Ana Sayfa Litera Marlene Dietrich: ‘Mavi Melek’ Ve Kötücül Bir Çağın Kırdığı Kanatları

Marlene Dietrich: ‘Mavi Melek’ Ve Kötücül Bir Çağın Kırdığı Kanatları

Marlene Dietrich: ‘Mavi Melek’ Ve Kötücül Bir Çağın Kırdığı Kanatları

Marlene Dietrich, adı kalpte bir okşamayla başlayanın ve bir kırbaçlamayla bitenin mitidir.

Ben, şahsen büyülü çekiciliğe karşı hassasım. Muhtemelen bunu burjuva çağının narsistik bir semptomu olarak değerlendiriyorum, ama, bence, beni Marlene Dietrich’e sürükleyen şey, zarafetin nezaketi, Soul, Jazz ve daha geniş anlamda Alman kültürünün derin soluğudur.

Siyah elbiseler, çıplak kollar ve karanlık bir dünya tarihinin üstüne yansıyan ışık ve kontrastları; aynı zamanda gerçeklik ve fantezinin bir birleşimidir Marlene Dietrich. Bunu estetiğin bir başkaldırısı gibi düşünün.

İnsan özlemlerinin ön saflarında yer alan ve arzu edilen bir güzellik. Rüya anlayacağınız, sizi bilemem, ama bu tanım bana uyar.

Her şey gibi, cazibe de sermaye tarafından sömürülüyor. Tabii ki cazibeye bakış açım, sadece bu Marxist teze indirgenecek kadar dar değil.

Cazibe aynı zamanda hem şeyleştirilen hem yüceltilen bir şey. Kadınlar cazibeyi ataerkilliği yıkmak ve onun tutucu ahlakıyla baş etmek için kullanageldiler. Bunu Kadınların cazibedeki ikircikli statüsü olarak yorumlamak da mümkün. İşte bu karmaşıklık « dişil cazibeyi » daha da çekici kılıyor.

Ülkesi Almanya aklın almadığı faşist bayağılıklar içinde debelenirken Marlene Dietrich, cazibenin estetik boyutlarda beden bulmuş haliydi.

Dietrich, Nazi haydutlarının mezbahaya dönüştürdükleri Almanya’nın, faşist terör nedeniyle, derine çekilen hümanist ruhunu temsil ediyordu. Naziler en çok bu yüzden ondan nefret ettiler.

Marlene yaşadığı yüzyılla birlikte doğdu ve o çalkantılı asır kapanmadan biraz önce öldü. Çağ fırtınalarının içinden geçti, işte sırf bu yüzden bize anlatacak çok anekdotu bulunuyor.

Anılarını yazdığı kitabında, gerçek bir anlatım yeteneği, üslup zarafeti, betimlemeleri zengin ve renkli bir metin, dolambaçlı bir yapıyla birleşen narrasyon, tutarsız, yer yer özensiz pasajlar gibi, kendi edebi mührünü görünür kılan, öğeler bulunuyor.

Kitaptaki kusurlar, kitabın özgünlüğünü, sahiciliğini ve dolayısıyla gerçek niteliğni ortaya koyuyor.

Marlen’in başta Hemingway olmak üzere bir çok yazarla çok güçlü ilişkileri oldu. Hemingway şüphesiz, yarım kalmışlığın, hayatının yarıda kalmış aşkıydı.

Onu çok sevdiği Fransızca hocasından vahşice ayıran ve Fransız yanlısı duygularını saklamaya zorlayan 14 savaşı, ruhunda derin acılar bıraktı. Belki de işte o ân, bir sanatçı olarak doğduğu zamandı. Fakat tarih, « Savaşın trajedisi sanatçı duyarlılığını açığa çıkarır » savını satın almıyor.

Dietrich, erkeğinin artçıl savaşlarda öldüğü ve yoksunlukla özdeşleştirilen « yazgısı kara Alman kadını » mitini yıkmak istiyordu.

Bu yüzden, çatışmaların bir an önce sonlanması için, Amerika Birleşik Devletleri’nin savaşa müdahil olmasından memnun görünüyordu.

Pasifist Marlen’in, herhangi bir dini inanca karşı ömürlük bağışıklık sağlayan, neredeyse doğuştan, aşıları bulunuyordu. Çünkü, şiddet ve dogma, özgür ve barışçıl bir ruhta barınamayan şeylerdi. Üstelik Naziler de, Yahudi düşmanlıklarını gerekçelendirmek için,  İsa’yı, Yahudi materyalizmine karşı mücadele eden “Ari savaşçı” olara niteleyip, Golgotha’da, ferisi-yahudi unsurlarca işkence edilen ilah anlatısını daha baştan satın aldılar. Ancak, diğer yandan, eylemleriyle dünyayı bir Golgotha coğrafyasına çevirmeye devam ettiler.

Marlen’in dine olan mesafeli tavrı, hiç bir zaman siyasi bir şekil almadı. Çünkü içinden çıktığı orta burjuva mahallesi, genç kızları bu konulardan uzak tutmaya hep büyük özen gösterdi.

Alman burjuvazisi, milliyetçilik ve irrasyonel büyüklük tutkularının karışımından mütevellit gerici bir romantizmin içinde debeleniyordu. Din, Alman altın çağının geriye doğru izlerinin sürülmesi için gerekli olan gerçeklikten kopuşu kolaylaştıran bir işlev görüyordu.

Burjuvazinin muhafazakar- gerici misyonu bu maraz kontekst içinde şekillenedursun, din faktörü ülkemizde de «Büyük Osmanlı» hayalleri için istismar ediliyor.

İnce ve güçlü bir Alman hümanizminin vücut bulmuş halleri olan Goethe ve Kant, gerçi bu gerici ezberi bozuyorlardı bozmasına, ama bu, filozof ve sanatçılara hangi açıdan baktığınızla ilişkili bir şeydi. Örneğin Naziler, Nietzsche’yi, Wagner’i, Staruss’u vb. gibi bir çok filozof ve sanatçıyı kendi sapkın fikirlerine romantik ve bilimsel bir cila sürmek için kullandılar.

Ülkemizde de, Nazım’ın bazı şiirleri, gerici-muhafazakar Sağ tarafından, vatan savunusu kavramının çarpıtılması bağlamında zaman zaman istismar ediliyor.

Marlene Dietrich, Amerika’da, Nazizm’den kaçan Alman ve Fransız göçmen kafilelerini karşılamak gibi gönüllü bir görev üstlenmiş ve bu insanların yaşadığı felaketlere ilk ağızdan tanıklık yapma olanağı bulmuştu.

O, her zaman başkalarına karşı yoğun bir sorumluluk duygusuna sahipti. Bu, cesaret duygusuyla karışık, « durumdan vazife çıkaran » bir tutuma karşılık geliyordu.

Doğrudan cepheye gidip, ateş altındakilere neşe, umut ve unutuş aşıladı. Ne askerlerin bitleri, ne Fransız kırsalında bombardımanların sebep olduğu harabelerin tacizkar fareleri ne de faşist sürek avı onu yolundan alıkoyamadılar. Aslında, her şey bir « ön saflarda » olma meselesiydi.

Yahudilere yardım ve yataklık yapan dişi köpeği’ yakalamak, Naziler için bir saplantı haline gelmişti.

Naziler iktidara geldiklerinde onu Alman vatandaşlığından çıkardılar.

Paris’teki Alman Büyükelçiliği’ne tek başına giderek, oradaki sözde diplomatların yüzüne, Yahudi kökenli Von Strimberg de ülkesine geri dönüp eserlerini sahneleyebildiği gün, ancak o zaman, Alman olmakla gurur duyacağını haykırdı. O gün, konsolosluk binası, ‘ipek çorapları içinde dişi bir kaplan’ın isyanına tanıklık ediyordu.

İçinde çok belirgin bir püritenlik taşıyan Marlene, fiziksel ve duygusal acı, ölüm gerçeği, hayatta kontrol edilebirlik ve cinsellik konusunda nerdeyse stoik bir yaşam anlayışına sahipti.

Çok az konuştuğu ve nadiren gördüğü kocasıyla ölene kadar birlikteliğini sürdürdü. Başka ilişkileri de vardı, ama aşktan bahsederse sanki gizemini kaybedermiş gibi, o ilişkilerinden çok söz etmemiştir.

Sahne performansı için tercih ettiğini söylediği erkek kıyafetleri kışkırtıcıydı. Mütevazi bir kibirle seyirciye doğrultulan bu yarı kısık bakış, elleri kalçalarında bir kadının adeta bir sonsuzluğa uzanan bacakları, ezber bozan giyimiyle bu sanatçı, çok hızlı bir şekilde bir ”femme fatale”a dönüşmek için gerekli olan her türlü ”patlayıcıyı” benliğinde taşıyordu.

Dietrich tepeden tırnağa bohemden başka bir şey değildi aslında. O hiçbir zaman avangardın cazibesine kapılmadı. Ev ödevini, Max Weber’in çalışma etiğiyle yerine getiren, tipik bir Alman olarak yaşadı.

Cephe gerçeği ile tüketim çağına giren Amerikan toplumu arasındaki muazzam karşıtlık tarafından emilen, kimyası bozulan, istikrarsızlaştırılan ve eve döndükten sonra kendini işe yaramaz hisseden askerin bunalımlarını kitabında çok iyi anlattı.

Bir günden diğerine mutlak yasağa dönüşen öldürme görevinin damgasını vurduğu, Vietnam’da hayatta kalanlar ve hatta Körfez’in gazileri için çokça konuşulan, ancak, Hitler’e karşı savaştan dönen, ruhları ve bedenleri kötürüm olmuş çocuklarla ilgili susulan, Janus yüzlü Amerikan kültüründe, ölüm, gazilik ve savaş kategorileri çokça politize edildiler.

Savaşı kazanmışlardı işte. Soğuk Savaş kapıdaydı üstelik. Anti Nazi propagandası, Kızılların işine yarayan ve Soğuk Savaş’ın ruhuyla ters düşen bir duygusallık anlamına geliyordu.

Ruhları ve bedenleri sakatlanmış askerler için gözden ırak yerlerde hastanelerin inşa edildiği Birleşik Devletler’de, Amerikan rüyasını gölgeleyen hiçbir şeye tahammül edilmiyordu.

Mesela bizdeki Turancıların, Sarıkamış felaketi hakkındaki suskunluklarını ve geçiştirme telaşını bu bağlamda anmak yerinde olacaktır. Büyüklük kompleksindeki ırkçıların bu tür felaketler karşısındaki suskunlukları politiktir.

1930’larda, Amerikan evlerinde radyo demokratikleşmeye başladığında, Hollywood, radyo ‘Arkası Yarın’larının başarılı uyarlamalarını yaratma alışkanlığını edindi. Bizdeki İsmail Cem dönemine denk düşen bu demokratikleşme evresi sırasında da, sonraları Yeşilçam’a sinematografik malzeme sunan, çok sayıda televizyon dizisi üretildi.

Dietrich sesiyle, ritimleri, durakları, sessizlikleri ve iç çekişleri okuyabilen bir sanatçıydı.

Kuşkusuz o, her şeyden önce, arzularına ve istencine göre hareket eden modern ve trajik kadın figürünü aynı beden içinde taşıyordu.

Kısacası, o, hem tenden hem de saf ışıktan oluşan Chimera’ydı. Onu başlı başına ışıktan bir varlık yapan şey, hastalıklı çağın uzun süren nekahat evresiydi.

Geçişleri çalkantılı bir yüzyılın başında doğan Marlene Dietrich, salınımları güçlü bir çağ sarkacının devinimlerine çok fazla maruz kalmıştır. Zira hiç kimse çocukluğundan tamamen iyileşemez.

Von Sternberg ondan bir “Mavi Melek” yapmaya karar verdiğinde, çağ, kanatlarını kırmakla meşguldü. Bu, sessizliğin altın çağıydı. Dietrich de her çeşit sessizliğin altın çağlarına katılma olanağı bulmuştur.

Ahmet Kaya’nın ”Zagrep radyosunda Lili Marlen Türküsü”, bende bir mite ve Tito’nun Yugoslavya’sına dair romantik-devrimci çağrışımlar uyandıradursun, Marlene Dietrich’in, kışlaların kapıları önüne yaktığı kandil, çağın karanlık ufuklarını aydınlatmayı sürdürüyor :

Vor der Kaserne
Vor dem großen Tor
Stand eine Laterne
Und steht sie noch davor …

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl