevkiinin itibarını onurla korumasıyla mümkündür. [Komutan — HY] Bu şartları, hataları cezalandırırken gerek yoksa adamlarını bezdirmeyerek, onlara verdiği sözleri tutarak, zafer yolunun kolay olduğunu onlara göstererek, onları bir tehlike tehdidinden koruyarak veya bu tehlikelerin belli bir mesafeden görünmesini sağlayacak şekilde meseleleri aydınlatarak gerçekleştirir. Bu tedbirlerin gözlenmesi, bir orduya büyük güven verecektir; zafere taşıyacak bir güven.” (451) Aslında bir profesyonel ordunun mensuplarının kendine, silah arkadaşlarına ve komutanlarına güven duyması için hiç de aynı ülkede doğmuş ve büyümüş olması gerekmez; adı üzerinde, ordu profesyonelse, bu güvene sahip olmak için yeterince eğitim ve tecrübeye sahip olması gerekir zaten. Ancak Machiavelli’nin bu konudaki ısrarının, milli devletlerden yana bir olmasından başka bir nedeni yoktur.

Milli ordu, esas itibariyle piyadeden oluşmak zorunda, zira feodalizm döneminde köylünün süvari sınıfına alınması neredeyse vaki değildi. Bu yüzden ileride uzun uzadıya, Romalıların piyadesinin neden karşı karşıya geldiği süvari orduları karşısında üstünlük sağladığı hakkında mülahazalarda bulunur (ki bunlar, aşağı yukarı Edirne muharebesine kadar doğrudur). Bununla ilgili o sıralarda yakın zamanda yaşanmış bir başka muharebeye de sık sık atıfta yapar. Bu, İsviçrelilerin Novara muharebesidir. Novara, Milano Düklüğüne bağlı ikinci büyük kentti ve İsviçreliler de Milano Dükü için çarpışan paralı piyade askerleriydiler. 1513’de 10 bin kişilik bir Fransız ordusu şehri kuşatmaya koyuldu. Ancak kuşatmadan kısa süre sonra 13 bin kişilik bir İsviçre piyade ordusunun sürpriz saldırısıyla karşılaştı. Saldırı çok ani olmuştu, ancak gene de Fransız ordusundaki paralı Alman hafif piyadesi Landsknecht muharebe düzenine geçmeyi başardı, Fransız topçusu da toparlandı. Buna rağmen İsviçreliler dört taraftan Fransızlara saldırarak biçtiler, Almanları uzaklaştırdılar ve toplarını da ele geçirdiler. Muharebe boyunca Fransız ağır süvarisi toparlanmayı başaramadı. Demek ki, Machiavelli’nin kendisinin de belirttiği gibi, piyade, ağır süvari karşısında kesin bir üstünlük elde ediyordu. Süvari, Osmanlı tecrübesinden yakından bildiğimiz gibi, ayrıcalıklı bir sınıfın ayrıcalıklarından biriydi; ancak piyade, kitlelerin geniş çaplı bir seferberliğini gerektiriyordu. Böylece, Machiavelli’nin öneri ve öngörüleri alt alta sıralandığında kesin bir burjuva düzeninden yana olduğu ortaya çıkıyordu (ve bu, o sırada köklü bir devrim demektir): Kitlelerin iktidar üzerinde söz sahibi olmaya çalışmasının, yani avamla soylular arasındaki sınıf çatışmalarının Roma düzeninde de görüldüğü gibi rejimin istikrarının ana unsurlarından biri olduğu, kitlelerin savaşçı duygularını, itkilerini törpüleyen kilise düzeninin ise savaşlardaki başarıların engellerinden birisi haline geldiği, aynı düzenin miras hakkı ve seyahat hürriyeti önüne koyduğu engellerin nüfus artışına engel olarak gelişimi engellediği, ortaçağların ortak özelliği olan paralı askerlere karşı milli orduların geliştirilmesi (Kitap İki, Bölüm 20 tamamen bu konuya ayrılmıştır) vb. Machiavelli kiliseye ve feodalizme karşı kesin bir pozisyon alıyordu. Sanırım kilise bu durumun farkındaydı; bu nedenle, Discorsi’nin yayınlanmasına ancak yazarının ölümünden sonra izin verdi.

Ve tarih bize piyade askerlerinin üstünlüğünün doğruluğunun kanıtlandığını öğrettiğine göre, benzer şekilde eskilerin uyguladığı diğer yöntemlerin de yararlı ve kullanışlı olduğuna inanmak lazımdır.” Demek ki Roma, Machiavelli’nin gözünde bir asr-ı saadet olduğu için değil, başkalarının gözünde asr-ı saadet olduğu için, onun tavsiyelerinde karşılaştırma amacıyla yer buluyordu. “Ve bu bir kere kabul edilince, hem hükümdarlar hem de commonwealth’ler yapmakta olduklarından daha az hata yapacaklardır, ani bir saldırıya direnmek için daha güçlü olacaklardır ve güvenlik için tek umutlarını artık sadece kaçmakta bulmayacaklardır; zira bir devleti yeni kurumlarla donatmayı üstlenenler, artık, bunlara ne yön vereceklerini, bu yolun genişleme mi yoksa sadece kendini koruma istikametinde mi olacağını daha iyi bileceklerdir; ve de, vatandaşlarının sayısını artırmanın, diğer devletleri hükümranlık altına almaktansa onlardan arkadaş edinmenin, edinilen toprakları savunmak için koloniler göndermenin, ganimetleri kamu hazinesinde tutmanın, düşmanı kuşatmalardansa akınlarla ve muharebelerle yenmenin, kamu hazinesini zenginleştirmenin ve özel zenginliği bastırmanın, ve şevkle, bütün askeri tatbikatları uygulamanın bir devleti büyütmek ve onun imparatorluğunu genişletmek için doğru yollar olduğunu göreceklerdir.” (279—280) Görünürde Machiavelli makyavelist; ancak unutmamak gerek: o, bu öğütlerini İtalya’nın şehir devletleri için yazıyordu. Bütün bunlarla başlıca amacı, İtalya’nın siyasi birliğinin sağlanmasıydı. Tam da bu yüzden, daha ileride, şehir surlarının gereksizliği ve hatta zararlılığı üzerine uzun bir bölümle karşılaşırız.

“… bir cumhuriyetin kısıtlı sınırlar içindeyken uzun süre barışçıl hürriyet ortamında kalması mümkün değildir. Zira o, diğerlerini taciz etmekten kaçınsa bile, diğerleri onu taciz etmekten muhtemelen sakınmayacaklardır; dolayısıyla iktisaplar edinme arzu ve zarureti derhal büyümek zorundadır; ya da dışarıda düşman yoksa bile, içeride olacaktır, zira bu, bütün büyük devletlerde görülmektedir.” (280) Bu noktada Almanya’daki devletçiklerin neden bir istisna teşkil ettiği sorusu ortaya çıkar; nasıl oluyor da Alman şehirleri, hürriyet ortamını bu kadar uzun süre savaşsız soluyabiliyorlar? Bunun tarihi nedeni, güçlü Alman şehirlerinin, Roma imparatorlarının güçsüz düştükleri devirlerde hürriyetlerini onlardan satın almış olmalarıdır; bu satın alma işlemi ilkin aracılarla yapılırken, giderek doğrudan imparatorla yapılmaya başlandı; böylece bu şehirler, aracıların uyrukları olmaktan da çıkmış oldular. Romalıların Germania dedikleri topraklar bir süre sonra İsviçrelilerin isyan ederek Avusturyalı egemenlerinden ayrılmalarıyla, “Almanya, sonuç olarak, İsviçreliler, Hür Şehirler adını alan topluluklar, Prensler ve İmparator arasında bölündü; ve böylesine çok çatışan çıkarlar arasında savaşların patlamamasının veya yapılanların da kısa sürmesinin nedeni, bu emperyal otoritenin sembolüne sahip olan herkese gösterilen saygıda yatar. Zira imparator bir [maddi — HY] güce sahip olmasa bile, gene de diğerleri arasında öyle bir itibarı vardır ki, onları bir arada tutabilir, ve, bir arabulucu olarak rol oynayarak onlar arasındaki herhangi bir anlaşmazlığı hızla bastırabilir.” Bu eğilimin istisnası İsviçrelilerin ayrılığıdır. Bu dönemde emperyal otorite Avusturya dükünün elindeydi ve uzatmalı savaş da onunla İsviçreliler arasında sürüyordu. İsviçrelilerin inatçılığı aşılamadığı gibi, Almanya’nın geri kalanı da imparatora yardım etmedi. Hür Şehirler, bu durumdan bir menfaat sağlayarak istedikleri gibi yaşayabilmek için, prensler ise ya yoksul olduklarından, ya da eşitler arasında birinci durumdaki imparatoru kıskandıklarından bu yardımı esirgediler. “Dolayısıyla bu topluluklar dar sınırlarının içinde hallerinden memnundurlar, çünkü, emperyal otoriteye itibar ederler, büyüme arzusu taşımazlar; ve aynı zamanda surları içinde birlikte yaşamak zorundadırlar, çünkü her zaman bir düşman bulunmaktadır ve onların ayrılıklarının sebep olacağı bir giriş kapısı bulmaya hazır beklemektedirler.” (282) Ancak kuşkusuz bu durum sadece Almanya’ya özgüdür, diye ekler Machiavelli. “… başka ülkeler … ya birlikler kurarak, ya da Romalılarınki gibi yöntemlerle iktidarlarını genişletmek zorundadırlar.” (282) Öyle anlaşılıyor ki Machiavelli zamanında İtalya’nın mevcut durumunun buradaki şehir devletlerine Almanya’da olduğu gibi istikrarlı bir hürriyet ortamında gelişme olanağı sağlayacağına inananlar bulunuyordu. Machiavelli’nin, bu yöntemin (özel şartları nedeniyle) yalnızca Almanya’da işe yarayacağına olan ısrarının nedeni budur, demek ki. Öte yandan ona kalırsa bir devletin varlığını korumasının tek yolu, Romalıların yapmış olduğu gibi, emperyal genişlemeden geçer. Ancak (Hannibal’in oyalandığı Capua gibi) bazı şehirler vardır ki, “… bunun gibi şehir ve bölgeler, fatihlerinden intikamlarını kan ya da barutla almazlar; onları şeytani gelenekleriyle zehirleyerek, herhangi bir saldırı karşısında yenilgiye hazır hale getirirler.” (283) “Yenenlerin yenilmesi” — nasıl da marksist bir tarih anlayışı!

Romalılar önce gevşek bir idari yapı kurdular; yarımadada dostlar olarak egemenlikleri altına aldıkları halkların, şehirlerin kendilerini kendi kanunlarıyla yönetmelerine ses çıkarmadılar, onların eskisi gibi yaşamalarına izin verdiler. Yarımadanın dışına çıktıklarında ve yabancı devletleri eyaletler haline getirdiklerinde ise bu durum değişmeye başladı. İlkin Capualılar, Roma vatandaşlığının sunduğu nimetlerden yararlanmak için Roma’dan kendilerine Praetor göndermesini istediler. Onları Antium takip etti. Livius der ki: “… Roma’nın silahları değil kanunları, şimdi bir etki yaratmaya başlamıştı …” (288—289) İmparatorluk öncesi Roma, yarımadadaki ilhaklarını doğrudan değil, fethedilen halkların arzularını gözeterek yapmıştı; ancak Alp dağlarını bir defa aşınca, fethedilen halkları doğrudan egemenliği altına almaya başladı. Ama Machiavelli, henüz Roma’nın doğusuna bakmıyor. Batıda işler böyle yürümüştü, doğru; ama doğuda, Anadolu’da, ilkin Bergama’da görüldüğü gibi, cumhuriyet döneminde yarımadadakine benzer, ama ondan biraz daha gevşek bir sistem gelişmeye başlamıştı.

Romalılar, asr-ı saadetleri esnasında “hürriyetin ve mertliğin sesine” hep değer verdiler. Bu ses en çok, boyunduruk altına almak istedikleri asil düşmanlarından yükseldi. O zaman onları ezmeyi değil, onları kendilerinden kılmayı tercih ettiler. Çünkü ezilen hürriyet her zaman yeniden sesini yükseltir. “Bir hükümdar ya da commonwealth için, savaş onları, kendilerini ya müttefiklerine bir ganimet sunmak, ya da düşmanlarına bir av olarak bırakmak zorunda koymaktayken, önerilen şartlarda bir barışın yapılmasının yıkıma uğratmasının mukadder olduğu durumlardaki gibi, ne barışı kabul edebilme, ne de savaşı sürdürebilme gibi bir sıkıntıya düşmekten daha kötü bir felaket olamaz.” (294) Latinler bir defasında Romalılar karşısında bu duruma düşmüşlerdi: “Roma ile dostluk da düşmanlık da aynı şekilde ölümcüldü.” (294) Latinler bu felaketle karşılaştıklarında Camillus, Livius’un dediğine göre, durumu Senato karşısında şu sözlerle anlatıyordu: “Ölümsüz tanrılar sizi, şimdi mülahaza etmekte olduğunuz, önünüzde bulunan, Latium’un mevcudiyetini koruyup korumayacağını ilan etme meselesinin tam efendileri haline getirdi. Latinleri ilgilendirdiği müddetçe devamlı bir barışı merhamet ya da zor yoluyla temin edebilirsiniz. Fethettiklerinizle ve kendilerini sizin ellerinize sunanlarla acımasızca uğraşacaksanız, bütün Latin milletini yeryüzünden silebilirsiniz. Atalarımızın âdeti olduğu gibi Roma’nın gücünü mağlup edilenlere vatandaşlık haklarını vererek artıracaksanız, şimdi, ve kendinize en yüksek şanı sunarak bunu yapma fırsatınız vardır. Bu mutlaka onların itaat etmekten keyif duyacakları en güçlü hükümettir. Demek ki şimdi sizin zamanınızdır; herkesin zihni, ne olacağını tartmaktadır; onların üzerinde ceza yoluyla mı, yoksa mükâfat yoluyla mı üstünlük kurulacak?” (295) “Bu önerge üzerine senato, konsülün önerisine uygun olarak, onu bütünüyle yok mu edeceğini yoksa şefkatle mi muamele edeceğini her şehrin durumuna göre ayrı ayrı ele almaya karar verdi. Merhametle davrandıkları şehirlere, yurttaşlık hakları vererek ve her bireyin servetini koruyarak muafiyetler ve ayrıcalıklar bahşettiler. Diğerlerini yeryüzünden sildiler ve onların yerine koloniler yerleştirdiler; ya buraların sakinlerini Roma’ya sürdüler, ya da öyle dağıttılar ve yaydılar ki, bunlar bir daha asla ne silah ne de istişare yoluyla zarar verecek kadar güçlü olmadı. Zira, söylediğim gibi, … Romalılar asla yarım tedbirlere başvurmazlardı.” (295—296) “… Livius iki noktaya dikkatimizi çeker: İlkin … egemenlik altına alınan bir halkın ya kucaklanacağı ya da ezileceği; ve ikincisi, … bilgelikle ve korkusuzca mert bir tavrı sürdürmenin ne kadar avantajımıza olduğu.” (297) Fatihin adaletinin keskin olması gerektiğine dair sözlerinden sonra gene de Machiavelli’nin merhametli bir tavırdan yana olduğunu söyleyebiliriz. Gene Livius’tan, Privernum ayaklanmasına katılan Latinlere dair verdiği örnek bunu gösteriyor, bana kalırsa. Bu ayaklanmadan sonra şehrin sakinleri Roma üstünlüğünü kabul etmişler ve aralarından bir heyet, senato önünde af dilemesi için Roma’ya gönderilmişti. Bir Romalı senatör, onlardan birine sordu: “Yurttaşlarının hangi cezayı hak ettiğini düşünüyorsun?” Privernumlu cevap verdi: “Kendine hürriyeti layık görenlerin hak ettikleri gibi bir ceza.” — “Ama,” dedi konsül, “cezanızı bağışlarsak, sizinle nasıl bir barış umut edebiliriz ki?” — “Eğer adil şartlarda olursa, sağlam ve kalıcı bir barış; eğer adil olmazsa, kısa süreli bir barış.” Livius’un dediğine göre, senatörlerin birçoğu bu sözlerden hoşnut olmasa da, aralarından bilge biri şöyle dedi: “Hürriyetin ve mertliğin sesini duydunuz, böyle konuşan bir adamın ya da halkın ona utanç veren bir durumda icap ettiğinden daha uzun kalması gerektiğine asla inanmam; zira bu, isteyerek kabul edilen güvenli bir barıştır; değil mi ki kulluk dayatılmak istenen yerde iyi niyet aranamaz.” Böylece Privernumlulara Roma vatandaşlığı verildi; senatonun kararında şu kelimeler vardı: “tek düşüncesi hürriyet olan insanlar, Romalı olmaya gerçekten layıktırlar.” (297) Machiavelli devam eder: “… hürriyet içinde yaşamaya alışmış güçlü devletlerle ilgili bir hüküm vermemiz gerektiğinde, onları ya tamamen yok etmeli, ya da büyük hoşgörüyle davranmalıyız; ve başvurabileceğimiz başka her türlü yol, faydasız olacaktır.” (298)

Kitap İki, Bölüm 30: “Gerçekten güçlü prenslerin ve commonwealth’lerin dostlukları parayla değil, ama yüreklilikleriyle ve cesaretlerinin anıyla kazandıkları.” (322) İmparatorlar idaresi altında Roma’nın durumu bozulmaya başladı, diye her fırsatta vurgular; örneğin, cumhuriyet döneminde Roma asla dostlukları parayla satın almadığı halde, imparatorlar döneminde “… gün ışığındansa gölgeleri sevmeye başladılar, artık barışı, şimdi Farslardan, sonra Almanlardan, başka zamanlarda da başka komşu milletlerden satın almaya koyulmuşlardı. Ve bu, büyük imparatorluklarının gerilemesinin başlangıcıydı.” (324) Burada ilginç bir nokta var. O, Roma’yı kendinden menkul bir imparatorluk olarak ele alıyor; yani rüşeym halindeki Roma da, cumhuriyet dönemindeki Roma da onun gözünde imparatorluktu; zira imparatorluk, bütün rejimler arasında en ideal olanıydı (Roma’nın, Rönesans’ın başında Avrupa’nın ve bilhassa da İtalya’nın aydınları arasında asr-ı saadet sayıldığını biliyoruz) ve bu ideal rejim, kendi ideal varlığını cumhuriyet biçiminde kazanıyordu (bu da, Machiavelli’yi çağının diğer aydınlarından ayıran en temel niteliklerinden biri). Machiavelli Roma’dan, 16. yüzyılı aydınlatan ideal bir imparatorluk modeli olarak söz ettiği her defasında, aslında cumhuriyet Roma’sından söz ediyor.

Öte yandan o, çok açık ki, dostluklardan, mertlikten, fethedilen şehirlerin hürriyet arzusundan, bu arzunun güçlenerek fatihin karşısına dikilebileceğinden, bu yüzden iyisi mi onları kendin kılmaktan söz ederken, aslında İtalya’da olası birlik savaşlarını kastediyor ve bu amaçla uyarıyor hükümdarı: yenen, yenilen şehri ezmesin, onunla birlik olsun. Çünkü nihayetinde birliği sağlamak içindir bu mücadele.

Kurucuların adları şanla anılır

Siyaset kuramcısı olmak bir şeydir, belli bir siyaset tarzını savunmak başka bir şeydir. Siyaset kuramcısı olarak Machiavelli pekala makyavelist sayılabilir; ancak bugün dahi birçok aydının önünde, gerçek bir aydınlanmacıdır. Kimleri en çok methettiğine ve kimlerden en çok nefret ettiğine bakın: “Dinlerin yazarları ve kurucuları en çok methedilenler arasındadırlar.” Belli bir dinin, veya Hristiyanlık açısından hak dinlerden birinin kurucuları değil, (genel olarak) dinlerin kurucuları demesine dikkat edin. “Onlardan sonra krallıkların ve commonwealth’lerin kurucuları gelir.” “Bunların yanında, orduların kurucuları olarak kendi dominyonlarına ya da ülkelerine başkalarını da katanlar şanlı adlara sahiptirler.” “Bunlardan sonra bir kez daha, birbirinden farklı erdemlerin gölgeleri olarak her biri kendi alanlarında ünlü olan mevki sahibi yazı adamları gelir.” “Sayıları sonsuz olan bütün diğerlerine, ona unvanını veren mesleğine ya da işine övgüler kazandıranlar eklenir.” “Ve buna karşılık, dinin çökmesine, ya da krallıkların ve commonwealth’lerin yıkımına katkıda bulunan herkes, insanlık ırkına onur ve yarar sunan yazının ve sanatın düşmanı olan herkes (bunlar arasında dine saygısız olanı, zalimi, cahili, uyuşuğu, alçağı ve değersizi de sayıyorum) kötü şöhret ve iğrenmeyle anılır.” (58) Roma tarihinden bir dolu örnekle, hangi imparatorların lanetli, hangilerinin şan ve onurla anıldığını sıralayıp durur; oysa her şanlı imparator, ona şan kazandıran büyük eylemler kadar aşağılık işler de yapmışlardı. Eğer bir hükümdar (prens) Roma tarihine bakacak olursa, diye anlatır Machiavelli, bu lanetli imparatorlar zamanında Roma’nın yandığını, Capitol’un yerle bir olduğunu, “denizlerin sürgünlerle örtüldüğünü ve adaların da kanla kirlendiğini” görecektir, düşmanı olmayanların bile yıkımını dostları hazırlar; işte o zaman bu geçmişe bakan hükümdar, “Roma’nın, İtalya’nın ve dünyanın Sezar’a olan borcunun gerçek doğasını anlayacaktır.” (61) Burada doğruca bir hükümdara (herhangi bir hükümdara) hitap etmektedir. Bu gerçekleri görmesini beklediği, yani bu fiilleri yapmamasını umduğu kişidir hükümdar; “dinsiz, zalim, cahil, uyuşuk, alçak ve değersiz” olmasın istediği kişidir. Burası ahlak öğretisi ile siyaset öğretisinin iç içe geçtiği yerdir. Ahlak öğretisinin altında aydınlanmacılık (“daha iyi bir dünya mümkün”) vardır, siyaset öğretisinin altında ise gerçek. İyi bir düzen kurmayı başardığı için Romulus’a ve Sezar’a katil demiyorsak, ama onlara borçlu olduğumuzu düşünüyorsak, onların bu kötülükleri yaptıklarından kuşku duyduğumuz için değil, ellerimizde tuttuğumuz eserlerinin ağırlığı bu günahlarını affedilebilir kıldığı içindir. Peki neyin affedilebilir olduğunun ölçüsü nedir? Neyin affedilebilir olduğunu da ancak ben söylerim ve siyasi inançlarıma göre söylerim. Tarihi meselelerde ölmüş gitmiş olanın bağışlanması veya lanetlenmesinin ölü için bir anlamı yoktur. Ona kalemimin efendisi olarak bir tek ben anlam veririm. Bir tek ben bir hükümdara, hükümdarlığının ölümden sonra iyi mi yoksa kötü mü anılacağını söylerim. Kalemimin efendisi olarak ben, gerekirse kelimelerle cambazlık yaparım ve iyi ve kötü hakkında kelam ederim. Söze hakim olanın bu kudreti, kılıcın gücüne sahip olanın kudretini sınırlar, onu sözü dikkate almaya zorlar. Eğer birileri kalemlerin efendisi olmasaydı siyaset de olmazdı.

Romalılar sözün bu gücünü biliyorlardı ve dinlerinin özgün karakteri gereği bu gücü oldukça bilinçli bir şekilde kullanıyorlardı. “Alâmetler … bu uygar insanların sadece eski dinlerinin köklü bir temeli olmakla kalmıyordu, Roma commonwealth’inin gönencinin de bir nedeniydi.” (73) İster sivil, isterse askeri olsun, Romalılar bir işe kalkışmadan önce dinlerinin öngördüğü gibi kâhinlere giderlerdi ve onların dedikleri, alacakları kararlarda etkili olurdu. Ama gerçekte ne kâhinlerin her söylediklerini yaparlar, ne de kâhinler her zaman gördüklerini söylerlerdi. Kehanetler, bütün barbar halklarda olduğu gibi, kamusal enerjinin bilinçli teşvikiyle ilgiliydiler; sözün tanrısal gücü ise tanrının değil, iktidar sahiplerinin tekelindedir. “Samnilerin karşısında kamp kuran ve savaştığı takdirde zaferin kesin olduğuna inanan, bu nedenle de savaşa girişmek için sabırsızlanan Papirius kehanetlerin toplanmasını arzu etti. Kümes hayvanları yemlerini yemeyi reddettiler, ama askerlerin savaşma isteğini ve hem onların hem de komutanlarının hissettikleri güveni gözlemleyen başkâhin orduyu böyle bir şan fırsatından yoksun kılmamak için konsüle kehanetlerin uygun olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Papirius ordusunu muharebe düzenine sokmaya başladı. Ama kâhinler arasından bazıları, hayvanların yem yemediklerini, bunun askerleri inandırmak için söylendiğini yaydılar; bu, konsülün yeğeni Spurius Papirius’a söylendi, o da amcasına bildirdi; amcası ise ona kendi işine bakmasını emretti, zira onu ve ordusunu ilgilendirdiği kadarıyla kehanetler doğruydu; ve eğer kâhin yalan söylediyse, bunun sonuçları da kafasındaydı. Ve olayın kehanetlerle uygun olması ihtimali karşısında, subaylarına kâhinleri muharebenin önüne yerleştirmeleri emrini verdi. Öyle oldu ki, düşmana karşı ilerlerlerken başkâhin bir Roma askerinin mızrağıyla öldürüldü; asker, konsülün de duyduğuna göre, şöyle demişti: ‘Tanrıların inayetiyle her şey yolunda gidiyor, çünkü bu yalancının ölümüyle ordu suçlanmaktan kurtuldu ve kendisine karşı bunların ortaya çıkarmış olduğu her tür hoşnutsuzluktan da temize çıktı.’ Ve planlı şekilde, böylece tasarılarını kehanetlerle uyumlu kılarak, ordusu dinin kurallarının her seviyede gözardı edilmiş olduğunu bilmeksizin, savaşa katıldı.” (74) Papirius kazandığı zaferden dolayı Roma’da şan ve şöhretle karşılandı. Birinci Kartaca savaşında Appius Pulcher de Papirius’a çok benzer bir iş yaptı: Kâhinler ona, kötü bir alâmet olarak kuşların yemlerini yemediklerini söylediklerinde, “O halde bakalım su içiyorlar mı?” dedi ve hepsini denize fırlattı. Savaştan yenilgiyle çıktı; onca kehaneti yok saydığı için yenildiğine inanılarak, Roma’da aşağılandı. Romalıların dinine dair bu saygılı hatta putperestliğe belli belirsiz imrenme dolu bakış, ilerleyen sayfalarda da kendini sürekli gösterecektir.

Siyasette önemli olan sonuçlardır; söz sadece bu sonuca ulaşmak için kullanılan araçlardandır.

Halkın yetenekleri ve zaafları

47’nci bölümde, “insanlar her ne kadar kendilerini genel şeylerde aldatıyorlarsa da, ayrıntılarda doğru bir şekilde hüküm verebildiklerini” okuruz. Asillerin baskısıyla, pleb ya da asil, konsül otoritesine sahip dört tribünün seçilmesi karara bağlandıktan sonra, “dikkat çekici bir şey oldu.” Titus Livius’un sözleriyle, “Sonuçlar gösterdi ki, ihtilaf sona erdikten sonra halk şerefli hükmünü açıklarken, onları hürriyetleri için ve kamusal şerefte pay sahibi olmak için mücadele ettirenden başka türlü bir ruhla yönetiliyordu.” (161) Machiavelli’ye göre, “Bunun sebebi, inanıyorum ki, insanların umumi şeylerde kendilerini aldatmaya hususi şeylerden daha meyilli olmalarıdır.” Plebler, kendilerini yönetmeleri için konsül yetkisini haiz asiller sınıfından dört tribün seçmişlerdi. “… Roma’nın avamına öyle görünüyordu ki, onların partileri şehirde daha kalabalık olduğu için, savaşta tehlikenin daha büyük payını göğüsledikleri için, ve cesaretleriyle Roma’yı hür ve güçlü kılan onlar oldukları için, konsüllük için her tür hakka da sahiptiler. Ve onlara, arzuları akılcı bir şey olarak göründüğü için … bunu her tür riske karşın tatmin etmeye kararlıydılar. Ama kendi partilerinin adamları hakkında özel bir hükme varmaları gerektiğinde, kusurlarının farkına vardılar ve kişisel olarak aralarından hiçbirinin kolektif olarak haiz olduklarını hak etmediğine karar verdiler; ve bundan utanç duyarak, bu onuru onu hak edenlere ihsan ettiler. Bu kararla ilgili Titus Livius … der ki: ‘Peki nereden bulacağız, bütün halkın ortak değeri olan tevazu, itidal ve alicenaplığa sahip olan bu adamı?’” (161—162) Buna dair Roma’dan, Capua’nın Hannibal korkusuyla birleşmesinden ve Floransa’dan iki örnek daha veriyor. Floransa’da bununla ilgili bir atasözü bile vardır: “İnsanların pazar yerindeki fikirleriyle saraydaki fikirleri bir değildir.” Marksizm kokmuyor mu bütün bunlar? “Ne Yapmalı?”yı hatırlayın: Bilinç, dışarıdan verilir. Toplu olarak her tür erdeme ve liyakate sahip bir sınıf yahut halkın içinde, bu genel erdem ve liyakati cisimleştirmiş pek az insan vardır; çünkü sınıf yahut halk, bu erdem ve liyakate sahip olmak için yeterli zaman, eğitim, kültüre sahip değildir. Kaldı ki, toplu olarak ele alındıklarında erdem ve liyakate rağmen tek tek ele alındıklarında insanlar kendileri hakkında alınan kararların yersiz, yanlış ve korkakça olduğunu düşünseler de, zamanı geldiğinde ve kararları uygulamayanlara karşı güçlü yaptırımların varlığını gördüklerinde, onlara uymakta tereddüt göstermezler. “… bir halkın, hükümdarlarının buyruklarını ayıplamada çenesi genellikle fazla düşüktür, ama sonra, karşı karşıya bulundukları cezalandırmayı gördüklerinde, ve birbirlerine itimat etmediklerinden, onlara uymak için ayakları dolanır.” (188) “… bir kalabalık bir arada bulunduğu müddetçe güçlüdür, ama onu oluşturanlardan her biri kendisini kişisel tehlike altında hissetmeye başladığında, güçsüz ve rezil olur.” (189) Ve dahası, insanlar, kendileri yeni bir şey yapmaktan, yaratmaktan hoşlanmazlar. Belki de bu, yeniyi kurmak için riske girmek gerekmesinden başka, yeni her zaman bir belirsizlik anlamına geldiğinden de böyledir. Bu yüzden insanlar tabiatları itibariyle muhafazakârlığa meyillidirler. “İnsanlar her zaman, ama her zaman bir sebebi olmaksızın, geçmişi över ve şimdiyi mahkûm ederler; olmuş olanın öyle bir taraftarıdırlar ki, sadece tarihçiler tarafından bırakılmış kayıtlar sayesinde bildikleri zamanları göklere çıkarmakla yetinmezler, ama yaşlandıklarında, geçmişlerini geçirmiş olduklarını hatırladıkları günleri de methederler.” (201)

İnsanların bu muhafazakâr eğilimleri, yeniyi eskiye en azından benzer kurmayı gerektirir. “Her kim bir şehrin idaresini ıslah etme işini üstlenirse, eğer tedbirleri kabul görür ve genel onayla uygulanırsa, mevcut yöntemlerle en azından benzerliği korumalıdır, böylece halk, gerçekte her ne kadar yeni düzenlemeler yerlerini aldıkları eskilerden tamamen farklı olsalar da, şeylerin eski düzeninde bir değişiklik olduğunu görmeyecektir. Zira … insan ırkı, olanı göründüğü gibi kabul eder ve de hakikatlerle olduğundan daha çok görünüşlerden etkilenirler.” (103) “… yenilik insanların zihinlerini rahatsız ettiğinde, yaptığımız değişikliklerde mümkün olduğunca eski olanı korumaya çalışmalıyız …” (104) Bir krallık ya da commonwealth kurulduğu takdirde bu yöntem uygulanmalıdır, ancak “siyaset yazarlarının tiranlık dediği türden mutlak bir hükümet türünü yaratacak olanlar her şeyi yenilemek zorundadırlar.” (104) Bu, özellikle bir hükümdar cumhuriyet veya monarşi biçiminde anayasal bir hükümet kuramıyorsa yapması gereken şeydir. Bu durumda her şeyi tepeden tırnağa değiştirmelidir: şehirleri yıkarak yeniden kurmalı, sakinlerini başka yerlere sürmeli, hiçbir rütbe, mevki ya da zenginliğe aldırış etmeden yenilerini yaratmalıdır. Bunlar, insan ırkı için de yaralayıcı türden tedbirlerdir; ama “erdemin doğru yolunu seçmeyen kötülüğün yolunda bulunmak zorundadır.” (105) “Ancak insanlar, nasıl tamamen iyi veya tamamen kötü olunacağını bilmediklerinden, kendileri için, bütün diğerlerinin zararlı olduğu orta yollar seçerler.” (106)

Savaş ve barış

Yenilgiyi kabul etmek gerektiğini bilmek ve daha ağır kayıplara uğramamak için ağır şartlarda barış yapmaktan kaçınmamak gerekir: “Hannibal, on altı yıl boyunca şanına şan katan İtalya’dan Kartacalılar onu kendi ülkesini savunmaya çağırdıklarında dönünce, Hasdrubal ve Syphax’ın yenilmiş olduklarını, Numidia krallığının kaybedildiğini, Kartaca’nın surlarının sınırları içine hapsolduğunu ve kendisinde ve ordusunda başka kaynak kalmadığını gördü. Böylece, bunun ülkesinin oynaması gereken son oyun olduğunu kavrayarak, ve başka bir tedbire başvurana kadar onu tehlikeye sokmamayı tercih ederek, barış talebinde bulunmaktan utanç duymadı; zira ülkesinin güvenliği için en iyi umudun savaşta değil barışta yattığına hükmetmişti. Ama barış reddedilince, muharebede yenilgi korkusuna hiç kapılmadı, ya fethedebiliyorsa fethetme, ya da şehit düşmesi gerekiyorsa şanla düşme kararlılığına sahipti. Şimdi, yenilgi görmemiş bir ordunun başındaki Hannibal gibi yürekli bir komutan, yenilgiyle ülkesinin köleleştirileceğini gördüğünde silahı kapmaktansa barış arayışına girmeyi diliyorsa, ondan daha az yürekli ve daha az deneyimli bir başka komutan hangi yolu takip etmelidir?” (314—315) Aziz Nesin bir keresinde askeri okul öğrencileri arasında yaygın bir kendini Napoléon sanma hastalığı olduğunu yazmıştı. Hayatlarında ancak küçük çaplı muharebeler görmüş veya savaş işinin tam bir acemisi olanlar, kendilerini yenilmek bilmez komutanlar sanırlar. Savaş tarihlerinde zaferlerden çok yenilgileri tatmış komutanların daha sık görülmesinin nedeni, biraz da bu olsa gerek. 2000 ölüm oruçları sürerken, savaş üzerine hiçbir ciddi yanı olmayan teorik mülahazalarda bulunanlara sık rastlanırdı. Bu dönemde karar vericilerden kararları uygulayanlara kadar hemen herkesin bu savaşta yenilgiyi asla kabul etmemek gerektiğine dair hamasi nutuklar attığını hatırlıyorum. Denebilir ki: Savaş, iradelerin çarpışması olduğuna göre, savaşan taraflardan biri, ancak “yenildim” dediğinde, yenilgiyi kabul ettiğinde yenilir. Bu, görünürde doğrudur, ama iki yanılgısı var. Birincisi, savaş ve muharebeyi birbirine karıştırıyor. Bir muharebenin ardından yenilgiyi kabul etmek, savaşta yenilmek anlamına gelmez. İkincisi, esas itibariyle bir sınıf savaşından bahsettiğimize göre, irili ufaklı bütün çatışmalar aslında muharebelerden ibarettir; dolayısıyla muharebede yenilgiyi kabul etmek, sınıf savaşında yenilmemek için de gereklidir. Bu nedenle, “… bütün tarihten çıkacak en doğru [ders — HY] olduğu görülebilecek olan şey, insanların talihe yardım edebilecekleri, ama ona direnemeyecekleri, talihin ağını onunla birlikte örebilecekleri, ama onu bozamayacaklarıdır. Ama her şeyden önce, inançlarını asla kaybetmemelidirler, zira sonlarının ne olacağını bilmediklerinden ve ona doğru ara yollardan ve geçilmemiş patikalardan ilerlediklerinden, umut için her zaman bir yer vardır ve ne olursa olsun, ne sıkıntıyla karşılaşırlarsa karşılaşsınlar, onu asla bırakmamalıdırlar.” (320—321)

Güç. Sarkaç ve yeni bir su yatağının imkânı

Kitap İki, Bölüm 11: “Güçten çok itibara sahip bir hükümdarla aranızda ittifak kurmanın akılsızca olduğu.” (244) Bu, siyasetin değerli bir kuralıdır, ne var ki genellikle gözetilmez. Çünkü güç ile itibar arasındaki ilişki, sürekli yer değiştiren bir ilişkidir. İtibar sahibi olan muktedir, genellikle, maddi güç sahibi olduğu için itibarlıdır; Roma’nın sahibi olduğu muazzam itibarın, Akdeniz çevresindeki topraklarda yürüyen ordularının eseri olduğu gibi. Ama bazen de bu ilişki, yanıltıcı bir şekilde tersine döner. İstanbul Roma’sının maddi gücünün, hiç değilse 900’lerden sonra, manevi kudretinden kaynaklanmış olması gibi. Her iki durumda da güçsüz ülkelerin iyi siyasetçileri, müttefiklerini güçlüler arasında ararlarken, kaynağı ne olursa olsun (ister maddi zenginlikler, güçlü ordular, vb.; isterse de ideolojik kudret) kimin güce sahip olduğunu iyi tespit etmek zorundadır.

Bununla birlikte, günümüzde, bütün gücü çıkardığı patırtıda yatan kimseler de var. Bu, maddi bir güçten (disiplin, nüfuz, kapsamlı kontrol araçları, bazen uğruna ölünecek ortak idealler, çoğu zaman da vazgeçilemeyecek ortak menfaatler) genellikle beklediğimiz şey değil. Kof bir güç. Her an dağılabilir. Onu ayakta tutan iç dinamikleri değil. Ama gene de güç. Gücü, kaotik ve yıkıcı yapısında yatıyor. Başkalarının plan hazırlamasını zorlaştırıyor. Onların planlarını bozuyor. Hazırlıklarına istikamet vermelerini zorlaştırıyor. Zira her ne kadar ne yapacağını kendisi de bilmiyor, rüzgâra göre sallanıyorsa da, başkaları da bilmiyorlar. Bununla birlikte, belli bir eğilimi var elbette. Kendini esas itibariyle belli bir bloktan yana konumlandırıyor. Bu, ideolojik saplantılarından ve açık ki korkularından başka, söz konusu blokla kurulan sermaye ilişkilerinden kaynaklanıyor. Bu ilişkiler “içsel bir olgu”. Dolayısıyla, ifadenin en geniş anlamıyla, bu blokla “vazgeçilemeyecek ortak menfaatleri” var. Buna güveniyor. Ama “vazgeçilemeyecek ortak menfaatler” bu menfaatlerin eşit ağırlıkta olduğu anlamına gelmiyor. Onun şahsi sermaye ilişkileri, bu blokun, ülkedeki bütün sermaye gruplarıyla ilişkileri içinde sadece bir öbek. Bu yüzden blok, ona ancak, düşman bloka karşı avantaj teşkil ettiği ölçüde kol kanat geriyor. Keza, düşman bloka salınımları esnasında onu kendi tarafına çekmek için de çaba sarfediyor. Tavizler veriyor. Bununla birlikte güvensizlik gitgide öyle derinleşiyor ki, sarkaç bu tarafla birleşecek olsa, hiç tereddüt etmeksizin bir kaşık suda boğuverecekler. Bu yüzden sarkacı devamlı sallamak zorunda. Ama doğanın entropisi var. Sürgit devam edemez. Sarkacın frekansı düşüyor, salınım aralığı daralıyor. Felaketi yaklaşıyor. Bu, kaçınılmazdır. Onun felaketi, söz konusu blokun zaferi olduğunda, bu hükümdarın uyrukları için yeni felaketler anlamına gelir. Onun felaketi, bu hükümdarın uyruklarının elinden gelirse eğer, işte ancak o zaman, bu uyrukları hürriyeti kazanır ve ortada ne sarkaç kalır, ne de salınma ihtiyacı. Çünkü o zaman su tamamen başka bir yatağa akar.

Kitap Üç’ün en uzun bölümü “Komplolar Üzerine” başlığı taşıyor. (348) Ben o kadar uzun durmayacağım üzerinde, sadece dikkatimi çeken birkaç şey. Diyor ki: Bir hükümdara karşı düzenlenen komploların birçok nedeni vardır ama bunların en önemlisi, “bütün toplum tarafından nefret ediliyor olmaktır.” Bu durumda hükümdar, kendisinden intikam almak isteyenlere özellikle saldırıya geçmelidir. Hükümdar, bir kişinin canına kastettiğinde dikkatli olmalıdır; “Zira ölmüş olan intikamı düşünemez, hayatta kalanlar ise çoğu zaman böylesi düşünceleri ölüye ihale ederler; ama tehdit edilen ve kendini ya eyleme geçme, ya da katlanmak zorunluluğuyla karşı karşıya görenler, bir hükümdar için en tehlikeli kimseler olurlar …” (349) “Bir hükümdara karşı komploya girişmek için diğer en güçlü motif, insanların ülkelerini bir gasıptan kurtarmak için hissettikleri arzudur.” (350) Brutus ve Cassius’un Sezar’a karşı girişmiş olduğu komplo gibi. Bütün bunların hükümdara öğütler mi olduğu, yoksa hükümdara karşı eylemlerin meşruluğu üzerine mi söylendiği sorulsa, ikincisi olduğunu söylerdim. Hükümdara karşı nefretle dolu olduğunuz halde sadece hükümdarın okuyacağı bir kitap yazmanız gerekseydi başka ne yazardınız, nasıl yazardınız?

Yeri gelmişken, şunu da ekleyeyim. Öncesinde olduğu gibi aydınlanma döneminde de tıp, doğal bilimler, tarih, toplum, hatta siyaset üzerine yazılan her şey, aynı zamanda ahlak dersi niteliği taşıyordu. Tıpkı burada, “Bütün onur kırıcı davranışlar arasında evinin kadınına karşı yapılanlar en kötüsüdürler; onu kişisel hakaretler takip eder …” (350) demesi gibi. Üstelik bunun biraz da yersiz kaçtığını düşünecek olursak, Machiavelli’nin kadına şiddete karşı fazladan bir öfke hissettiğini, demek ki bunun için özel nedenleri olduğunu da ileri sürmek mümkündür belki.

Başka şeyler

Bir commonwealth büyük bir eşitliğin kurulduğu ya da sağlanmış olduğu bir ülkede kurulsun o halde; ve buna karşılık, bir hükümdarlık da büyük bir eşitsizliğin hakim olduğu yerde kurulsun. Aksi takdirde kurulan, kendi içinde bir ahenksizlik, bir istikrarsızlık olacaktır.” (185)

Tarihin kendini unutturan bir gücü vardır. Şu başlık ne kadar önemli (Kitap İki, Bölüm Beş): “Mezheplerdeki ve Dillerdeki Değişiklikler, ve Seller ve Veba Olayları, Geçmişin Anılarını Silip Geçer.” (226) “Etrüsk ülkesi, bir zamanlar güçlüydü, dindarlık ve cesaretle doluydu, kendi geleneklerini uyguluyordu ve kendi dilini konuşuyordu; ama bütün bunlar, Roma’nın gücüyle silindi, böylece, ondan, bir ismin hatırasından başka bir şey kalmadı.” (228)

“… halkı silahlı ve savaş için eğitimli olan hükümdar, büyük ve tehlikeli bir savaşı daima yurdunda beklemeli ve [savaşmak için — HY] asla ileriye gitmemelidir. Fakat uyrukları silahsız ve ülkesi savaşa alışkın olmayan da savaşı her zaman ülkesinden olabildiğince uzak mesafede yürütmelidir. Zira bu şekilde her biri de kendini, imkânlarının elverdiği en iyi şekilde savunacaktır.” (250)

Kitap İki, Bölüm 26’nın başlığı şöyledir: “Alay ve hakaretin, hiçbir avantaj sağlamaksızın onları kullanana karşı nefreti beslediği.” (309) Burada son verdiği örnek dikkat çekici, ben de sadece onu özetlemekle yetineceğim. Hannibal’in ölümcül tehdidinin Roma’da derinden hissedildiği ve Roma’nın asker sıkıntısı çektiği günlerde, Tiberius Gracchus bir grup kölenin komutanlığına getirildi. Bunlar silahlandırıldı ve savaşmaları karşılığında hürriyetle ödüllendirilecekleri bildirildi. Gracchus’un ilk yaptığı iş, adamlarının köle kökenlerini başlarına kakacak kim olursa ölümle cezalandırılacağını duyurmak oldu. Machiavelli’nin alıntıladığı Tacitus, bunun nedenini şöyle özetlemişti: “Nam facetiae asperae, quando nimium ex vero traxere, acrem sui memoriam relinquunt.” “Zira alaycı sözler hakikatin sınırlarını aştıklarında arkalarında acı bir tat bırakırlar.” (310—311)

Devamlı olarak, insanların iyi ya da kötü talihlerinin, uyguladıkları yöntemlerin, zamanın niteliğiyle uyumlu olup olmadığına bağlı olduğuna işaret ettim.” (379) Demek ki talih denilen şey, doğru zamanda doğru yöntemi uygulamaktan başka bir şey değildir.

Hazal Yalın. Çoğunluğu klasik Rus edebiyatından kırka yakın çevirisi var. Aralarında Tolstoy, Dostoyevski, Saltıkov-Şçedrin, Gogol, Turgenyev, Puşkin, Zamyatin, Kuprin, Gonçarov, Leskov, Grin, Zoşçenko, Strugatski Kardeşler gibi yazarların bulunduğu çeviriler, Kitap, İthaki, Helikopter, Remzi gibi yayınevlerinde yayınlanıyor. @Hazal_Yalin

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl