İyi tasarlanmış dünya çapında bir tanıtım kampanyası, Margaret Atwood’un The Handmaid’s Tale’inin (Damızlık Kızın Öyküsü) devamı olan The Testaments için beklentileri artırıyor. Bu belki de Gilead Cumhuriyeti’nin karanlık dünyasına olan hayranlığımızın nedenlerini daha derinlemesine incelemek için doğru zamandır.

Gilead’ın aşırı muhafazakar Hristiyanlar tarafından yönetildiğini düşündüğümüzde, en iyi başlangıç noktası teoloji olacaktır.

Summa Theologica adlı eserinde filozof Thomas Aquinas, cennetin krallığında kutsanmış olanların, lanetlenmiş olanların çektiği cezalara şahit olarak mutluluğun doruklarına ulaşacakları sonucuna varır. Elbette Aquinas cennetteki iyi ruhların diğer ruhların korkunç acılarını izlemekten zevk alabileceğine dair müstehcen imadan kaçınmaya özen gösterir, çünkü iyi Hristiyanlar ıstırap içindekilere karşı acıma duymalıdır. Öyleyse, cennetteki kutsanmışlar da lanetlilerin ıstırabına acımayla mı yaklaşacak? Aquinas bu soruya hayır diye cevap verir: doğrudan acı çekenleri görmekten keyif duydukları için değil, ilahi adaletin tecelli etmesinden zevk aldıkları için.

Fakat ya ilahi adaletten zevk almak, komşunun sonsuz acısından sadistçe zevk almanın rasyonalize edilmesi, ahlaki olarak örtbas edilmesi demekse? Aquinas’ın formülasyonunu şüpheli kılan şey, başkalarının acılarını izlemenin çaktırmadan getirdiği fazladan zevktir: Sanki cennetin mutluluğunda yaşamanın sade keyfi yeterli değilmiş ve bir gözünün ötekinin ıstırabında olmasına müsaade edilmesinin hazzıyla desteklenmesi gerekiyormuş gibi – kutsanmış ruhlar yalnızca bu şekilde “sonsuz mutluluğun tadını daha iyi çıkarabilir.”

Cennette duruma uygun sahneyi hayal etmek zor değil: kimi kutsanmış ruhlar sunulan meyvenin geçen seferki kadar lezzetli olmadığından ve yukarıdaki o mutlu hayatın aslında gayet sıkıcı olduğundan yakınmaya başladıklarında, kutsanmış ruhlara hizmet eden melekler geri adım atacaktır: “Burayı sevmedin mi? Öyleyse aşağıda, öbür uçta hayatın nasıl olduğuna bir göz at, belki o zaman burada bulunduğun için ne kadar şanslı olduğunu anlarsın!”

Ve cehennemdeki ilgili sahne tamamen farklı bir şekilde hayal edilmelidir: ilahi bakış ve denetimden çok uzakta, lanetlenmiş ruhlar cehennemde yoğun ve zevkli bir hayatın tadını çıkarmaktadır – sadece zaman zaman, şeytanın cehennem memurları cennetteki kutsanmış ruhların buradaki hayatı kısa bir süre izlemelerine izin verileceğini öğrendiklerinde, lanetlenmiş ruhlardan cennetteki salakları etkileyecek bir performans sergilemelerini ve korkunç acılar çekiyormuş gibi davranmalarını rica ederler.

Uzun lafın kısası, ötekinin çektiği acı manzarası, kendi keyfimizi (cennetteki mutluluğu) sürekli kılan meçhul arzunun kaynağıdır -onu ortadan kaldıracak olursak mutluluğumuz tüm safi aptallığıyla ortada kalır. Yeri gelmişken, aynı şey TV ekranlarından aldığımız günlük Üçüncü Dünya dehşeti – savaşlar, açlıklar, şiddet – dozu için de geçerli değil mi? Tüketim cennetimizdeki mutluluğu sürdürmek için bunlara ihtiyaç duyarız.

Bu da bizi Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü’ne getiriyor: hayali bir muhafazakar-köktendinci iktidarın baskıcı atmosferinin doğrudan “eleştirel” bir tasviri. Roman ve televizyon dizisi gaddar ataerkil tahakküm dünyasını hayal etmekten aldığımız tuhaf zevkin tadına varmamıza olanak sağlıyor. Elbette hiç kimse böyle bir kabus dünyasında yaşama arzusunu açıkça itiraf etmeyecektir ama böyle bir şeyi hiç istemediğimizin garanti olması, bu dünyanın hayalini kurmayı, tüm detaylarını gözümüzde canlandırmayı daha da zevkli kılıyor. Evet, bu zevki yaşarken acı duyarız, ancak psikanalist Jacques Lacan bu acı dolu zevke jouissance adını verir.

Bu belirsizliğin öteki yüzü, Atwood’un liberal-müsamahakar evrenimizin kısıtlamaları konusundaki masalının temel körlüğüdür: hikayenin tamamı, Amerikan edebiyat eleştirmeni Fredric Jameson’un “şimdinin nostaljisi” dediği bir örneğidir. Aynı zamanda öykü yeni Hristiyan köktendinci baskının tarumar ettiği liberal-müsamahakar günümüze sulu gözlü bir hayranlıkla sızar ve tıpkı bu şimdinin içindeki o kabus gibi Gilead Cumhuriyeti’ni doğuran yanlışlığın ne olduğunu sorgulamanın yanından bile geçmez. “Şimdinin Nostaljisi” ideoloji tuzağına düşer, çünkü bu mevcut müsamahakar cennetin sıkıcı olduğu gerçeğine gözleri kapalıdır ve (tıpkı cennetteki kutsanmış ruhlar gibi) varlığını sürdürebilmek için dini köktenciliğin cehennemine göz atmaya ihtiyaç duyar.

Bu, en saf haliyle ideolojidir, mevcut düzeni meşrulaştırmak ve uyuşmazlıklarını gizlemenin en basit ve kaba biçimiyle ideoloji. Tam olarak aynı şekilde, Trump ve alternatif sağa yönelen liberal eleştirmenler liberal toplumumuzun Trump’ı nasıl doğurabildiğini asla ciddi ciddi sorgulamaz.

Bu anlamda, Donald Trump’ın imgesi de bir fetiştir: bir liberalin sınıf mücadelesine sataşmadan hemen önce gördüğü son şey. Liberallerin Trump karşısında böylesine etkilenmesi ve dehşete düşmesi de bu yüzdendir: sınıf meselesinden sakınmak için. Alman filozof Friedrich Hegel’in “kötülük, her baktığı yerde kötülüğü gören gözde saklıdır” sloganı bu durumun tam karşılığıdır: Trump’ı öcü gibi gören o liberal bakışın kendisi de, kendi başarısızlıklarının Trump’ın vatanseverlik popülizmine nasıl alan açtığını görmezden geldiğinden şeytanın ta kendisidir.

Slavoj Zizek’in yeni kitabı, ‘Sex and Failed Absolute’, Bloomsbury tarafından 19 Eylül’de İngiltere’de yayımlandı. Aynı zamanda 27 Eylül’de Londra’da Paul Mason ile birlikte “Hakikatin Ölümü”nü tartışacak.

 

 

* Makale orijinal haline bağlı kalınarak çevrilmiştir. Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

https://www.independent.co.uk/voices

Independent Türkçe için çeviren: Sena Çenkoğlu