Ana Sayfa Röportaj Mahir Ergun: “Krizler Konformizm İçin Pan’ın Çığlığıdır”

Mahir Ergun: “Krizler Konformizm İçin Pan’ın Çığlığıdır”

Mahir Ergun: “Krizler Konformizm İçin Pan’ın Çığlığıdır”

Bir sene önce bir söyleşi gerçekleştirdik. Katerina Gogou’nun şiirlerini çevirmiştin. Öykü kitabın Athanatos’u da konuşmuştuk. Zaten oradaki meseleden insanın savaşına, doğayla ilişkisine geldik. Söyleşinin başlığı “Tabiatta huzur diye bir şey yoktur” oldu. Böyle demiştin. Bir yıl sonra daha iyi anlıyoruz bunu. Sezdin sanırım! Bugün huzur yok ama evde ekmek yapmalı, yoğurt mayalamalı bir huzur simülasyonu var. “Ölümden kaçmak için kendinizi gönüllü karantinaya alın” söylemi var. Bilmeyen yok ama özetleyelim. Bir salgın tehdidi yaşıyoruz. Korona ailesinden, ölüme sebebiyet verebilen sars benzeri bir virüs Çin’de ortaya çıkıp tüm dünyaya yayıldı. İki aydan fazladır bir teyakkuz hali hakim. Önlemler, yasaklar, korkular… Dünyanın sonu mu geldi?

Neden? Dünya modern insandan ve kapitalist toplumsal ilişkilerden mi ibaret?

Dünyanın sonu’nu biraz ironik kullandım. Bir göktaşından bahsediliyordu hani. Nisan sonu çarpacaktı. Her dönem bahsedilir ama salgının üzerine gelince dikkat çekti. Bir göktaşı çarpsa dünyamız, tırnak dışında, tüm bağlamlarıyla yok olabilir fakat bunun salgından kaynaklanmayacağını biliyoruz. Dahası bu durumda dahi insanlığın sonu ifadesini kullanmak gerekecek. Diyelim ki virüs insanlığın kökünü kazıdı bundan dünyaya ne! Biliyorsun, biz insanlar sahiplenmeyi seviyoruz. Dünyayı da sahiplendik. Yine de şunu söyleyeyim. Salgın teyakkuzu, boyutları, adaleti tartışılır ancak tarihi boyunca sosyal ilişkiler kurmuş insana sosyal mesafe diye bir şey dayattı. Doğamıza pek uygunsuz bir süreçten geçiyoruz. Sen ne düşünüyorsun?

Biz insanlar kim? Genel olarak biz insanlardan söz edilebilir mi, yoksa dipten doruğa sosyal mesafelere gark olmuş bir insanlıktan mı söz etmeliyiz? Tabii sosyal mesafeyi başka türlü anlıyorum. Anladığım biçimiyle sosyal mesafe hep var olan bir şeydi. Nişantaşı’yla Halkalı arasındaki bir mesafeydi mesela. Ya da İstanbul’la Hakkari arasında bir mesafe. Son derece somuttur. Burjuvanın işçiye, beyazın zenciye yaklaşmaması, dokunmaması, hastalık kaparım diye korkması da buna dahildir.

Çocukluğumun geçtiği yerde eskiden, yazları, memleketin hatırı sayılır burjuvaları ikamet ederdi. Tabii halkla beraber; biraz da coğrafi koşulların etkisi. Hepsi aynı vapura binmek, aynı sokakta yürümek zorundaydılar. Bir tiksinti, uzak durma, tabir ettiğin biçimiyle teyakkuz halini her yaz günü sokakta görürdün.

Biliyorsun, ulaşım faytonlarla sağlanıyordu, birkaç ay öncesine dek de bu böyleydi; kalantor beyefendi evine gitmek için, hususi otomobili yerine “serseri” bir arabacının idare ettiği faytona binmek durumundaydı. Bu kalantorlardan bazılarının, faytondan inerken parayı arabacının eline uzatmak yerine yere attıklarına ve arabacının, inip yerdeki parayı aldığına pek çok kez tanık olmuşumdur.

Bunların ardılları, faytonların kaldırılması sürecinde, yani birkaç ay öncesine dek, “Sorun fayton değil, faytoncu sorunudur,” diyordu.

2005 yazıydı yanlış hatırlamıyorsam, bir yerel dergide, hanımefendinin biri, arabacıların pis koktuklarından, arabada yolcu varken öksürdüklerinden yakınıyordu. “Belki de veremden,” diyordu.

Aynı yaz “donla denize giren magandaların” linç edilme yazıydı. Bir başka yazar hanımefendi, “kirli beyaz atletleri ve paçalı donlarıyla yatan, hart hart kaşınan, geviş getirip geğiren, kalın, kısa bacaklı, uzun kollu ve kıllarla kaplı” insanlardan bahsediyor, “Tabii ki onların da eğlenmeye, dinlenmeye hakları var. Ama burada mı, böyle mi?” diye soruyordu.

Şimdi gelelim korku meselesine. “Önlemler, yasaklar, korkular…” diyorsun ya, kim korkuyor sence?

Öncelikle sosyal mesafe ifadesi benim onayladığım bir ifade değil ancak pratikte pek yakınlaşamadığımızdan, sağlıklı sosyalleşemediğimizden dem vurmak istedim. Tam bu noktada “demek ki eski normalimiz iyi bir normal değilmiş” diyenlere sitemimi bildireceğim. Yani salgın çıkana kadar herkes halinden memnundu, bir anda muhalif kesildiler. Devamında Sarayburnu sahilinde piknik yapanlar hakkında yazan hanımefendiyi hatırlatman hoşuma gitti. O dönem tepki duymuştum hatta bir yazı yazdım. Üniversiteye yeni başlamıştım sanırım. İlk yıllarımdı, iktisattaydım. Fakülteden arkadaşlarla bir dergi çıkarmayı düşünüyorduk. O dergi için yazmıştım. Dergi hiç çıkmadı, yazı da yayınlanmadı ama Maupassant’tan örnek verdiğimi hatırlıyorum. Yazıda kabaca dedim ki “bu hanımefendinin satırları Maupassant’ın insandan nefret eden şu satırlarını andırıyor.” Satırları hangi öyküsünden aldığımı şu an söyleyemeyeceğim ancak bu ayrımcılığa doğru bir örnek verdiğini düşünüyorum. O sosyal mesafe hep vardı, haklısın. Korku meselesine ise aynı yerden bakmıyoruz. Tüm duyguları ve yarattıkları etkiyi iktisadi sınıflar üzerinden değerlendiremeyiz. Tam aksine korku pompalanıyor. Bu korku birilerinin işine yarayacak. Bunu söyleyen kişi komplo teorisyeni biçiminde yaftalanmamalı. Her süreç birilerine hizmet ediyor. Şu anda da bazı sektörler için abartılan önlemlerin kaymağını yiyor diyebiliriz. İktisattan mezun olmamış biri olarak söylüyorum bu korku yeni pazarlar bile yaratacaktır. Ama virüsün mevcut düzeni sekteleyici etkisinden korkan sermayedarlar, siyasiler, yöneticiler de var kuşkusuz. Çünkü bu durum birilerinin işine yararken birilerinin tekerine çomak sokuyor.

Salgın çıkana kadar halinden memnun olup bir anda muhalif olanlara sitem etmekte haklısın. Tabii salgından önce hallerinden memnun oldukları için sitem ettiğini varsayıyorum.

Sözünü ettiğin yazı duruyorsa okumak isterim, ama ben olsam Maupassant’ın yazdığı hiç bir şeyle, burnunu sildiği mendilde bıraktığı izle bile bu hanımefendinin satırlarını kıyaslamazdım.

İnsandan nefret etmeye gelince, bana kalırsa, insan insandan, sırf insan olduğu için nefret etmez. Söz konusu nefretin son derece nesnel temelleri vardır. Bunu da “ayrımcılık” olarak değil, “sınıf kini” olarak tanımlamayı tercih edeceğim. Öyle ki burjuvazinin ve tüm hâkim sınıfların her an dışa vurabildiği bu nefreti, işçi sınıfı ve sömürülen halkların da taşıdığını; fakat bunun her zaman açıkça hissedilmeyebileceğini söyleyebiliriz. Hissedilebildiği zamansa, artık dizginsiz bir şiddet halinde olabilir.

Germinal’de Maigrat diye bir tip vardır. Zola, işçi kadınların Maigrat’dan intikam alışını tasvir eder. Konuyu iyice dağıtmamak için buraya aktarmayacağım, ama şu kadarını söyleyeyim, söz konusu nefretin her tür dışavurumu, o anda Maigrat’ya karşı, işçi kadınlarda vücutlaşmıştır.

Bence tüm duyguları ve yarattıkları etkiyi tam da sınıfsal temelleri üzerinden değerlendirmeliyiz. Derinleştirmeyeceğim. Belki başka zaman konuşuruz. Korku meselesine geliyorum.

Kabaca ele almaya çalışacak olursak, korkan, daha doğrusu korkusunu yansıtabilen kim? Burjuvazi değil. Onların korkmak için pek fazla sebepleri yok. Koronanın bile onların güvenlik duvarlarını aşabilmesi çok yüksek olasılık değil. İşçi sınıfı mı? Sömürge halklar mı? Onlar da korksalar dahi korkunun ecele faydası olmadığını biliyorlar. Sonuçta bu korona virüsü de işgalcinin napalmından ya da sözgelimi grizudan daha tehlikeli olamaz, fakat kömür madenleri çalışmaya devam ediyor değil mi? Yakın tarih olduğu için söylüyorum, yoksa ne ilk ne sondur, Soma’dan sonra işçiler kömür madenlerine inmeyi bıraktı mı? Bugün de fabrikasından şantiyesine, marketine kadar, her yerde, herkes çalışıyor. “Mesafe” falan gibi şeylere de kimsenin aldırış ettiği yok. Hem etseler ne olur? Bazı yerlerde pek çok vaka görülmesine rağmen iş durdurulmadı, ölümler devam etti. Kapitalizm ölümüne çalıştırır. Üç yaşında çocuk bilir bunu. Malumun ilanı için daha fazla nefes tüketmeyelim.

Şu durumda diyebiliriz ki, korkanlar esas olarak küçük burjuvalardır. Zaten bu onların ayırt edici özelliği, küçük burjuva her şeyden korkar. Sahip olduklarını, konforunu, sağlığını, hayatını kaybetmekten korkar. Fakat aslında kaybetmekten korktuğu tek şey yanılsamalarıdır. Zira, bir şeye sahip olup olmadığı, sağlıklı olup olmadığı, hatta yaşayıp yaşamadığı bile pek belli değildir. Tartışma götürür yani. Fakat küçük burjuva, maddenin ortak özelliklerinden sadece birinin: “Eylemsizliğin” ispatı olmayı kendine sınıfsal görev addetmiştir. Statükosunu korumalıdır. Bu da elbette içinde bulunduğu koşula göre değişiklik arz ediyor.

Sosyal medya kanallarına yazıp duran, evde “canı sıkılan” hep odur. Herhangi bir virüsü tüm dünyaya yayma potansiyelini en fazla taşıyan yine odur. Çünkü devamlı gezer, kafeleri, barları, lokantaları hep o doldurur. Daima sosyalleşmeli, var olduğunu ispatlamalıdır. Toplumsal yaşamın en karaktersiz sınıfı olduğundan hep bir karakter arayışı içindedir.

Dolayısıyla karantina koşullarının en önemli mağduru da o oluyor. En çok korktuğu şey “bir daha hiç eskisi gibi olmaması” ihtimali. Aslına bakarsan eskiden de mutsuzdu, ama eskisi gibi olmaması ihtimali onu daha çok korkutuyor. Şayet eskisi gibi olursa da, “Korona zamanında daha iyiydi,” diyecek.

Bu korkunun birilerinin işine yarayacağı korkusu da her şeyden korkmayı bir düstur haline getirmiş olan küçük burjuvaya aittir. Ona göre, her şey birilerinin işine yarar. Doğrudur. Fakat hiç bir şey kendi işine yaramaz, zira işi gücü yoktur. Bir hedefi olmadığından, hiç bir somut durumu kendi hedefine mal etme ihtimali yoktur. Yalnızca yakınır, korkar, “birileri”nden bahseder.

Her türlü toplumsal kriz anında ilk olarak, iktidarın görevini layıkıyla yapmadığını söyler, hemen ardından da, eğer gerçekten iyi niyetliyse, iktidarın asıl görevinin baskı ve yıldırma olduğunu hatırlayıp paniğe kapılmaya başlar. Yani bir, “Tavşan korktuğu için mi kaçar, kaçtığı için mi korkar?” durumu.

Tuhaf bir iktidar tahayyülü vardır: Tüm kabahatleri yaratan odur, öyleyse her şeye kadirdir, o kadar ki Leviathan, onun kafasındaki iktidarın yanında kurabiye canavarı gibi kalır.

Bu korona meselesinde da tabii ki kabahat iktidardadır. Yalnız dikkat, emperyalist-kapitalist sistemde değil, iktidarda. Türkiye özelinde ise hükümette, buradaki trend, yalnızca hükümeti, ya da cumhurbaşkanını hedefe almak, bir iktidar kurgusu da yok, buna da gündelik muhalefet diyorlar. Şayet bir cümlede sistem kelimesi geçiyorsa, eğitim sisteminden, sağlık sisteminden söz ediyorlardır.

Yani kabahat hükümettedir, çünkü dezenfektan dağıtılmamaktadır. Ya da sokağa çıkma yasağı bir saat önce duyurulmuştur ve herkes sokağa çıkmıştır. Bu gibi şeylerden dolayı kabahatlidir, yoksa düpedüz var olduğu için değil.

Şu sokağa çıkma yasağı meselesine bakalım örneğin, burada göreceğimiz iki nokta var. Bir defa sokağa kim çıktı? Her kim çıktıysa, koronadan pek de korkmadığını söyleyebiliriz. Peki bunları sokağa kim “çıkardı?” Bu soruya halkın karşısında iktidar otoritesini a priori tanıyan bir anlayış hakimdir. Yani halkı sokağa çıkaran, aynı şekilde evine de sokar, iktidar halkı dilediğince maniple edebilir, halkın bir iradesi yoktur, bunda bir sorun da yoktur, sorun fiili yönetimdeki bazı arızalardır. Öyleyse arızalar giderilebilir. Ve hop! O sırada siyasal bir sarsıntı yaşayan içişleri bakanlığı bir anda kendini yenileyiverdi.

Ya da bir miting alanında bomba patlar. Küçük burjuva, “Polis uyuyor muydu?” diye sorar. Aynı anda, yine eğer iyi niyetliyse, polisin var oluş sebebinin o meydanı “temizlemek” olduğunu hatırlar ve korkmaya başlar. Üçüncü adımda da (bir türlü “Bombayı polis koymuş olmasın?” demeye dili varmasa da) bombacılarla polisin iş birliği içinde olabileceğini “keşfeder” ve en sonunda “yargı”ya gerçek failleri bulma çağrısı yapar; sonuçta kuvvetler ayrılığı diye bir şey vardır.

İktidarların virüs bahanesiyle olağanüstü bir kontrol mekanizması kuracağı iddiası da bu anlayışların bir biçimi oluyor.

İnsanların salt yaşam uğruna tüm sosyal, kültürel değerlerinden vazgeçtiği ve bir uzak durma halinin toplumun yeni kurucu ilkesi olacağı endişesi son süreçte gündemdeydi. Öyle ki bir virüs heyulası yüzünden halklar izole olacak, insanlar birbirlerinden kaçacak ve iktidar karşısında tekil kurşun askerler haline gelecekler. Buradaki temel motivasyon da, konuşmanın başında söz ettiğin ölüm korkusu oluyor.

Oysa bildiğim kadarıyla, bir takım “kıllı insanlar,” günü gelince “Ekmek!” diye saraylara saldırırlar. Bunu bir fukara rüyası olarak değil, tarihsel bir olgu olarak söylüyorum. Saraylara, meydanlara “Ekmek!” diye akın eden bu insanlar için ölüm ihtimali oldukça yüksektir. Tıpkı maden ocağında olduğu gibi. Düşman, üstlerine ateş açabilir, hatta büyük olasılıkla açar. Fakat o anda kurşunla ölmek, açlıktan ölmeğe göre tercih edilebilir görünüyor.

Bir başka durumda ise, zindanda atılan, özgürlüğü gasp edilen, eli kolu bağlı biri, beslenmeyi reddeder. Burada da esaret altında yaşamak yerine açlıktan ölmek tercih ediliyor. Üstelik bu tutum yalnızca insana ait de değildir. Bir yaban hayvanını da kafese kapatırsan, ilk tepkisi beslenmeyi reddetmek olacak. Dolayısıyla tüm canlılar için yaşamaktan daha önemli şeyler olabiliyor.

Şimdi, kurşun gibi, zindan gibi net terör araçlarıyla esir alınamayan insanların, virüs tehdidiyle esir alınabileceğini iddia etmek, bilinçli ya da bilinçsiz, mütemadiyen bu insanların “esir alınabilir” olduğunun borazanlığını yapmaktan başka bir şey değildir, bana kalırsa.

Bunlara karşı, Spartaküsleri esir almak için Appian Yoluna dikilen altı bin çarmıhı hatırlatıp bununla bile esir alamadılar demek lazım. Ya da Paris komünarlarını kurşuna dizdikleri, Père Lachaise mezarlığındaki duvarı gösterip bununla da esir alamadılar denebilir. Sonra az ötede bulunan Yılmaz Güney’le Ahmet Kaya’nın mezarlarına bırakılan çiçekleri gösterirsin.

Aslına bakarsan Maupassant’ın bir öyküsünden okuduğum satırları anımsatmıştı, benzer bir zihniyet taşıdıklarını iddia etmiyorum. Fakat bu korkuları sadece küçük burjuvazinin yaşadığını söylüyorsun, ona itiraz edeceğim. Herkes sınıfına göre korkuyor. Savaşta olduğu gibi. Fırsatçı fırsatçılık yapamamaktan korkar, ana evladını kaybetmekten korkar. Salgında eskiye dönememek korkusunun dışında ekonomik kaygılar söz konusu. Emekçiler zincirlerini yitirmekten korkuyorlar. İnsanların güdüsel olarak ölümden çekindiğini de söyleyebiliriz. Bu bir yanılsama değil daha çok tarihe hizmet etme gibi bir görevi ret manasına geliyor. Herkes salgının karşısında Levaque kadın olamaz ki. Keşke olsa! Zira salgını da başlı başına Maigrat ile örtüştürmüyorum. Diğer yandan şu da var. Hastanelere sürekli vaka taşındığı bir dönemdi, martın sonları. Ben de işkillendim, bir gideyim tomografi falan çektireyim dedim. Ferhan Şensoy’un Pardon filminde geçiyor ya “İbrahim’in böyle gereksiz sululukları vardır” diye benim de böyle sululuklarım vardır! Neyse bir devlet hastanesi önünde bekliyorum. Çöp kamyonu geçti o sıra. Temizlik işçisi tutunmuş kamyona etrafa bakıyor. Maskesi falan yok elbette. O işçinin tutumu evdekal maskaralığını boşa düşürüyor. Bu bir salgın ve kurallara uymak gerekiyor, evde kalmak da bu kurallardan fakat müthiş bir adaletsizlik var ve o adaletsizliğe salgının ilk günlerinde tanık oldum. O işçi için salgın bir Maigrat olabilir.

Yalnızca küçük burjuvalar korkuyor demiyorum, bu korkunun yönlendirmesiyle hareket edebilecek manevra alanına sahip olanların, korkularını en çok yaşayan ve dışa vuranların, dahası gerçekten de pratik olarak salgın sonrası kısıtlamalardan en çok etkilenenlerin onlar olduğunu söylüyorum.

Emekçiye gelince, emekçinin kaybedeceği ekmeği var. Bu, “Zincirinden başka kaybedecek bir şeyi yoktur,” cümlesini statik biçimde almamak lazım. Yani görüyoruz, “Bu işçilerin kaybedecek çok şeyi var, bunlar Marx’ın anlattığı proletarya değil,” deniyor. Üzerine düşünülebilir. Sınıfların değişen yapısı, banka sisteminin, gayrimenkul kredilerinin çelişkiler üzerindeki etkisi bağlamında. Ama, genellikle bu zincir meselesi, absürd ama yaygın bir komedi biçiminde karşımıza çıkıyor.

Uyandırılmış Toprak’ta Şolohov, Şukar Dede karakterini konuşturarak, bu bakışla dalgasını geçiyordu. Şöyle diyordu Şukar Dede orada: “Ben doğru dürüst bir proleterim. Gerçek proleterlerin kaybedecek hiç bir şeyleri yokmuş, zincirden başka. Bunu bir yerde okuduydum. Bende zincir ne gezer? O bile yok. Yalnız eskiden bizim köpeği bağladığımız zincir var, daha zengin olduğum yıllardan kalma … Ama artık zincir bile sayılmaz. Yalnız, benim bir karım var, ah kardeşlerim, öyle bir kocakarı ki, evlere şenlik. Pranga zincirinden beter! Ama olsun, onu da yitirmeğe niyetim yok! Varsın, benim yanımda yaşasın. Allah hakkından gelir onun. Ama eğer bana komünizme giden yolda engel olmağa kalkışırsa yanından öyle bir kaçıveririm ki… Ah derneğe vakit bulamaz ! Bu konuda bana güvenebilirsiniz! Ben böyle atılgan adamım işte.”

Mesele, neye karşı neyin kaybedileceğidir. İşçi sınıfının, kazanacağı dünya karşısında kaybedeceği zincirinden başka bir şeyi yoktur.

Çöp kamyonundaki adamın zincirini kaybetmekten korktuğu için çalışmaya devam ettiğini sanmıyorum. Maske takmaması da muhtemelen maskesinin olmayışından ya da olsa bile daha önce söylediğim gibi, korkunun ecele faydasının olmadığını bildiğinden. Tabii bu korkmadığı anlamına da gelmez; fakat o uyduruk maskeler bütün şehrin pisliğini eliyle temizleyen adamı hangi virüsten koruyacak? Ayrıca evde kal maskaralığı dediğin şey, çöpçü için geçerli değil biliyorsun. Geçenlerde mesela, 70 yaşındaki bir işçi, kanalizasyon inşaatında çalışırken enkaz altında kalıp öldü. 65 yaş sınırlaması da yok. Tabii bu, işin yalnızca basına yansıyan kısmı.

Salgın kimse için Maigrat olmaz. Maigrat Maigrat’dır, Zola’nın çizdiği profiliyle, mevcut toplumsal ilişkilerde hâlâ bir yeri vardır. Burjuva da burjuvadır, küçük burjuva da küçük burjuvadır, çöpçü de çöpçüdür. Ayrıca bunların hepsi, tekil olarak başka başka insanlardır.

Salgın da salgındır. Şeyleri birbirinden ayırmak ve her birini kendi gerçeklikleri içinde kavramak gerek. Kavrayışı kolaylaştırmak için benzetmeler yapıyoruz bu da bizi çıkmaza sokuyor.

Tarihimiz bir teşbihte hatalar tarihidir.

Her yeni olguyu bir başkasıyla açıklamaya çalışıyoruz, oysa görüntüde benzerlik bile taşısalar aslında birbirleriyle ilgileri olmadığından, saptamalarımız bizi ilgisiz yerlere götürüyor. Bir de bu saptamalar üzerine aksiyon alınıyor zaman zaman. Bu aksiyonların tümünün sonucunun hüsran olması bile bu farklı tarihsellikleri birbirine benzetebilir, oysa hüsranların da niteliği birbirinden farklıdır, dikkat etmek gerek.

Aristoteles’in sistematiğini karikatürize ederek, küçük benzerliklerden tümel sonuçlar çıkaran herkesi Aristo mantığına sahip olmakla suçlayanlar vardır. Aristoteles bilinen tarihin en güçlü beyinlerinden biriydi. Oysa bunlar, bir yandan onu alay konusu ederken, diğer yandan kanadı olan her şeyi kuş zannediyorlar. Aristoteles için bu belki bir yarasa konusunda hataydı. Fakat bugün F16’lar, İHA’lar söz konusudur.

Demek istediğim, bu salgın meselesi yeni bir mesele. Bunun altını çizelim. Başka şeylere benzetmeye çalışmamak gerek.

Doğal da değil. Doğanın gazabı gibi lafları ciddiye almıyorum. Salgının bu boyuta ulaşması doğanın değil, tamamen kapitalizmin marifetidir.

Bu bir komplo mu? Kapitalizm bunu bilerek mi yaptı? Buradan ekonomik çıkar sağlamak isteyenler var mı? Olabilir de, olmayabilir de. Fakat ilk bakışta süreç kapitalizmin pek işine gelen bir süreç gibi görünmüyor. Yine de çok önemli değil.

Önemli olan, kapitalizm her şeyiyle öldürücü olduğudur. Bir grip virüsünü bu noktaya getirebilme yönüyle öldürücüdür. Şehirleriyle öldürücüdür. AVM’leriyle öldürücüdür. Fabrikasıyla, inşaatıyla, kanalizasyonuyla öldürücüdür. Çöp kamyonlarıyla öldürücüdür. Mesela Nazım Hikmet, Umut şiirinde çöp kamyonlarının farklı bir işlevinden söz ediyordu, değil mi?

Demin tekere çomak sokmaktan bahsettin ya, birinin işine yararken birinin tekerine çomak sokuyor diye. Doğru bu. Ama, işte yapılması gereken de bu. Her yeni durumda, tekerin nereye döndüğünü görüp ona göre çomağı hazırlamak.

Tüm bu sorunların temel çelişkilerden kaynaklandığını görmek, göstermek ve tabii çomağı kullanmak.Yani sorunlar sistemin bazı sorunları değil kendisidir diyebilmek.

Bunu da maalesef, deminden beri saydığım özellikleriyle küçük burjuvalar yapamayacağı için iş yine senin çöpçüye düşüyor. Buradan o çöpçünün de alçağın teki olamayacağını, işçi sınıfının o meleksi halesini başında taşıdığını düşündüğüm anlamını çıkarmazsın diye tahmin ediyorum. Ama şu bir gerçek ki, mevcut durumda, ölümün soluğunu ensesinde en çok hisseden odur. Ölüm de bir gerçeklik olarak ortada geziniyorsa yönünü değiştirebilmek mümkün olabilir.

Maigrat burada anlamının dışına taştı. Onu da ortaya sen attın. Maigrat üzerinden korona tartışmak ilginç bir deneyim oldu! Salgın zaten başlı başına ilginç günler yaşatıyor. Maigrat’tan kastım o işçinin öfkesini salgını fırsata çevirenlere yöneltebilmesi. Metaforsuz da söylersek temizlik işçisi zaten şehrin safrasıyla uğraşıyor her gün, ona bulaşıyor. Bazı şeyler oldukça yalın. O çöpçünün karşıtını da çıplak bir biçimde gördük. “Sakin ol champ”  meselesinden bahsediyorum. Senin haberin var mı? Haberdar olduğunu zannetmiyorum.

Hani bir Sabancı yalısında spor yaparken çekilen fotoğrafını paylaşıyor, sıradan vatandaş buna yorum yapıyor, işte “neden evde kalmadınız” anlamında yazıyor. İbretlik cevap gecikmiyor: “Sakin ol champ, zaten evdeyim” Sabancı denizin kenarında spor yapıyor. Denizin kenarı ona ait. “Korona herkesi eşit etkiliyor” palavrasını teşhir eden güzel bir çemkirme örneği… Korona birkaç zenginin de canını aldı, biliyoruz. Mesela Real Madrid kulubünün eski başkanı hayatını kaybetti. Muhtemelen zengindir. Kralın takımını yönetmiş neticede! Fakat zenginlerin canını yalnız korona almıyor ki! Birçok kronik rahatsızlık sayabiliriz yahut ölümcül hastalıklar. Sözgelimi kanser de zenginleri hedef alıyor. Bu durum kanserin herkese eşit davrandığı sonucunu verir mi daha doğrusu herkesin kanserden eşit etkilendiğini iddia edebilir miyiz? Çöpçü ile Sabancı eşit etkilenir mi mesela? Her yıl sağlık kontrolü yaptıranlarla, inandığı ilahi güce emanet yaşayan, canını dualara emanet eden bir çöpçü eşit etkilenir mi? Çöp kamyonunda kalmak ile yalıda kalmak aynı şey değil. Dolayısıyla salgın herkesi eşit vurmuyor.

Ama bu işin sadece can kısmı. Öldürmeyip süründürüyor bu illet. Başka bir deyişle öldürmediğini süründürüyor. Ekonomik yönden mahvediyor. Ama yarın en çok Sabancılar mağdur edebiyatı yapacak, bundan eminim.

Bence herkesin edebiyatı kendine. Edebiyat derken, kelimenin gerçek anlamını da kastediyorum, yeri gelmişken.

Burada can sıkıcı olan, birkaç bin yıldır konuşulmuş, anlamları, ne olup ne olmadığı, ne olması gerektiği tartışılmış olan bazı çok temel kavramların, bugün belki sosyal medya gibi şeylerin de etkisiyle, korkunç manipülatif bir şekilde “eşitlenmiş” oluşu. Örneğin “Korona herkesi eşitliyor,” dendiğinde, “Hangi eşitlik? Eşitlik de nedir?” diye sorana rastlamadım. Basından görebildiğim kadarıyla konuşuyorum.

Korona, zengin fakir, siyah beyaz ayrımı gözetmiyormuş. Trafik gözetiyor mu? O da bir yana, herkes zaten günün birinde ölmüyor mu?

Yani öyle ki “Bütün insanlar ölür, öyleyse tüm insanlar önsel olarak eşittir, sınıf mücadelesine falan da gerek yoktur, zaten sınıf da yoktur çünkü herkes ölüyor,” diyebilirim. Buna “Ama fakirler daha erken ölüyor,” diye mi cevap verilecek?

Bir de “Korona bize sömürüden vazgeçmemiz gerektiğini hatırlattı,” “Korona sayesinde belki sömürüsüz de yaşayabileceğimizi öğreniriz,” diyenleri görüyorum. Kızsak mı, gülsek mi, ağlasak mı?

İşin diğer bir yanı, sömürü düzeninin amansız muhalifi bu değerli entelektüellerimizin hepsinin, aslında varlıklarını bu düzene borçlu oluşları.

O çöpçü sokakta olmasa, iki gün çöplerini alan çıkmasa, hepsi belediyeleri aleyhine veryansına başlar ya da tivit atar. Kanalizasyon inşaatı olmasa, tuvaletlerinden pislik taşsa, dünya başlarına yıkılır. Her şey bir yana artı değer diye bir şey olmasa, zaten hiç var olamazlar. Ayıp değil bu, ama bilincinde olmak gerek. Nelerden vazgeçileceği üzerine biraz düşünmeli.

“Eşitlik” ve “hak” konusunda bir şey daha söyleyelim. Belki de bu düzen “haksız”, “eşitsiz” bir düzen değildir. Kapitalistin artı değere sahip çıkmak istemesi de, işçinin onu üretmek istememesi de Marx’ın ifadesiyle “meta mübadelesi damgasını taşıyan iki hak”tır ve bunlar arasında doğal bir çelişki vardır. Marx, “Eşit haklar arasında son sözü kuvvet söyler,” diyor.

Krizler konformizm için Pan’ın çığlığıdır. Biliyorsun, tanrı Pan çığlık attığında herkes paniğe kapılırmış. Bunu tersten okuyalım, bir çığlık var ortada, herkes paniğe kapılmış, düzenin yeniden tesis edilmesi lazım ve diyorsunuz ki “Bir şey değil korkmayın, Pan çığlık attı,” Peki Pan kim? “Yarı insan yarı keçi bir tanrıdır, ara sıra yapar böyle.”

Paniğe yol açan aslında belirsizliktir. Belki de çığlık, paniğin sebebi değil sonucuydu. Ama panikten kurtulmanın yolu açıklama bulmaktır. Üstelik açıklamanın saçma ya da akla yakın olmasının bir önemi olmuyor.

Bir kriz binlerce belirsizlik doğurur ve her kriz anının en büyük belirsizliği de Marx’ın işaret ettiği, eşit haklar konusunda söylenecek son sözü söyleme vaktinin gelip çatmış olması ihtimalidir.

Bugün dünya çapında bir salgın var, milyonlarca insan işsiz kalıyor, aç kalıyor ya da en pis işleri yapmaya devam ediyor. Ya “Artık eşit hakkım konusunda son sözü söyleyeceğim,” derlerse?

Düzenin emniyet sübapları, bilerek bilmeyerek hemen imdada yetişiyorlar: “Korona herkesi eşitledi,” “Belki de böylece sömürüden vazgeçmemiz gerektiğini anlarız”. Olmazsa, “Her şeye kadir iktidarlar (ya da derin güçler, alıcısına göre) bu korona işini icat ettiler ve bu vesileyle korkunç baskı rejimleri kuracaklar.”

Şimdi bütün bunları takip eden can alıcı bir noktaya geliyoruz: “Birlik beraberlik çağrısı.”

Hükümetlerin böyle çağrılar yapması çok normaldir de şu “sömürü düzenine muhalif” olanlara ne oluyor? Kim kiminle birlik beraberlik içinde olacak? Sömürenle sömürülen mi? Yani diyorlar ki, “Aman o son sözü söylemeye kalkışma, şimdi kriz var. Normalleşelim, sonra söylersin.”

Fakat benim bildiğim, bu son sözler hep kriz anlarında söylenir. “Bu insani bir sorundur,” denebilir, ama sınıf kavgası da gayet insani değil midir?

Böyle durumlarda mutabakat, birlik vesaire çağrıları yapmak, yaşamın olağan akışını kavrayamamaktır.

Oluş hali üzerine düşünmek gerek. Doğanın, gerçekliğin hareket yasalarını tekrar tekrar düşünmek, bunlar üzerine bugüne dek söylenmiş olanları hatırlamak gerek. Bir durulma, normalleşme beklememeli. Yoktur zira. Sonuçta madde, daima düzensizliğini artırma eğilimindedir. Öyleyse kavganın sadece sonucuna değil, oluşuna yoğunlaşmalı.

Aksi halde kaybolma durumu oluyor. O kadar ki, Haziran günlerinde, “Şu iş bitse de dergimizi çıkarsak, konserimizi yapsak,” diyenler vardı. Çok acıdır.

Diyeceğim, bir fırtına, deprem, volkan patlaması boyunca, yeryüzünde açılacak oluklar gibi toplumsal yaşamda da oluklar açılabilir. Yapılması gereken bunların başında ağlamak değil, derinliğine kadar görmek, iyice kavramak ve mümkünse daha da derinleştirmek olmalı. Bu arada fırtına senin evini de yıkabilir tabii, ama sonuçta ev dediğin birkaç duvardan başka nedir ki?

Bu konu üzerine daha pek çok şeyler konuşulabilir, ama zaten çok konuştum. Ben burada bırakayım.

Bıraktığın yerden sürdürüp en azından kendi adıma tamamlamak istiyorum. Bir yandan da başa dönmek niyetindeyim. Senin ifadenden yola çıkmıştım. “Tabiatta huzur yoktur” demiştin. Söyleşiyi Eleştirel Kültür’ün sosyal medya hesabında paylaştığımızda biri altına kabaca “bu ne iddialı bir laf” gibisinden bir şey yazmıştı. Sahiden de iddialı bir laf. Tabiatta huzur diye bir şey yoktur! İddiayı tartışmayacağım. Sen bir yazarsın ve iddialı olmak durumundasın, onun haricinde bence deli de olmak gerekiyor yani sadece iddialı değil saçma şeyler de söylemek gerekiyor. Bu benim düşüncem tabi. Benim tabiatım diyeyim. Şimdi yeniden düşünüyorum, tabiatta huzur kalmadı. Aslında bundan öte huzurun bir yanılgı olduğu ortaya çıktı. Manipülasyonlara son derece açık bir duygu huzur. Medya bize “öleceksiniz” diyor huzurumuz kaçıyor. Aynı medya “salgın malgın yok aynen devam” deseydi en azından bir süre huzurumuzu sürdürürdük. Bir süre diyorum çünkü Brezilya örneği var. Başkanı virüsü umursamazken yirmi bin ölüyü aştılar maalesef. Oysa bahsettiğim, küresel medya ve onun yerel ayakları. Bu çetenin siyasetçilerden güçlü olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Lafı fazla uzatmayayım. Ölüm dedin. Geçen söyleşiye bir kez daha gönderme yapayım, tabiatta ölüm diye bir şey vardır. Bunu hatırlattı bize korona süreci ve yaşamaya, öğrenmeye devam ediyoruz. Tabiatın kurallarını, yanılgılarımızı, normalleşme merakıyla yumuşatarak arzuladığımız o muhafazakarlığımızı öğreniyoruz. Bazen kendimize itiraf edemesek bile yaşamlarımızın yavanlığını görüyoruz. Bunu bize gösteren de serbest kalan ölüm fikridir. Bana kalırsa salgının karşısında ne kadar ayakta kalacağımız da bu fikirle ne kadar barışacağımıza bağlı. Uyum sağlayanın hayatta kalması meselesini ben böyle yorumluyorum.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl