Ana Sayfa Kritik MATERYALİZMDEN SONRA SANAT

MATERYALİZMDEN SONRA SANAT

MATERYALİZMDEN SONRA SANAT

Sanatın duyusal/duygusal bir pratik, dehanın ise tarihin veya doğanın mistik bir ürünü olduğuna dair burjuva yargılar geçtiğimiz yüzyılın estetik alanını dağlamışken, sanat eserinin kökenini soruşturmak her zamankinden daha gerekli görünüyor. Son 150 seneye görsel anlatısını kazandırmış sanat pratiklerinin her şeyden önce insanlık durumuyla nesnel bir şekilde ilgilendiğini göz önünde bulundurduğumuzda, sanatın materyalizmle olan ilişkisini daha yakından soruşturmak gerekiyor. Öyle ki bu sanat objelerini fetişleştirmek için bir nevi apparatusa dönüşmüş müzecilik ve galeri diskurunu demistifiye edebilelim.

Sanatın bir emtia olarak önümüze geliyor olması, onun üretim nedenine dair bir ifade olabilir mi? Bunu piyasanın sanata karşı tutumunun bir göstergesi olarak alacaksak, evet. Temelinde, sonrasında daha detaylı bir biçimde açıklayacağımız üzere, çıkar gözetmeyen bir pratik olarak sanatın hâkim sınıfın sayısal rasyoneline değişim değeri üzerinden dahil edilmesi, daha sonra sanatın formunu belirlemesi gibi bir sonucunu doğurabiliyor. Günümüz sanatının hastalığı olarak kabul edeceğimiz bu durum, sanatla ilgili hiçbir gizeme yer bırakmamacasına onu aşırı görünür, aşırı bilinir, aşırı kavramsallaşmış yapma uğraşında. Duyusal olarak ise her şey high-definiton:  Aşırı büyük, görkemli, yüksek çözünürlüklü. Bu dili reklamcılık da ödünç alıyor. Hâlbuki biliyoruz ki, esaslı eserlerin hepsinin ortak özelliği dile gelmez bir kayaya toslamış olmalarıdır. Öyleyse güncel sanatın ve çağdaş görsellik rejiminin bu durumu, temelindeki otoriter düşünceyi meşrulaştırmak için olamaz mı?

Bu durumun hilafına, dile gelmezliğin ne olabileceğiyle ilgili, materyalizmin bize ne söyleyebileceği esaslı sorulardan biri. Sanat pratiği, piyasanın sayısallaşmış aklına teslim mi edilecek, yoksa sanatı neyin sanat yaptığını soruşturmaya devam edecek miyiz? Onu pragmaya dayalı, işlevsel bir görünürlük düşüncesinin zindanlarına hapis mi edeceğiz, yoksa kendi başına bir düşünme biçimi olduğunu teslim mi edeceğiz?

Materyalizm ve Ampriyokritisizm’de Lenin materyalizm ile idealizm arasındaki seçimin kurucu olabileceğine işaret eder, sınıf bilinci bu seçimle biçimleniyordur. Peki ya, dünyanın maddeden oluştuğunu söyledikten sonra, sanat eserleri ve sanatçılarla ilgili yüceltimlere ne olacak? Onun nereden kaynaklandığına dair mistifiye edilmemiş, ancak onu indirgemeyen bir tasavvura varabiliyor muyuz?

Marksist dünya görüşünün felsefi ayağı olarak nitelendirebileceğimiz materyalist diyalektik, Descartes’la beraber başlatılan geleneksel materyalizmden mekanist olmamasıyla ayrılır. Kartezyen materyalizmin başat argümanı, maddenin (ya da nesnenin) mekanik bir harekete indirgenebileceği savında nihai ifadesini bulur. Bu noktada, insana dair bakışı hala teistik ve aşkın (transandantal) olan mekanist materyalizm için, insanda maddeden fazla olan şey, Tanrı işi olarak görülen akıldır. Sürrealist Manifesto’nun hedef tahtasına koyduğu işte bu bütünselleştirici özne konumudur. Cogito’yu şiir yoluyla akamete uğratır.

Materyalist düşüncenin ikinci büyük uğrağı olan Feuerbach’a göre ise Tanrı fikrinin devrilmesi merkezi önemdedir. Feuerbach’a göre insanın İsa’da yücelttiği sevgi, aslen kendi sevme kapasitesidir. Dolayısıyla insan tarafından Tanrı’da görülen özellikler, aslen insanın kendine yabancılaşmasının bir sonucudur. Bu tema Marksizm ve Psikanaliz tarafından da çokça işlenecektir, yalnız ufak bir farkla: Marx’ta yabancılaşılan ve maddi dünyanın temelini oluşturan şey emektir: Sevgi, emektir. Freud’a geldiğimizde ise tüm yabancılaşmanın, iktidar dolayımındaki bilinçdışı bastırma işlemlerinin sonucu olduğu savını bulacağız: tektanrıcılık, Nazizm, totaliteryanizm, hepsi bunun veçheleri olacaktır.

Ancak bütün bunlardan bahsettikten sonra, felsefenin estetik sorunsalına fenomenoloji kapsamında cevaplar verilebilse de, sanatı neyin güdülediği sorusu cevapsız kalıyor. Bu noktada Heidegger’in Der Ursprung Des Kunstwerkes (Sanat eserinin kökeni) adlı makalesinde yaptığı gibi, sanat eserinin objenin ontolojisine yönelik bir yorumsama girişimi olduğunu söylemek gerek. Özneye atfedilen bu radikal ontolojik temeli aklımızda tutalım, ancak tek bir koşulla: öznenin toplumsal koşullarını nasıl içereceğimiz sorusunu da rezerve ederek. Kısacası soruyu bükmek gerek: insanın ne olduğuna dair sanatsal soruşturmayı, bir şeyi neyin insan yaptığına dair bir soruşturmaya dönüştürerek. Bitkinin hakkı, taşın hakkı, insanın hakkı için.

Özneyi aşkın değil, kritik, ancak içkin bir özne kurma işlemi sırasında ise, geleceğimiz nokta, esas itibariyle Psikanalizin’kine epey yakın. Freud’un kullandığı şemayı kullanarak, bilinçdışının tam da bilinç mefhumu oluştuğu için oluşmasında olduğu gibi, sanatın, yani zorunlu olarak Rasyonel’in dışına atfedilen insan pratiğinin de çıkar ilişkilerini örgütleyen toplumsal rasyonelin kurulmasının sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Sitüasyonistler de bu sonuca vardıklarından özgür bir toplumda sanatın da olmayacağını, çünkü estetik alanının tikel bir kategori olmaktan çıkacağını, Hegelci bir içerip aşma (Aufhebung) sonucu genele yayılarak sanatçı denilen kategoriyi ortadan kaldıracağını savunmuşlardı. Unutmayalım ki “Tarih, özgürleşmenin tarihidir”.

Aynı durumu Lacanyen terminolojiyle ifade edersek, Sembolik düzene dilin oluşumu süreciyle geçişin a posteriori bir sonucu olarak bilinçdışının oluştuğunu da söyleyebiliriz.

Meseleye böyle bakıldığında, sanatın kökeni sorunu açıklığa kavuşmuş oluyor. Ancak sanatın gerekliliğini ispatlamak, onun toplumsal bir misyon elde etmesi sonucunu her zaman doğurmayabilir. Daha doğrusu, bu misyonu kazandığı ölçüde sanat gerekliliğini ispatlamış olur. Dolayısıyla Marx’ın söylediğini sanat alanına uygularsak, sanat tarihini de istediğimiz koşullarda değil, verili koşullarla mücadelemiz içerisinde yapabiliriz. Tabii, şu soruyu da sormak kaydıyla, sanat tarihi dediğimiz şey, aslen bir kurgu değil midir? Yazarı kimdir? Bu kurgu içerisinde yer alma lüksü kimlere bahşedilmiştir? Peki kimin hakikat nosyonuna hizmet etmektedir?

Dolayısıyla bugünün sanatının, gerçek anlamda materyalist olması demek iki şeyi birden yapması demekmiş gibi görünüyor: aynı anda hem onu üretmek, hem de onu söylemsel olarak kurmak, tarihsel olarak ifadesine kavuşturmak. Küratöryalin sanatı piyasanın hakikat rejiminde temsil ettiği ortadayken, tarz, akım, üslup gibisinden formalist tarih yazımları, bizi tekrardan deha nosyonuna döndürecek ve piyasanın hastalıklı ellerine teslim edecektir. Deha olabilir, olmayabilir, ancak sanat tarihinin böyle bir mefhum üzerinden yazılması saçmalıktır. O yüzden yapmamız gereken, sanatçının önüne eseri koymak, eseri tarihsel planına taşımak olmalı. Ana akım sanat eleştirisi ise, Türkiye’deki güncel sanatı Batı kanonuna yamama çabasında, eleştirimiz bir yamalı bohça. Muhalif olanlar dahil. Zaten Türkiye’de eleştirinin klasik bir nosyonundan bahsetmek de mümkün değil.

Öyleyse sanat eserinin kökeni, tam da istenmeyecek derecede rasyonalize edilmiş toplumsal varlığımız. Ancak tam burada, toplumsal çıkarı örgütleyen hâkim sınıfı ve değerlerini sorgulamayı zorunlu olarak içerdiğini de söyleyebiliriz, çünkü bir toplumdaki hâkim rasyonel, hakim sınıfın rasyonelidir. Bu anlamda sanat, hâkim sınıfın ahlak örüntüleriyle, yaygın kabulleri ve yargılarıyla, töresiyle ve adetleriyle varoluşsal bir çelişki içerisindedir. Öteki türlüsü yeniden-üretim nosyonuna tabii olmaktır. Bu sanatın mesleki profesyonelliğe, sanatçının beyaz yakalıya dönüşmesi durumuna işaret eder.

Sanat, ön kabuller inşa etmez, ön kabullere direnen ve onları yıkan şeydir.

28.4.2019

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl